Türkiye Tarih Yazımında Gerçekler ve Mitler

Bu dergiye aşina olanlar uzunca bir süredir Türkiye’de Haziran’dan sonra liberalizmin yeniden güç kazanmasının zorluklarına -eğer imkansızlığına demek fazla iddialı kaçacaksa- değindiğimizi biliyordur. Bunu söylerken temel olarak, ortaya çıkan halk hareketinin liberal ideologların tezlerini boşa düşürdüğünü söylemiş oluyoruz. Yani AKP İkinci Cumhuriyet’i kurarken rıza mekanizması işlevini gören liberallerin Haziran sonrasında “sokaktaki adam” için yeniden bir rıza üretecek gücü kalmamıştır. Dolayısıyla liberalizmin siyasal alanda tamamen, ideolojiler alanında büyük ölçüde bittiğini söylemek mümkün.

Ancak uzunca bir süredir akademiden devşirilen fikir babaları, solun kendi ülkesinin tarihine dair çalışmaları önemsememiş olması1, ideolojiler alanında uzun süredir devam eden hakimiyeti nedeniyle liberalizmin etkisinin teorik planda yeterince kırıldığını söylemek mümkün görünmüyor. Şunu kastediyoruz: Solun henüz alternatif, bütünlüklü bir tarih okuması geliştirememiş olması, Marksistler arasındaki devlet tartışmalarını bu süzgeçten geçirerek değerlendirmekte eksik kalmış olması hala Türkiye tarihi okumak isteyen birini liberal tezlerle boğuşur halde bırakmamıza sebep olmaktadır2. Elbette ki bu tartışma çok ciddi katkıları, tartışmaları gerektirmektedir ve tek bir yazıyla çözülmekten çok uzaktır.

Bu yazıyı bir başlangıç olarak düşünmek mümkün. Başlangıçlar kaçınılmaz biçimde önce yıkıcılığı üstleniyor. Bu nedenle, burada önce Türkiye tarihinin liberal yorumunu açmaya çalışacak, daha sonra dini vecize ölçüsünde doğru kabul edilen bu tezlere yönelik eleştirileri sıralayacağız.

Devlet-Toplum İlişkisine Kültürel Yaklaşım

Liberal tarih yazımını kültürel bir yaklaşım sayıyoruz. Bunun sebebini aşağıda daha net bir biçimde ortaya koyacağız. Öncelikle Türkiye tarihine yönelik liberal yaklaşımları 3 önemli isim üzerinden açıklıyoruz: Çağla Keyder, Şerif Mardin, Metin Heper. Bu isimler aynı yaklaşımın farklı boyutlarını sergilemeleri açısından önemli. Örneğin Çağlar Keyder, devlet-sınıf ilişkilerine bakarak bu yaklaşımın ekonomi politik temellerini ortaya koyarken, Şerif Mardin merkez-çevre ilişkileri ekseninde sivil toplum tartışmalarına değiniyor. Metin Heper ise hepsinde ortak olan bir noktayı, Osmanlı mirasını, açıklamalarının temeline yerleştiriyor. Burada kültürel yaklaşım olarak tanımladığımız yaklaşımın en önemli ortak özelliklerinden birini açıklayarak başlayalım: Bu yaklaşıma göre kapitalizmin “normal” ya da Avrupa’daki gelişimi yalnızca ekonomik olarak değil politik olarak da güçlü bir burjuvazi yaratır, ki bu güçlü burjuvazi de devlet karşısında güçlü bir sivil toplum oluşturur (Güngen ve Erten, 2005: 1). Diğer bir deyişle kapitalizmin ve sivil toplumun gelişimi neredeyse eş süreçlerdir.

Çağlar Keyder ekonomik ilişkileri açıklarken özellikle bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çekişmelere vurgu yapar. Güçlü bir bürokrasi-zayıf bir burjuvazi tezini, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi arasında kopuş değil süreklilik tarif ederek desteklemeye çalışır (Keyder, 2010: 99). Keyder ayrıca, bürokrasinin, kendi siyasi çıkarlarını korumak adına küçük köylülükle işbirliği yaparak kapitalizmin gelişmesini yavaşlattığını söyler (2010:98). Bu noktadan sonra, 1923’ün bürokrasinin sınıfsal amacını gerçekleştirdiği bir reform olduğu çıkarmasıyla devam eder. Böylece 1923 “reformu” yükselen burjuvazinin ortaya koyduğu yeni taleplere ve çelişkilere bürokrasi tarafından verilmiş bir tepki olarak düşünülür (Keyder, 1988: 159). Buradan iki çıkarım yapmak mümkün: Bürokrasinin bir sınıf olarak tanımlandığına ve burjuvazi ile bürokrasinin çelişkili çıkarları olduğuna (Keyder, 1988: 160; 2010: 104-105). Bu çıkarımları aklımızda tutmamız daha sonra yapacağımız eleştiriler açısından önemli.

Keyder elbette piyasa ekonomisinin gelişimiyle burjuvazinin güç kazandığını kabul eder, ancak bunun, bürokrasinin burjuvazinin gelişimine karşı ortaya koyduğu dirence rağmen olduğunu söyler (Keyder, 1988: 162). Buna rağmen, Türkiye’de sivil toplumun zayıf olmasını da burjuvazinin ürkekliği ile açıklar. Burjuvazinin ekonomik gücünü koruyabilmek adına siyasi iktidardan vazgeçtiğini söyler. Böylece, burjuvazi ekonomik gücü elinde tutmak için sivil toplum oluşturma hakkından vazgeçmiş oluyor (Keyder, 2010: 102-103).

Şerif Mardin ise sosyolojik bir perspektiften bakıyor. Keyder gibi o da sivil toplumun zayıflığına dikkat çekmekle başlıyor. Batı’da sivil toplumun, kitlelerin siyasi otoritelerin vesayetinden kurtulduğu bir ilk aşama olduğunu söylüyor (Mardin, 2012: 13). Bu noktadan hareketle, tarihsel olarak güçlü sivil toplumlar geliştirememiş toplumlarda, devletin, siyasi otoritenin, bürokrasi eliyle kitleler üzerinde sınırsız bir baskı kurduğu genellemesine varıyor (Mardin, 2012: 15). Mardin’e göre bu toplumlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu. Sivil toplumun yokluğunun Osmanlı’da, 19. yüzyılda kamuoyunun oluşum şekliyle açıkladığını görüyoruz (Mardin, 2012: 17). Kamusal alanın bireyin değil “ulusun” çıkarları üzerine kurulması… Bu durum aynı zamanda Osmanlı toplumunda birey kültürünün olmamasıyla da açıklanır. Bireysel kültürün gelişmemesi ise özel mülkiyetin olmamasının ve burjuvazinin gelişememesinin sonucudur (Mardin, 2012: 29-30).

Mardin, Osmanlı’dan Cumhuriyete devlet-toplum ilişkilerini merkez-çevre ikilemi üzerinden okur. Bu açıdan, Osmanlı toplumunu modern Avrupa devletleri ve Hobbes’un Leviathan’ı3 ile karşılaştırır (Mardin, 2012: 36-37). Modern ulus devlette ve Leviathan’da, merkezileşme süreci, feodal mirastan dolayı çevresel güçlerin sürece dahil olması ve rızasıyla gerçekleşir, der (Mardin, 2012: 38). Osmanlı toplumunda ise böyle bir gelişme görülmez. Bunun sebebi, yerel güçlerin (tımar sahipleri gibi) ve bürokratların doğrudan merkezi otoriteye bağlanmasıyla devlet-sivil toplum arasında hiçbir aracı gücün ortaya çıkmamasıdır (Mardin, 2012: 40). Özel mülkiyetin yokluğu bürokratların, tüccar ve genel olarak ekonomik gücü elinde bulunduranlardan daha güçlü hale gelmesine sebep olur, ki aynı durum Kemalist rejimde de devam eder (Mardin, 2012: 41-42). Keyder’in vurguladığı gibi Mardin (2012: 69) de burjuvazinin ekonomik gücünü korumak için 1950’ye kadar siyasi güçten vazgeçtiğini söylüyor.

Metin Heper de benzer bir biçimde Osmanlı mirasına vurgu yaparak başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve sosyal yapısının doğrudan sultanın kişisel yönetimine bağlı olması ve sultan değiştiğinde bu yapının da büyük ölçüde değişmesinden dolayı bürokratların daha rasyonel bir yönetim arayışına girdiği tespitini yapıyor (Heper, 2000: 65). Bu arayışların sonucunda ortaya çıkan Sened-i İttifak’ta devlet sultanın önüne konulmuştur, ancak buna rağmen bürokratların kendileri de tüm kararları kendilerinin verdiği kişisel bir yönetim kurmuşlardır. Ancak daha ilginç olan nokta, Keyder’de de gördüğümüz, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi bürokratları arasındaki devamlılıktır. Peki, bu devamlılığın sebebi nasıl açıklanır? Heper bunu, merkez ve çevrenin kültürleri arasındaki ikilem (Heper, 2000:66) ve kişisel yönetimin (yani yönetim biçiminin yönetenlerin bireysel kararlarıyla tanımlanması) devamlılığı ile açıklar (Heper, 2000: 69).

Heper de Mardin ve Keyder gibi demokrasiye geçişin sivil toplumun yokluğundan dolayı bürokrasi tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor. Bu da yine bürokrasiye gönüllü olarak paylaşmaya yanaşmadığı muazzam bir güç veren Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri devam eden başka bir süreklilik (Heper, 2000: 78). Sivil toplumun yokluğu yine, burjuvazinin siyasi gücü talep etmemesinin sonucu olarak açıklanır (Heper, 2000: 79). Böylece Türkiye toplumunda demokrasinin gelişimindeki bütün özgünlükler ve olumsuzluklar bu sürecin bireyin çıkarlarını korumak için değil, “devleti bir arada tutma ihtiyacı ile” yapılmasıyla açıklanır (Heper, 2000: 80).

Devlet-Toplum İkiliğinin Eleştirisi

Yukarıda açıkladığımız tarih yorumunun yöntemsel sorunlarıyla birlikte ortaya koyduğu sonuçlar ve dayandığı varsayımlar açısından kimi sorunları vardır. Yöntemsel sorunlarla başlayalım. Yukarıda sözünü ettiğimiz yöntemde Türkiye toplumunun değerlendirilmesi doğrudan batı toplumu ile arasında karşıtlık kurarak yapılır, bunun sonucunda ortaya oryantalist bir tarih okuması çıkıyor (Güngen ve Erten, 2005: 1; Sönmez, 2010: 49). İkincisi, düşünürlerimiz, Türkiye toplumunu tarih boyunca hiç değişmeyen, statik bir toplum olarak görüyorlar ve tarih dışı bir değerlendirmeye tabi tutuyorlar (Güngen ve Erten, 2005: 7). Son olarak, devlet ile sivil toplum arasında, süregelen bir çelişki ve bu çelişkinin sonucunda demokrasiyle eşdeğer hale gelen bir sivil toplum tanımına ulaşıyorlar (Güngen ve Erten, 2005: 1). “Demokratik gelişmeler devlet karşısında sivil toplumun güçlendirilmesi ile bir tutulur, sivil toplum içerisindeki hakimiyet ilişkileri (sınıf, cinsel kimlik, ırk vb.) ise” basitçe görmezden gelinir ve devletin belli koşullarda demokratikleşmeye yapabileceği katkılar yok sayılır (Günten ve Erten, 2005: 9). Ek olarak, Max Weber’den güçlü bir biçimde etkilenen düşünürler burada da yöntemsel bir hata yapıyor, Weber’in ideal tipini tarihsel bir veri gibi kullanıyorlar (Sönmez, 2010: 49-50).

Yukarıda saydığımız ortak sorunlar dışında bir de bu düşünürlerin her birinde vurguladıkları noktalara göre başka sorunlar da görülebiliyor. Örneğin Şerif Mardin, batı toplumsal düzeninin kökenlerini devlet ile sivil toplum arasındaki uzlaşmayı mümkün kılan bazı kurumların varlığı ile açıklar. Bu uzlaşmayı ise Hobbes’un sosyal sözleşme kuramıyla açıklıyor. Sosyal sözleşme kuramında sözleşme, birey ile sonunda devlete evrilecek daha yüksek bir otorite arasında imzalanır. Dolayısıyla, Mardin’in varsayımlarında önemli yanlış anlamaların olduğunu söylemek mümkün. Güngen ve Erten’in (2005: 3) söylediği gibi, sosyal sözleşmecilerin hiçbiri (Hobbes, Locke ve Rousseau) bu sözleşme sonucu ortaya çıkan yapılara bir olumluluk atfetmez (ancak Mardin’in bu yapılarla Osmanlı toplumunu karşı karşıya getirmesinden kendisinin bir olumluluk atfettiğini görebiliyoruz). Ayrıca, sözleşmecilerin devletin oluşumuyla ilgilenip ilgilenmediği de sorulması gereken bir sorudur. Sözleşme kuramı tıpkı Weber’in ideal tipine yapıldığı gibi bir tarihsel gerçeklik olarak gösterilir. Ancak, tarihsel bir ana tekabül eden bir gerçeklik değil, toplumun oluşumunu açıklamalarına yarayan zihinsel bir egzersiz olarak görülmesi daha doğru olacaktır.

Son olarak, Mardin’e göre feodal devletin katmanlaşması (iktidarın derebeyleri, merkezi otorite gibi farklı katmanlar arasına dağılması) sivil toplumun tarihsel kökenidir. Ancak Güngen ve Erten’in (2005: 4) de dediği gibi katmanlaşma Fransa’da olduğu gibi Osmanlı devletinde de artı değere el koymanın ve dağıtmanın bir aracı oluyor. Yani, Mardin’de, feodal lordların serfler üzerinde hakimiyet kurmasının aracı olan yapılar ve kurumlar, batı demokrasinin temelleri haline geliyor.

Diğer yandan Heper, devleti analizinin merkezine yerleştirir ve Weber’in “devlet verili bir bölgede fiziksel zoru kullanma hakkını elinden bulunduran yapıdır” tanımını kullanarak devleti, sivil toplumdan ayrı bir yapı olarak ele alır (Güngen ve Erten, 2005: 5). Osmanlı siyasi kültürünü, bürokrasinin çevreye dönük hakimiyeti ve çevrenin her fırsatını bulduğunda bu hakimiyeti ortadan kaldırma çabası olarak ele alır. Bu mücadelenin güçlü merkez ve zayıf çevre arasında asimetrik bir ilişki yarattığını söyler. Bu tür bir devleti de patrimonyal olarak tanımlar (Güngen ve Erten, 2005: 5). Ancak, yukarıda söylediğimiz gibi Heper’in devlet-sivil toplum ilişkisine yönelik varsayımları tarih dışıdır, bu ilişkilerin farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimsel alacağını gözden kaçırır (Güngen ve Erten, 2005: 6). Yine söylediğimiz gibi Weber’i kullanış biçimi de ideal tipi tarihsel bir kategori olarak ele almasıyla problemli hale gelir. Ayrıca, devlet patrimonyaldir (yani yöneticinin keyfi yönetimine dayanır) derken aynı zamanda bürokrasinin de rasyonel olduğunu söyler ki burada bir paradoks olduğunu görmek zor değil. Son olarak da güçlü devlet, zayıf sivil toplum yaratır ve güçlü devletin ortaya çıkmasının sebebi zayıf sivil toplumdur şeklinde bir totoloji yaratmış olması analizini daha da problemli hale getirir (Güngen ve Erten, 2005: 7).

Keyder’in sınıf ve devlet analizinin eleştirisini, Korkut Boratav güçlü bir biçimde ele alır. Boratav, Keyder’in sınıf oluşumuna dayandırmasına rağmen bir sınıf ve bürokrasi analizi olmadığını söyler (Boratav, 1993: 130,137). Keyder’in ampirik verilerini teorik bir çerçeveye oturtmadığı eleştirisini getirir (Boratav, 1993: 130).

Boratav sınıfı, üreticinin elindeki artı-değere el koyma mekanizmaları ile açıklar ve sınıfı yalnızca artık değere el koyma biçimi yoluyla diğer sınıflarla arasında oluşan diyalektik karşıtlıklarla tanımlayabiliriz der (kapitalist, işçi sınıfının elindeki artık değere el koyarak onunla diyalektik bir karşıtlık yaratır, gibi) (Boratav, 1993: 130).

Ayrıca sosyal grup ya da katman tanımı yaparak bunu sınıftan ayırır. Sınıf ve katman arasındaki farkı en iyi “birincil bölüşüm ilişkileri” (primary relations of distribution) (Boratav, 1993: 130) ve “artık ürünün yeniden bölüşümü” (redistribution of surplus product) veya “ikincil bölüşüm ilişkileri” (secondary relations of distribution) (Boratav, 1993: 131) arasındaki farkı vurgulayarak anlayabiliriz. Tüm sosyal formasyonlarda artı değere el konulmasının ilkin piyasa ve sonrasında piyasa dışı yollarla (yani ikincil bölüşüm ilişkileri ile) yapıldığını söyler (Boratav, 1993: 131). Yani, piyasa içi ilk el koyma sınıf ilişkileri ile açıklanırken piyasa dışında ikincil bölüşüm sosyal gruplarla (bizim konumuz açısından bürokrasi ile) açıklanıyor (Boratav, 1993: 131). Daha anlaşılır bir dille söylersek; kapitalist, üreticinin elindeki artı-değere onu çalıştırıp emeğinden daha az bir maaş vererek el koyarken, bürokrasi zaten el değiştiren artı değer üzerinden vergi toplayarak artı değerin ikinci defa el değiştirmesini sağlar. Ancak, Keyder bu ikisi arasındaki farkı tamamen görmezden gelerek aynı süreçmiş gibi davranır. Örneğin, Cumhuriyet döneminde bürokrasinin kendisi de maaş alan bir gruptur dolayısıyla artı değere doğrudan el koyması hiçbir biçimde söz konusu değildir (Boratav, 1993: 132). Ancak, yalnızca belli maddi çıkarlara ulaşım ve gelir sorunu olarak ele alındığında bu ayrımlar önemsizleştiriliyor.

Boratav ayrıca bürokrasi ve burjuvazi arasında tanımlanan karşıtlık ilişkisine de karşı çıkar. Bürokratik elitlerin maddi kazancını, devlet içindeki ayrıcalıklı konumlarından dolayı burjuvaziden elde ettiklerini, ancak kendilerinin hiçbir zaman bağımsız bir ekonomik güce sahip olmadıklarını söyler (Boratav, 1993: 133). Hakim sınıf içindeki iç dengelerin değişmesinin kendi aralarındaki pazarlık ve uzlaşmalar sonucunda gerçekleştiğini, hiçbir biçimde bir karşıt çıkardan söz edilemeyeceğini vurgular (Boratav, 1993: 133)

Sonuç Yerine

Bugün gelinen noktada tek başına liberal tarih yazımının eleştirisinin yeterli olmadığı açıktır. Daha doğru ifade edecek olursak bu eleştirinin Marksistlerin devlet sermaye ilişkilerine dönük katkıları ile birlikte yapılması ve tarih okumalarına yönelik kendi yaklaşımımızı açıklığa kavuşturmamız gerektiğini söylemiş oluyoruz.

Burada ortaya koyduğumuz eleştiriler biraz da bu yönde okunmalı. Bu yazıyı bir başlangıç olarak düşünmek ve tartışmayı derinleştirecek başka yazılar ile beslemek gerektiği açıktır. Bunu yaparken Türkiye tarihinin sol okumalarını ön plana çıkarmak, ortaya konan değerli tezlerin akademik yazıların, genel kabuller haline gelmiş liberal zırvalıkların arasında erimesine engel olmak gerekiyor. Bizden önceki kuşakların bize bıraktığı miras yeniden tartışılmayı ve beslenmeyi bekliyor.

Bu yazı bu derginin sayfalarında yürüteceğimiz daha “derinlikli” tartışmalar için bir başlangıç sayılmalı. Yukarıda kısaca eleştirel yaklaşımlarıyla vermeye çalıştığımız tezlerin çok daha detaylı bir eleştirisinin yapılması gerekiyor. Solun iddialarını geri çektiği bir süreçte, yanlış varsayımlar, metodolojiler ve sonuçlar üzerine kurulu, aşırı genelleştirilmiş, tarih dışı antagonizmalara dayandırılmış bu tezler alıcı buluyor. Ancak daha da derinlere inildiğinde bu süslü sözlerin arkasında saklı olan yanlışları görmek zor değil. Önemli olan bu derine inme çabasını sürekli hale getirmek. Bu nedenle şimdi bize çok iş düşüyor.

Kaynakça

  1. Ahmad, Feroz (1998). “The Development of Capitalism in Turkey”. Journal of Third World Studies, 15 (2), pp. 137-144
  2. Arslan, Ali (2004). “Emergence of Turkish Bourgeoisie and Business-Political Relations in Turkey”. İnternational Journal of Human Sciences. Vol. 1, No. 1
  3. Boratav, Korkut (1993). Book review: State and Class in Turkey bu Caglar Keyder. Review of Radical Political Economies, Vol.25 (1993), pp. 129-141
  4. Boratav, Korkut (1988). Türkiye İktisat Tarihi. İstanbul: Gerçek Yayınevi
  5. Gungen, Ali Riza, Erten, Safak (2005). “Approaches of Serif Mardin and Metin Heper on State and Civil Society in Turkey”. Journal of Historical Studies, 3 (2005), pp. 1-14
  6. Heper, Metin (2000). “The Ottoman Legacy and Turkish Politics”. Journal of International Affairs, Vol. 54, No. 1 (Fall, 2000), pp. 63-82
  7. Keyder, Caglar (2010). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim
  8. Küçük, Yalçın (1980). Türkiye Üzerine Tezler, İstanbul: Tekin Yayınevi
  9. Rozaliyev, Y. N. (1978). Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri. Ankara: Onur Yayınlar
  10. Sönmez, Erdem (2010). “Klasik Dönem Osmanlı Tarih Çalışmalarında Max Weber Etkisi”, Praksis, 23

Dipnot

  1. Solun ülkesine küsmüş, yabancılaşmış olmasının etkisi burada da açıkça görülüyor.
  2. Elbette ki Türkiye tarihi çalışmalarına önemli katkıları olan Yalçın Küçük, Doğan Avcıoğlu, Taner Timur, Tevfik Çavdar gibi düşünürlerin katkılarını küçümsemiyoruz. Bunları sol dışında bir kesimde kabul edilebilir hale getirmek konusunda solun başarısız kaldığını söylemiş oluyoruz.
  3. Hobbes’un sosyal sözleşmesi basitçe şöyle açıklanabilir: Daha yüksek bir otoritenin olmadığı doğal durumda bireylerin hepsi eşittir. Daha doğrusu kimi fiziksel olarak, kimi kurnazlığı ile kimi zekasıyla öne çıkar ama hepsinin birbirini yok etme gücü eşittir. Dolayısıyla sonuç olarak herkesin korunmasız olduğu bir durum ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar hayatta kalma şanslarını güvenceye almak için özgürlüklerinden vazgeçerek bütün güçlerini mutlak bir otoriteye devreder ki bu otorite sonunda devlet haline gelir. Daha ayrıntılı bir okuma için Leviathan’a bakılabilir.