Ülkemizde, Osmanlı üzerine çalışmış az sayıdaki Marksist düşünürden birisiniz. Bu konuda oldukça kapsamlı kitaplara imza attınız. Araştırmalarınızda Osmanlı toplumunda yaşanan iktisadi ve politik dönüşümün Amerika modelinin aksine aşağıdan yukarı gerçekleşmediğini söylüyor, yaşanan dönüşümü “Prusya Modeli” olarak niteliyorsunuz. Osmanlı’daki üretim ilişkileri neden bu dönüşüm modeline yol açmıştır? Biraz açabilir misiniz?
Osmanlı Devleti, Batı Roma İmparatorluğunu yıkan Germen fetihlerinde olduğu gibi, fakat onlardan beş yüz yıl kadar sonra, Doğu Roma toprakları üzerinde, yine fetihler yoluyla kuruldu. Tarihi maddeciliğe temel teşkil eden Fransız tarihçilerden Marx ve Engels’e, hatta Braudel gibi çağdaş tarihçilere kadar bu benzerliğin altı çizilmiştir ve ben de analizimi bu nesnel olguya dayandırdım. Ne var ki bizde gelişmeler belli bir noktadan sonra farklı oldu. Batıda feodal tarih iki aşama halinde yaşanmıştır. İlk aşamada fethedilen topraklar aşiret reisleri, yani “komutan”lar tarafından gazilere “kullanım hakkı” (beneficium) olarak dağıtılıyor ve alım-satım, miras gibi hakları içeren mülkiyet hakkı bulunmuyordu. İkinci döneme, yani klasik feodalizme, genellikle on birinci yüzyıl başlarından itibaren geçildiği kabul ediliyor. Aynı yüzyılda tarım teknolojisindeki devrimci gelişmeler, üretimin ve sonuç olarak da nüfusun artmasına yol açmış ve Haçlı Seferleri de bu sosyo-ekonomik taban üzerinde gerçekleşmişti. 15. yüzyıldaki keşifler ise büyük ticareti Atlantik ötesine taşıyarak akdenizi bir göl haline getirdi ve Batı’da feodal ilişkiler çözülmeye başladı. Oysa Türklerin İstanbul’u alarak İmparatorluk kurmaları da tam bu tarihlerde oluyordu. Kısaca, Batı’da ticaretin gelişmesi ve el sanayinden (zanaat) imalat sanayine (manifaktür) geçilirken, Osmanlı Devleti geniş topraklara yayılmış bir alanda, tımar sistemi adı altında, feodal üretim biçiminin ilk aşamasını yaşıyordu. Osmanlılar 17. yüzyıl sonlarına kadar bu ilkel dönemi aşamadılar. Bu durgunlukta ticari yolların değişmesi olduğu kadar, sultanların devşirmelerden oluşan Yeniçeri ordusunu kurmaları da önemli bir rol oynadı. Feodal dağılmayı önleyecek böyle bir merkezi ordu Batı’da yoktu. Marx ve Engels, fazla açmadan, “Türkler Doğu’da işgal ettikleri topraklarda bir çeşit tarımsal feodalizm kurdular” diyorlardı. Osmanlılarda feodalizmin klasik dönemine geçiş sarsıntıları tımar sisteminin çökmesi ve bunun işaretleri olan Celali isyanları ile başladı. Ne var ki yerel güçler haline gelerek “ayan” statüsü ile merkezi iktidara ortak olan (Çapanoğulları, Karaosmanoğulları vb. gibi) hanedan aileleri bile batılı kontluk ve dukalıklar haline gelemediler. Zaten II. Mahmut, Batılıların da yardımı ile ve yerel güçlerin kendi aralarındaki çekişmeleri de kullanarak bunları kontrol altına almıştır. Engels son yazılarında bile bunların “feodalizmin ilkel ve barbar aşamasını” temsil ettiklerini yazıyordu. Almanya’da gelişme büyük feodal ağaların (Junker’lerin) kapitalistleşmesi ile gerçekleşmiştir. Bismarck bunların en tipik ve en güçlü temsilcisiydi. Osmanlılarda bu tarz gelişme iç pazarın, sanayileşmenin ve tarım teknolojisinin gelişmesi ile olmadı. Devlet ve Reşit Paşa gibi büyük paşalar Avrupa ve Amerika’dan tarım uzmanları getirerek onlara modern çiftlikler kurdurmaya çalıştılar ve bu da başarılı olmadı.
Biraz 1923’e, özellikle AKP döneminde popülerleşen kimi tezlere bakalım isterseniz. Akademi çevrelerinde Osmanlı toplumunda 1923 devriminin temellerinin olmadığı, ortada bir devrim değil, birkaç askeri bürokratın iktidarı ellerinde tutmak için gerçekleştirdiği bir iktidar değişikliği olduğu tezi uzun zamandır işleniyor. 1923’e dair liberal okumalarda sık kullanılan bir diğer ifadenin ise Murat Belge’nin “militarist modernleşme” nitelenmesi olduğunu görüyoruz. Açık ki tarih yazımı, ilgili dönemdeki olgularla ilgili olduğu kadar, bugün o tarihi yazan kişinin niyeti ile de ilgili. Bu tarih yazımının hegemonik hale gelmesi ile AKP’nin bugünkü hegemonya projesi arasında ciddi bir ilinti olduğu ortada. Walter Benjamin’in deyişiyle ortada “bugün ile yüklü bir geçmiş zaman” var. Buradan, AKP’nin retoriğinden ve hegemonya projesinden de yola çıkarak artık dillere pelesenk olan 1923’ün “tepeden inmeciliği” ve askeri karakteri konusunda neler söyleyebiliriz? Geç kapitalistleşen ülkelerde, daha özelde ise bölgemizde, Ortadoğu’da neden genelde “tepeden inmecilik” ve “askeri modernleşme” var?
1923 Devrimi’nin Ortadoğu’daki ‘tepeden inme’ darbelerin benzeri olduğunu söylemek aslında ortada bir “devrim”in olmadığını söylemek demektir ki bu geride kalan Kurtuluş Savaşı yıllarını görmezden gelmek olur. Unutmayalım ki bu savaşı subaylar örgütlemiş ve yürütmüş olsa da -ki başka türlü olamazdı- savaşanlar ve ölenler halk çocuklarıydı. 1919’da İzmir’in işgaline başlangıçta halktan büyük bir tepki gelmemişti. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya çıktıktan hemen sonra, 28 Mayıs’ta, asker-sivil yöneticilere gönderdiği tamimde “büyük ve heyecanlı mitingler” düzenlenmesini istiyordu. Yerel kongreler ve sonunda Millet Meclisi’nin toplanması bu espri içinde mümkün oldu. Umutsuz bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’yı gerçek bir devrimci kılan husus, “ortak cephe” stratejisi içinde, çıkarları, duyguları ve düşünceleri farklı toplumsal sınıf ve kategorileri emperyalist kampın aracı olan işgalci güçlere karşı birleştirmek ve bunu da gizli örgütlerle değil, dünyaya ilan edilen ilkeler ve kurulan Büyük Millet Meclisi çerçevesinde sağlamak olmuştur. Ne var ki bu savaşın gizlediği çıkar ve ideoloji karşıtlıkları, zaferden sonra, saltanat ve hilafetin kaldırılması sırasında su yüzüne çıkınca yeni bir kavga başlamış ve bunu da Kemal Paşa’nın öncülüğünde devrimci kanat kazanmıştır. Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” dediği bu kavgada eğer Mustafa Kemal tasfiye edilseydi kuşkusuz devrimci atılım büyük bir darbe yiyecekti ve ülkenin o günkü sosyo-kültürel koşullar içinde de bazılarının sandığı gibi demokratik bir rejim kurulamayacaktı Bugün Türkiye’de devrim düşmanlığı hüküm sürüyor ve bunun, doğaları icabı her zaman karşıdevrimci olan sermayedar sınıf dışında, başlıca iki temel kanadı var. Birincisi AKP’yi iktidara getiren ve besleyen siyasal İslam akımı; ikincisi de saplantılar içindeki liberal bir aydın kesiminin bir Fransız marksistinin “AB milliyetçiliği” dediği tutuma uygun militanlığı. Maalesef “devrim” denilince sadece “sosyalist devrim” anlayışı içinde olan bazı solcular da bu paralelde yorumlar yapıyor. Türk Devrimi gecikmiş bir burjuva devrimiydi ve tüm sosyalistlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmaları gerekir. 1789 Fransız Devrimi sırasında 1923 Devrimi’nden çok daha büyük haksızlıklar yapılmış, Vendée ayaklanmasında, Jakoben teröründe çok daha fazla kan dökülmüştür; fakat bugün Fransa’da -hatta dünyada- hiçbir sosyalist bunları savunmasa ve tüm haksızlıkları eleştirse de 1789 Devrimi’ni karalamıyor, aksine bunu devrimci mirasın temeli olarak görüyor. Oysa bugün bizde dinci fanatizm ile samimiyeti tartışmalı bir “demokrasi fetişizmi” laik cumhuriyetin kuruluşunu faşizan bir sistemin, bir zulüm rejiminin kuruluşu olarak sunmaya çalışıyor. Bu konuda -bir kısmı gerçek demokratlar tarafından yazılmış- tonla eseri yok sayıyorlar. Tam “akıl tutulması” denilebilecek durum! Unutmayalım ki Marx, Mithat Paşa’yı da devrimci olarak görmüş ve onun yenilgisinden sonra, “bir krizin zirvesinde devrimci bir tavır almayan halk kaybolmuş demektir” demişti.
Türkiye’nin modernleşme tarihinin en önemli uğraklarından biri alan 1908 devrimi ve devrimin öznesi olan İttihat ve Terakki kadrolarının AKP’nin tarih yazımı içerisinde hedef tahtasına oturtulduğunu görüyoruz. Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmek istenmesi, Abdülhamid’e çeşitli etkinlikler aracılığıyla iade-i itibarda bulunma çabaları bu durumun önemli örnekleri sayılabilir. Bu durumda iki noktanın üzerinde durmak gerekiyor sanırız. Birincisi, AKP ve bir dönemki liberal ortaklarının iddia ettiği gibi “İttihatçı Zihniyet” bütün kötülüklerin anası mıdır? İkincisi doğrudan İttihat ve Terakki üyesi olup olmadığı gibi spekülatif sayılabilecek tartışmaları bir kenara bırakırsak, Mustafa Kemal önderliği ile İttihat ve Terakki arasında ideolojik/programatik bağlamda nasıl bir süreklilik ve kopuş ilişkisi vardır?
İttihatçılar, bir çeşit tarikatçı zihniyet içinde, Tarık Z. Tunaya’nın deyimiyle, “kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun tek kurtarıcısı sayıyorlardı ve tek gerçek onlardaydı.” Bu yüzden hiçbir zaman Mustafa Kemal’i de gerçek bir lider olarak görmediler; zamanı gelince iktidarı kendilerine terk edecek başarılı bir komutan saydılar. Ne var ki işler bekledikleri gibi yürümeyince de bir suikastla Atatürk’ü yok etmeye çalıştılar. Buna karşılık bir kısım İttihatçı da geçmişteki hataları kabul ederek ve özeleştiri yaparak başlangıçtan itibaren ulusal harekete katıldı ve önemli görevler üstlendiler. O yıllara egemen olan koyu milliyetçi anlayış, savaştan çıkmış, yok olmaktan güçlükle kurtulmuş bir milletin duygusal refleksidir; dönemin koşulları içinde değerlendirilmelidir. Bugün elbette ki “Kemalizm” adı altında böyle bir milliyetçilik savunulamaz. Ne var ki “ulus-devlet dönemi bitti, artık küreselleşme çağındayız; sınırlar ortadan kalktı” şeklindeki bir söylem de aynı derecede yanıltıcı görünüyor. Türk pasaportunun Türkleri ve Kürtleri nasıl “ulusal” sınırlara hapsettiğini her gün binlerce vatandaşımız tecrübesiyle yaşıyor. ABD’li devlet adamları konuşmalarına sık sık “vital american interests” diye başlıyorlar ve buna karşı gördükleri ülkeleri de -bugünlerde Rusya’da olduğu gibi- dize getirmeye ya da yerine göre, bölmeye çalışıyorlar. Bir burjuva enternasyonalizmi altında gizlenen ulusal çıkar çatışmalarının, kapitalist kriz bağlamında, her gün biraz daha kızıştığı bir dönemden geçiyoruz.
AKP kurmaylarının ‘ekmekle karne dağıtılması’ örneği ve ‘führerle milli şef yan yana’ gibi söylemlerle ülkedeki aydınlanmacı birikimi tasfiye ederken kitlesini konsolide edecek bir anahtar kavram olarak ‘CHP zihniyeti’ ve tek parti rejimi ile savaştığını görüyoruz. Bu dönem genelde içinde bulunduğu tarihsel koşullarından soyutlanarak, anakronik bir yöntemle değerlendiriliyor. Bu sebeple şu soruları sorma gereği duyuyoruz: Tek parti dönemi Türkiye’ye mi özgüydü? Tek parti rejimleri tek parti döneminde yaşanan zor uygulamalar ve şiddet “CEHAPE Zihniyeti” diye ifade edilen tek bir parti miydi gerçekten yoksa o dönemin hemen bütün siyasetçilerini içerisinde barındıran CHP’de farklı eğilimler ve bu eğilimler arasındaki gerçekleşen bir hegemonya mücadelesinden bahsedilebilir mi?
Tek partili rejim elbette ki Türkiye’ye özgü bir rejim değildir; aksine Türkiye tek partiden çoğulcu demokrasiye zor kullanılmadan, serbest seçimlerle geçen tek ülke olmuştur. Bu evrim bir Anayasa değişikliği bile yapılmadan, sadece Dernekler Kanunu’ndaki bir tadilatla gerçekleşmişti. 1950’lerin ünlü Anayasa hukukçusu Prof. Maurice Duverger Türkiye’yi bu konuda örnek bir ülke olarak gösteriyordu. Bu geçiş yıllarını “Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş” başlıklı kitabımda incelemiştim. Aslında CHP’de her zaman farklı eğilimde gruplar olmuştur. Unutmayalım ki Demokrat Parti’yi de -birisi eski başbakan- dört tane CHP’li milletvekili kurdu.
Türkiye’de önce İttihat ve Terakki, ardından Kemalist kadrolar tarafından temsil edilen hattın karşısında konumlanan liberal-muhafazakar hattın ilk defa 1950’de Demokrat Parti aracılığıyla bir seçim başarısı kazandığını görüyoruz. “Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda tarihten soyutlanmış bir ‘Kemalizm’den ve bunların ürünü ’71 ve ’80 darbelerinden söz ediyorsunuz. Demokrat Parti’ye karşı yapılan 1960 darbesini bu kategoriye dahil etmiyorsunuz. 1960’ı diğer iki darbeden ayrı görmenizin sebeplerini biraz açabilir misiniz?
27 Mayıs darbesi aslında bir karşı-darbedir. Menderes’in büyük bir çoğunluğa sahip olduğu TBMM’de kurulan “Tahkikat Komisyonu”na muhalifleri üç yıla kadar hapsetme olanağı sağlayan kanun, aslında bir sivil darbe kanunuydu. Menderes’in elinde toplanmış bulunan yürütme gücü, yargı erkini de kontrol altına alıyordu. Bu bir sivil darbe anlamı taşıyordu. Örneğin Portekiz’de de Salazar diktasını bir Anayasa değişikliği ile kurmuştur. İlginçtir ki bir AB üyesi olan Portekiz’in bugünkü Anayasası, 1974’te Salazar’ı düşüren ve sömürgeciliğe son veren bir askeri darbenin ürünüdür. Bu yüzden de ülke tarihine “karanfiller darbesi” diye geçmiştir. Darbeler sadece askerler tarafından yapılmaz. Nitekim bugünkü yöneticilerin hayran olduğu Necip Fazıl Kısakürek de 27 Mayıs sabahı darbeyi Menderes’in yaptığını sanmış ve kendi deyimiyle “sevinçten uçmuştu”. Bunu “Babıali” adlı anı kitabında kendisi anlatıyor. Bunun dışında 27 Mayıs ordu hiyerarşisi içinde gerçekleşmediği için “düzen” fikrine aykırı bazı uygulamalara da yol açtı. Darbeciler tarihe iktidarı DP’den alıp CHP’ye nakleden bir grup olarak geçmek istemiyorlardı. Bazı temelli reformlara kalktılar ve bunda hiç başarılı olamadılar fakat tutumları ülkede bir takım büyük haksızlıkların yanı sıra bazı alanlarda da özgürlük marjının büyümesine yol açtı. Mayıs-68 devrimci akımı bu ortamda gelişti.
Türk Devrimi ve Sonrası kitabınızda 1971 darbesinden sonra oluşturulan, 1923’teki devrimci bağlamından çıkartılan ve resmi ideolojinin bir parçası haline gelmiş Atatürk kültünden bahsetmiştiniz. Fatih Yaşlı sizin yeni kitabınızla eşdeğer bir zamanda çıkmış olan ‘AKP, Cemaat, Sünni-Ulus’ kitabında kendisinin ‘Cumhuriyetin Uzun İntiharı’ olarak adlandırdığı, özellikle 1990’larda ‘Atatürkçülüğün’ kendi sol kanadını budamasıyla hem AKP’yi yarattığını hem de Kemalizm’i 1930’ları geri getirmeye çalışan bir politikaya hapsettiğini iddia ediyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Türk Devrimi kendi ilkelerini savunacak ve bunların devrimci bir şekilde aşılmasına zemin oluşturacak tarihi bir miras oluşturuyor. Aslında Kemalist kült zaman zaman Atatürk’ü de küçültür şekiller almıştı. Karizmaların nasıl sonlandığını inceleyen M. Weber bu konuda normal yolun “karizmaların rutinleşmesi” olduğunu söylemiştir. Bizde de aslında bu gerçekleşiyordu. Ne var ki son yıllardaki Atatürk düşmanlığı tam aksi sonuç verdi ve reaksiyon olarak kült yeniden şahlandı. Son yıllarda Anıtkabir’e akan insan selleri bu tepkinin ifadesidir. Tarih işte böyle tez ve antitezlerle ilerliyor.
“AKP’nin Önlenebilir Karşı-Devrimi” kitabınızda Haziran direnişinin göze çarpan motor gücü olarak genç kuşaktan ve genç kuşakların Türkiye’nin modernleşme çizgisi boyunca hep diktatörlük-gericilik karşıtı tutum almalarından söz açıyorsunuz. 1958’den beri gençlik hareketini gözlemleyebilmiş birisi olarak sizce gençliğe bugün düşen nedir?
Bugün Türkiye’de gençliğin büyük bir kısmı ne maddi ne de manevi planda çağdaş olanaklardan yararlanabilecek koşullarda bulunuyor. Bu durumda, böyle olanaklara sahip gençlere düşen görevlerin başında da önce kendi neslinin davalarına sahip çıkmak geliyor. Özellikle eğitim alanında. Ve bunu yaparken de kendilerini çağdaş bilgilerle donatmaktan, ülkede hala yaygın olan ve giderek daha da yaygınlaşma eğilimi taşıyan Ortaçağ hurafelerine karşı savaşmaktan geri durmayarak. Bu arada umutsuzluğa da hiçbir zaman kapılmadan. Mithat Paşa’dan bugüne, gençlik hareketleri, arada bazı karanlık sayfalara rağmen, siyasal tarihimizde parlak bir yer işgal ediyorlar.