Selefilik ve Radikalliğin Yüzleri

Üzerinde planlar kurulan bir bölgede atılacak dış politika adımlarının ne tür sosyal hasar ve yıkımlara neden olacağını arka planda tutup, küresel üstünlük tasalarıyla hareket etmenin ilerleyen zamanlarda dünyaya getirisinin ne olacağıyla ilgili sorunun yanıtı, bugün kan gölüne dönen Ortadoğu’da bir kez daha verilmişe benziyor. Bir kez daha’nın altını çizmek gerekiyor, zira daha önceki hatalı deneyimleri hatırlatmanın ziyadesiyle lazım olduğu bir dönemin tam olarak içerisindeyiz.

İdamcıları komünizme karşı kullanışlı bir vasıta olarak gören Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere verdiği desteğin açıkça olumsuz taraflarının bulunduğunu komünizme karşı İslamcı oluşumların destek- lenmesi fikrinin yılmaz savunucularının dahi ağzından duyabiliyoruz. Reagan’ın desteğinin ölçüsüzlüğü ile ilgili önemli bir yüzleşme olsa gerek bu. Eleştiriyi yapan isimlerden biri, Rand Corporation’ın 12 yıl siyaset bilimi başkanlığını yürüten ve 20 yıl kadar da Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) çeşitli ülke bürolarında görev almış olan Graham Fuller. Fuller’in bir eserinde verdiği bilgiden de anlaşıldığı üzere Reagan’ın Sovyetler karşısında kullanışlı bulduğu mücahitleri etik açıdan ABD’nin Kurucu Babalarına benzetebildiği bir dönemden geçmişti dünya.

Aynı tarihlerde Pakistan’da diktatör Ziya ül-Hak ile başlayan İslamizasyon süreci de bu desteklerden nasibini alır. Afganistan’ın komşusu Pakistan’da Zülfikar Ali Butto’yu deviren şeriat yanlısı diktatör Ziya ül-Hak’ın yönetimiyle sosyal, siyasal açıdan bir geriye gidiş söz konusuydu artık. 1980’lerde müttefiki Türkiye’ye sık sık gelip-giden Ziya ül-Hak, Pakistan’da izlediği politikalar ile anti-sekūler uygulamalara yönelmiş, gayrimüslimleri politika dışına itmiş, Hudut Yasası ile beraber tecavüze uğrayan kadınlara 4 erkek tanık zorunluluğu getirterek suçlu konumuna dahi düşürebilmişti. Artık yasa çıkarırken başvurulacak kaynağın mecrası değişmişti, toplum şeriatın katı destekçilerinin göstereceği biçimde hareket etmek zorundaydı. Bu dönem en yalın tanımlamayla, Pakistan tarihinin en karanlık dönemlerinden biriydi. Sovyet-Afgan Savaşı sırasında Pakistan’a göçen Afgan mültecilerin on binlercesinin medrese eğitiminden geçirilip, Sovyetler karşısında birer cihatçı haline dönüştürülmesi, hiç kuşkusuz bugünkü sorunların kaynaklarını göstermesi bakımından önemli bir örnek. Güney Asya’da sesleri iyiden iyiye yükselen cihatçı radikallerin sadece pratik anlamda değil, teorik anlamda da kendilerini kanıtlamaya başlamaları çok fazla zaman almadı. Zamanla daha fazla davetler yapan, üreten oldukça etkin bir güç haline geldiler. Kemalizm tahlili yapan bir eser dahi ortaya koyan, siyasetten, tarihten bihaber olmayan Abdullah Azzam’dan El-Makdisi’ye kadar…

Küreselleşen dünyada ılımlı İslamcıların alacağı destek içinse daha çok ekonomik ve askeri işbirliğine açık olmaları ile demokrasiyi dillerine pelesenk etmeleri elzemdi.

ABD’li diplomat Richard Holbrooke, 2007’de bir TV programındaki söyleşisinde 11 Eylül’den bu yana ABD’nin dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasileri istediğini ifade etmiş, bölgede İsrail ile iyi ilişkilerde olacak, yönünü Batı’ya çevirmiş ılımlı İslam çizgisindeki siyasi oluşumları kuvvetle desteleyeceklerine vurgu yapmıştı İçerisinde farklı inançlardan insanların bulunduğu ülkelerde ılımlı İslam modelinin oturtulmaya çalışılmasının ağır bir bedel ile sonuçlanacağını “demokrasi sancaktarlarının algılayamaması” söz konusu olabilir miydi? Yoksa Batılı egemen güçlerin desteğini esirgemediği ılımlı İslamcıların demokrasi ile alan sınavının hiç de iç açıcı sonuçlar vermeyeceği tahmin ötesi olmadığı halde asıl önceliğin kimi ülkelerin menfaati açısından Ortadoğu ve yakın çevresindeki durumun daha olanaklı ve kontrol edilir hale gelebilmesi için müttefik hattın olabildiğince sağlamlaşmasını mümkün kılma çalışması mıydı mesele? Bu gibi sorular aynı zamanda bir an evvel devrilmesi arzu edilen Esad rejiminin öncelikli hedef haline getirilmesinin nedenlerini anlamada yardımcı olabilir.

ABD’nin küresel üstünlüğe dayalı egemen dış politikası adına takip edilmesi ve tavır konulmasını belirleyen önemli faktörlerin başında, bir ülkenin başta Rusya olmak üzere Çin, İran gibi ülkelerle olan ilişkileri geliyor kuşkusuz. Esad bu açıdan bakıldığında, hem Rusya gibi sakıncalı bir ülkenin sıkı müttefiki hem de İsrail gibi ABD dostu bir devletin azılı düşmanı konumunda. Konuya İsrail tarafından kısaca değinmek gerekirse; Eylül 2013’te İsrail’in Kuzey Bölge Komutanı Yair Golan’ın Yedioth Ahronot’a yaptığı açıklama ile Suriye’deki cihatçıların kötü bir düşman olduğu ancak buna karşılık Suriye ve Hizbullah’ın bölgeyi yerle bir eden Küresel Cihat’tan daha da tehlikeli düşmanlar olduğunu ifade edişini Suriye ve İsrail ilişkilerini adeta özetler nitelikte bir açıklama olarak saymak mümkün. Bugünlerde görüldüğü üzere ABD, Esad konusunda ısrarcı davranan sarsıntılı müttefiki AKP ile birlikte Esad’a karşı muhtemel son kozlarını oynuyor. Bölgeyle yakından ilgili bazı uzmanlar ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer bölgesel devletlerin Esad’ın yerine kimin geçeceği ile yeterince ilgilenmeden devirmeye yönelik oynadıkları kumarın başarısızlıkla sonuçlandığının bilincindeler. Esad’ın devrilmeye çalışılması süreci anlaşıldığı üzere yalnızca bölgede konuşlanan Selefi Cihatçılara yaradı. Tüm unsurlarına olmasa da Türkiye’nin dahil olduğu bölgesel devletlerin desteği ile bazı Batılı güçlerin hatalarıyla güç kazanan cihatçı Selefi örgütlerin inanç dünyası üzerinden yazıya devam etmekte fayda var.

Selefilik ve Ortadoğu’nun İstikbali

20 Kasım 1979, erken saatlerde Kabe’nin silahlı ve kalabalık bir grup tarafından basılmasıyla Suudi Arabistan’ın, çözümü hiç de kolay olmayacak bir saldırı ile karşı karşıya geldiği tarihtir. “Allah-u Ekber” nidalarıyla baskını gerçekleştiren ve sayıları yüzlerle ifade edilen silahlı, öfkeli kitle yönetimden hesap sorma ve de bir daveti yerine getirmek üzere oradadır. Etraftaki insanların olanlara bir anlam veremiyor oluşu, baskını yapanların lider Cuheyman el-Uteybi’nin hoparlörden gelen sesiyle karşılık bulur. Suudi Hanedanlığının işbirlikçi ve kafir olduğunu ilan eden, mevcut düzenin bozuk bir düzen olduğunu haykıran ve bu nedenle şeriatın doğru biçimde uygulanmasını isteyen El-Uteybi, büyük cesaret isteyen bir işe kalkışmıştır artık. Hemen yakınında bulunan ve mehdi olduğunu müjdelediği Muhammed bin Abdullah el-Kahtani’yi işaret ederek mehdiye biat edilmesini istiyor, kurtuluşa da ancak bu sayede erişilebileceğini ifade ediyordu. İsyan bastırıldıktan sonra Suudi Yönetiminin alacağı kararların hiç de kibarca olmayacağı aşikardı. Nitekim Cuheyman el-Uteybi’nin önce kolları, sonra bacakları ve en sonunda da kafası kesilir. El-Uteybi’nin haricinde de ele geçirilen 60’tan fazla isyancıyı da farklı bir son beklememektedir… Hepsi kesilerek öldürülür. (9 Ocak 1980)

Bu olay, İslam aleminde bir kimse, kesim, örgüt veya yönetimin kafirlikle suçlanması ile ilgili “tekfir” konusunda verilebilecek en yerinde örneklerden biridir belki de.

Kaynayan gündemi, yaşanan kıyımları ve karmaşasıyla Ortadoğu, çoğu insana bölgede Müslüman olduğunu söyleyen cihadi örgütlerin Müslümanları hangi zihniyetle öldürebildiğine dair soruları sorduruyor. Şüphesiz bu günlerde bu sorular en başta IŞİD etrafında birleşiyor. IŞİD ve benzeri tekfirci tarafı olan örgütlerin bu soruya yanıtı oldukça açık: “Onlar Müslüman değil, kendini öyle zanneden mürtedlerdir.” (Mürted: İslam dininden çıkan.)

Tekfir etmek, bir Müslümanın esasında gerçekten Müslüman olmadığını, kafir olduğunu öne sürmeye denilmekte. Sık sık ve kolayca insanları kafir edenleri tekfirci olarak sayılmaktalar. Bugünlerde adı tekfircilikle en çok anılan IŞİD, tekfirci tavrıyla köklü bir geçmişi de akla getiriyor.

Öncelikle belirtmekte fayda var; dini konularda herhangi bir tavizin verilmemesine özen gösterdiğini sıklıkla vurgulayan ve taviz veren grubu, kimseyi kula kulluk edilen tağuti sisteminin bir parçası olarak sayıp, kafir ilan etmekte tereddüt etmeyen ve bundan sebeple de “tekfirci” olarak lanse edilen Selefiler kategorisinde değerlendirilebiliyor IŞİD. İslam algısına ters düşen Müslümanları kolayca kafir sayabilen tekfirci özelliğinin öne çıkması, çeşitli dini isimlerin IŞİD aleyhinde söylemler geliştirmesine ve bu iddiaların hatırı sayılır bir kesimde karşılık bulmasına olanak sağlamıştı. Küresel Cihat Hareketinin önde gelen isimlerinin de ağır eleştirileriyle karşılaşan IŞİD, kimseye kulak asmayıp, şiddet eylemlerinde kendine bir sınır koymaksızın hareket etme yoluna gitmesinin bir bedeli olarak neo-harici örgüt damgasını yemekte çok gecikmedi. El-Ğuneyman IŞİD’in Müslümanları öldürmekle suç işlediğini ve bu nedenle de harici hükmünde olduğunu ifade etmesi buna bir örnek. Veya cihadi ideolojinin fikri önderlerinden Ebu Katade el-Filistini’nin benzer bir çıkışla IŞİD’i harici olarak nitelemesi ile Suudi Arabistan Büyük Müftüsü Abdülaziz el eş-Şeyh’in IŞİD’i Harici uzantısı olduğunu belirtmesi. Ve daha niceleri…

İslam dünyasının yakın düşmanı olarak tanımladıkları Şiileri -onların deyimiyle Rafizileri- katliamlarla kökten yok etmeye çalışmaları IŞİD’in önceliği gibi duruyor olsa da diğer Selefi örgütlerin de bu hususta IŞİD kadar olmasa da büyük ölçüde bir farkları olduğu söylenemez.

Peki özellikle son zamanlar çokça duyulur olan Selefiler kimdir, Selefilik nedir? Bölgedeki dinsel ve siyasal karşılığı nedir? Bu soruların cevabını elden geldiğince yanıtlamaya çalışalım…

Bundan yaklaşık 700 yıl kadar evved Şam dolayları, halkın yoğun ilgi gösterdiği ağaç ve taşları şirkin bir tezahürü olarak saydığı için kesen, kıran bir din alimine tanıklık etti. Hemen her geçen gün daha da așina olunan Ortadoğu’daki selefi-cihadi oluşumların itibar ettikleri kaynakların da en başında gelen bu alim, yaşadığı dönemin yıkıcı Moğol saldırıları karşısında mescitlerde yaptığı konuşmalarla insanları cihada teşvik eden ve bu cihada bizzat katılmaktan da geri durmayan Harran doğumlu İbn Teymiyye’den bir başkası değildi. Allah’ın dışında bir başka ilahı daha ortaya koyma veya kabul etme manasını taşıyan şirke karşılık ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a inanıp, O’na ibadet eden muvahhid bir kişiliği taşımak, Teymiyye’nin ve onun kurucusu sayıldığı Selefiliğin başlıca özelliklerinden bir tanesi. Canı ve malıyla fiili davranılmasını telkinn eden inançları doğrultusunda kendisi de bizzat cihat saflarında yer alan Teymiyye, bu bakımdan bilhassa radikal Selefi cihatçılarca ilmiyle amil bir alim olarak hürmetle anılmasının yanı sıra örnek bir kimse olarak sayılıyor. Buradan bakıldığında ne El-Nusra’nın çocuklara askeri eğitim vermek maksadıyla açtığı kampın ne de Filistin’deki Cundu Ensarullah adlı Selefi örgütün “İslam Emirliğini” ilan ettiği camiinin adının İbn Teymiyye olması bir tesadüf olarak okunabilir gibi duruyor.

Dini konulardaki radikalliği ve yeniliğe kapalılığı ile tanınan İbn Teymiyye ile sınırlı değil Selefi figürler. Aynı zamanda Teymiyye’nin öğrencisi de olan alim İbn Kayyim ile 1740’larda Arap Yarımadası’nı derinden etkilemeye başlayan ve kalıcı bir biçimde iz bırakmış olan Muhammed bin Abdülvehhab da diğer önemli tarihsel figürlerden. İbn Teymiyye kadar öğrencisi İbn Kayyim de Selefilik denilince ilk anlatılması gereken dini kişiliklerden biri. İbn Kayyim’in asırlar öncesinde ele aldığı konulara dair belirttiği görüşler, şimdilerde cihadi hareketlerce uygulanıyor olmaları bakımından güncelliğini korudukları bir gerçek. Kayyim’in aşkı tanımlarken zihinde veya dilde Allah sohbeti olmayan insanların işi olduğunu ifade edişi de namaz kılmayanlarla ilgili olarak veya kafir sayılan kimselerin öldürülüşüne dair söyledikleri de onun düşünce yapısıyla ilgili somut bir tabloyu çizmeye yetiyor.

Bir insanın boynunun kılıçla vurulması durumunu şöyle açıklamakta İbn Kayyim: “Boynun kılıçla vurulması, öldürme tekniklerinin en iyisinden ve kişiye eziyet vermeyen en iyi vurma şekillerindendir. Nitekim yüce Allah (c.c.) mürted olan (İslam dininden dönen) kafirlerin öldürülüşünü onlara kılıçla eziyet vermeden bile direk boyunlarının vurulması olarak biçmiştir.”

Evli olup da zina yapan kimseler hakkında ise şunları söylemekte Kayyim: “Evli olup da zina yapan bir kişi hakkında da onların taşlarla öldürülmesinin (recmin) başlıca nedeni (o taşların atışından çıkacak) olan acının bütün bedenin her tarafında duymasını sağlamaktır. Öyle ki o zinakara haram olan bir lezzette bitişmiştir. Aynı zamanda bu öldürme şekli en şeni olan öldürme tekniklerindendir. Nitekim zinaya davet eden bu kişi gerçekten çok büyük ve tehlikeli bir şeye de ayak basmıştır. Böylece de bu akıbetin ağırlığı bu (zina) fiiline davet edene göre ayarlıdır. Aynı zamanda bu (recm) akibeti Allah’ın (c.c.) Lut kavmini -işledikleri pisliklerden dolayı- taşlarla recmetmesi (taş yağdırması) akıbetini hatırlatmaktadır.”

İbn Teymiyye ve Íbn Kayyim’den 400 yıl kadar sonra bu kez Arap Yarımadası bir tevhid alimi ile karşılaşır. Muhammed bin Abdulvehhab. Allah’ın dışında ibadet gerçekleştirildiğini söylediği ağaç ve mağaralar onun hedefi olmaktan haliyle kurtulamaz, tümü ortadan kaldırılıp, halka da ziyaret yasağı yetirilir. Bu örnek akıllara Abdulvehhab’ın da etkilendiği bir ismi, İbn Teymiyye’yi getiriyor. Kadılık görevini yaptığı sırada yanına gelerek birkaç defa zina ettiğini itiraf eden bir kadını recmetmesi ile türbeleri yıkması Abdulvehhab’ın ünlenmesini sağlar. Bir coğrafya, bir kültür düşünün ki; bir kadını taşlayarak öldürtmeniz sizi kayda değer biri kılabiliyor. Dahası halen daha aynı coğrafya için övünülür bir tarihi şahsiyet olmada bir gerekçe olabiliyor taşlayarak insan öldürtmek.

Selefiler daha çok Şiilere ve tasavvufi tarikatlara karşıtlıkları ve sürtüşmeleriyle ön plana çıkmaktalar. Din namina sonradan ortaya çıkarılan seylerden sakındıldarını ve sonradan ortaya çıkarılan her şeyin bid’at ve de her bid’atın da sapıklık olduğunu sıklıkla tekrarlar. Bazı tarikatlarda tarikatın kurucusu niteliğindeki dini önderin ismi anılarak yardım dilenilmesi Selefilerin tevhid meselesi dolayısıyla hasımca tavır aldıkları tarikatlarla yaşadıkları münakaşaların şiddetli bir hal almasının ana nedenlerinden biri durumunda. Basitçe bir örnekle; Kadiri tarikatından olan birinin “medet ya Abdülkadir-i Geylani” diyerek Allah haricinde birinden yardım dilenmesi Selefilere göre caiz olmamanın da ötesinde açıkça şirk koşmaktır. Veya bir kimsenin adına kurban kesmek de aynı şekilde şirk koşmaktır. Her kim kendisi ile Allah arasına bir aracı koyarak o kişiye yalvarırsa ve bu batıl yoldan dönmezse kafirdir Selefilerin nazarında. Bu gibi nedenler dolayısıyla tarikatların Selefilerin gözünde şirkin kalesi konumunda olduğunu ifade edebiliriz.

Ayrica Şii ve tarikatların dışında sert eleştirileri başta Hamas olmak üzere Filistin’e dahi yöneltebilmekteler. Bu durum elbette sadece Filistin’deki sosyal-siyasal yapıya kızgınlık ile sınırlı değil. Tarihsel bir gerekçe de bulunuyor Selefilerin elinde. Ağustos 2009’da Hamas güvenlik birimleri ile Gazze’de İslam Emirliği ilan ettiğini duyuran Cundu Ensarullah adlı Selefi örgütün çatışması 20’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı. Selefi örgütün lideri Abdullatif Musa da ölenler arasındaydı. Bu olayın Selefilerin Hamas’a ve hatta Filistin’e bakışlarını ne ölçüde şekillendirdiği dikkate değer bir konu. Mısırlı Selefi Şeyh Talat Zehran’ın Hamas’a ve Filistin’e dair yaptığı açıklamalar ise pek çok şeyi anlatır durumda. Zehran Gazze’ye yardım etmenin caiz olmadığını, sebebini ise orada ne sancak ne de emir olmaması, aralarında Şiilere tabii olanların ve komünistlerin bulunduğu şeklinde izah etmişti. Ayrıca Zehran’a göre, Hamas Sünni olmasına karşılık Hizbullah ve İran’ın izinden gitmekteydi.

İlk Müslüman nesillerin yaşadığı saf İslama dönük kendi perspektifinden bir atılımı olan ve pek çoklarınca modernist yönüne de dikkat çekilen Muhammed Abduh gibi istisnaları kapsamaksızın Selefileri tanıtmaya devam edelim.

Siyasi açıdan değerlendirildiğinde, İslam dışı olarak nitelenebilecek dini, siyasi düzeni dönüştürerek şeriata uygun hale getirme niyetiyle partisini kurup, siyasal sistem içerisinde yer alan ve gerekli gördüğü değişiklikleri muktedirlik durumuna göre adım adım uygulamaya çalışan Selefiler bulunduğu gibi hüküm koymayı demokratik yapıların eline bırakmayı tağuti düzen bağlamında değerlendirerek demokrasiye, parlamenter sisteme hiddetle karşı çıkan Selefiler de mevcut. Mısır’daki Selefi “Nur Partisi”, anayasadaki “egemenlik hallkındır” ibaresinin “egemenlik Allah’ındır” şeklinde değiştirilmesini talep etmesi, Selefilerin siyasal sistem içerisinde yer alıp da demokratik laik düzeni dinselleştirmeye çalışmasına bir örnek olarak gösterilebilir.

Ayrıca önde gelen Selefi din alimleri sık sık insan hayatının hemen her alanına müdahale edici fetvalar vermekle meşhurlar. Buna bazı isimlerden örnekler vermek gerekirse:

Suudi Arabistan’ın Eski Büyük Müftüsü Abdülaziz bin Baz birtakım görüşleri sonrasında dünyanın gündemine oturmuş, Türkiye’de de az çok tanınır olmuştu. Verdiği bazı fetvaları aşağıda sıralıyorum:

“Doğan çocuğa isim koymak babanın hakkıdır: lakin annesi ile istişare etmesi de gönüllerin hoş tutulması ve kalplerin ülfeti için müstehaptır.”

“Hakikatte, şarkıcılar genelde günahların galip geldiği şarkılar söylerler. Enstrümanlarının ve garip müziklerinin sesini hoparlör ile yükseltiyorlar. Bu çalgıcılar davetlileri karşılayıp mal toplayarak, kendilerine zillet yazılmış aşağılık kimselere saygı gösterirler.”

“Damadın fotoğrafçı ile beraber kadınların yanına girmesi caiz değildir.”

Gene Suudi Arabistan’ın en tanınmış din alimlerinden İbn Useymin ise şunları söylemekteydi:

Peruk haramdır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisinin yasağı kapsamındadır: Allah saç ekleyene de ekletene de lanet etsin!”

“Saça kırmızı, sarı, altın rengi v.b. meç yapmak caizdir. Ama siyah boya caiz değildir.”

“Bazı kadınlar ramazan günlerinde koku sūrünüp mescide çıkıyorlar ki bu caiz değildir. Zira yolda kokularının başkasına ulaşma ihtimali vardır. Evden dışarı çıkarken koku süren kadın evden çıkar çıkmaz mahreminin arabasına binecek ve yabancı erkeklerin bulunmadığı bir yere gidecekse koku sürmesinde sakınca yoktur.”

İbn Fevzan ise şunları demektedir:

“Eğlence aletlerinin kırılması vaciptir.”

“Müslüman kadının güzelleşmek için dişlerini düzelttirmesi haramdır.”

“Üzerinde canlı resmi veya müzik aleti bulunan kurdele takmak: Caiz değildir. Zira elbiselerde veya başka şeylerde resim kullanmak haramdır. Eğlence aletlerinin de kırılması vaciptir.”

“Kadınların mahremi olmayan erkeklere takılarını göstermesi caiz değildir. Bilakis evden çıkarken bunları örtmeli, erkeklerin bakışlarından gizlemelidir.”

“Saç taramakta aşırı gitmek caiz değildir.”

Mürted (İslam dininden çıkmış) saydıkları yöneticilerin olduğu bölgeler başta olmak üzere cihadı İslamın olmazsa olmazı olarak sayan cihadi Selefilerin ciddiye aldıkları din alimlerinde ise Suudi rejimine yakın alimlere kıyasla dini konularda daha da keskinlik mevcut.

Çoğu insan yabancı olduğu aşırı düzeyde şiddet içeren Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında “bunu nasıl bir zihniyet, öğretiyle yapıyorlar” minvalinde soruları doğal olarak kafasında kurar. Bu soruyu kısmen de olsa Küresel Cihad Hareketi’nin en önemli ideologlarından Ebu Katade el-Filistini ile yanıtlamak mümkün. Soruya gelmeden belirtmekte yarar var, Ebu Katade gerek 1995’te İslam dininden dönen kişinin eşi ve çocuklarının dahi öldürülmesinin haklılığına dair Cezayir’de verdiği fetva, gerekse 1999’da Yahudilerin öldürülmesini savunmasi ve Amerikalılara dönülk saldırıları övmesiyle geçmişte de gözlerin çevrildiği bir din alimiydi. Dönelim Ebu Katade’nin “El Cihad Ve’l ictihad” adlı eseri cihadi-Selefilerin anlayışını, motivisyonunu gözler önüne serdiği görüşlerine.

Eserde Ebu Katade şöyle demekte: “Sa’d bin Muaz, Beni Kureyza Yahudilerinin bütün erkeklerinin öldürülmesi hükmünü verdiğinde, onun verdiği bu hüküm hakkında şöyle denildi: “Bu, Allahu Teala’nın, yedi kat semanın üstündeki hükmüdür.” Öyle ki Allah düşmanları, sadece Müslümanların adını duymakla korkudan tir tir titrerdi. Ki Resulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Ben korku ile yardım olundum” sözünün manası da budur. Çünkü Müslümanlar, Allah düşmanlarını boğazlamakla Allah’a yakın olmaya çalışırlar. Dolayısıyla boğazlamak onların karakteri olup, Allah’ın, haklarında başka bir şey diledikleri dışında, yeryüzünün günahlardan arınıp temizlenmesi de buna bağlıdır.”

Gene Ebu Katade ayni eserde hırsızlık, zina ve irtidad konularında şöyle demektedir: “Hırsızlık yapan kimsenin eli kesilir. Bu nedenle hırsızlık arzusunda olan kimse parmaklarını başkasının malına uzatmadan önce, binlerce defa elini yoklar… Zina eden kimse recmedilir veya kırbaçlanır. Bu nedenle zina arzusu taşıyan kimse, kendisine atılacak taşların sıcaklığını veya kırbaçların acısını veya halk arasındaki itibarının yok olmasını düşündüğü zaman şehveti kendiliğinden yok olacaktır. Dinden dönmek isteyen kimse, bu şeytani düşünceyi aklından geçirmeden önce korkudan boğazı kuruyacaktır.”

IŞİD ve Sonrası

IŞİD’in Musul’a girmesinin 1 aydan daha kısa bir zaman öncesinde El Kaide lideri Eymen el-Zevahiri’nin Suriye’de şelale gibi akan cihatçı kanlarını durdurmanın formülü olarak işaret ettiği Irak sahasına IŞİD’in yönelmesini istemesi ve Maliki yönetiminden ciddi düzeyde rahatsızlığı bulunan Sünnilerin kurtarıcı bir güç arıyor oluşları, Işid’in bölgeyi kan gölüne çevirmesiyle devam eden bir bölgesel terör sürecini beraberinde getirdi. Her ne kadar El-Kaide ile Işid arasında biat noktasında zıtlaşmalar ve çatışmalar yaşanılmış, bazı Selefi kesimlerce IŞİD tekfirci bir oluşum olarak nitelendirilerek karşı tavır alınmış olsa da Batılı güçlerin IŞİD’e sert ve artan şekilde müdahalelerde bulunması, diğer Selefi örgütler ile IŞİD’in yakınlaşması olasılığını mümkün kılabileceği gerçeği bir başka ve hatta bölge açısından asıl tehlikeyi barındırıyor…

Unutmadan, IŞİD’in bugün kan gölüne çevirdiği toprakların 8. yüzyılda Abbasi Halifesi El-Mehdi tarafından zındıkların kılıçtan geçirildiği topraklar olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kaynaklara göre, tek bir tane zındık bile bırakmamaya kararlı Abbasi Halifesi El-Mehdi, tümünü kılıçtan geçirerek Bağdat dolaylarını kan gölüne çevirir. Diyanet’in de reddetmediği bu gerçek, Diyanet’in kendi sitesinden aynen şöyle aktarılmakta: “Halife el-Mehdi hicri 168 yılında Bağdat’ta ne kadar zındık varsa hepsini kılıçtan geçirmiştir.”

Evet, IŞİD ne bir ilk ne de muhtemelen bir son…

Ve Kobani… “Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir” der Goethe. Motivasyonu ganimet, huri olan ve aklı sıra batıla karşı savaştığını sanan cani sürüsüne karşı ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen var gücüyle savaşan Kobani halkının mücadelesi çok özel bir önem taşıyor benim için. Kobani’deki direniş, ne kadar güçlü, organize olursa olsun cehalet karşısında dik durulabileceğini çoktan kanıtlamış bulunuyor. Cesaret dolu Kobani direnişi bölgenin, dünyanın geleceği adına kaygısı olanlar için büyük bir umut durumunda. Mücadeleleriyle bu umudun baki kalmasını sağlayan Kobani direnişinin anlamını sadece bazı kesimlerin değil, zamanla herkesin görebileceğini umuyorum…

Kaynakça

  1. İbn Teymiyye, Tevhid ve Kader, Takva Yayınları
  2. Tim Weiner, Küllerin Mirası, Koridor Yayınları
  3. Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi Cilt 2, iletişim Yayınları
  4. Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, Profil Yayınları
  5. Abdullah Azzam, Kayıp Minare, Küresel Kitap
  6. Ebu Katade, El Cihad Ve’l İctihad, Şehadet Yayınları
  7. Halid el-Huseynan, Hanimlar İçin 1000 Fetva, Polen Yayınları
  8. Bernard Lewis, İslamın Krizi, Literatür Yayınları
  9. Oliver Roy, Siyasal İslamın İflası, Metis Yayınları
  10. Ali Çimen, Kırık Heykel, Timaş Yayınları
  11. BBC News – Abu Qatada timeline
  12. http://www.incanews.com/haberler/8720/dr-eymen-el-zevahiri- den-isid-aciklamasi
  13. http://hadis.diyanet.gov.tr/hadis_sozlugu.aspx?harf=Z&id=999
  14. http://www.jpost.com/Middle-East/Major-General-Yair-Golan- Assad-could-stay-in-power-for-years-to-come-326466