Öfkenin Kurucu Meclisi: Sokak

Kamusal alan denince genellikle aklımıza park, meydan gibi sınırları belli, ‘özelleştirilmiş’ mekânlar gelir. Oysa sokaklardan tutun da yapıların diş cephelerine kadar aslında kentin bütünlüklü bir şekilde bir kamusallık içerdiğini söyleyebiliriz. Bu bakış açısı, aynı zamanda kent mekânının metalaştırılmasına, kentlerin sermaye gruplarının çıkarlarına uygun projelerle parçalanmasına karşı kentleri savunmak için de elimizi güçlendiren bir unsur. Çünkü güncel olarak ağır neoliberal saldırılarla özelleştirilmeye çalışılan ‘emeğin kendini yeniden ürettiği alanlar’ olarak tanımlanan eğitim, sağlık, kentsel altyapı hizmetleri vb. alanlarda, kamusal yarar ilkesi, tutunacak en güçlü dalımız. Dolayısıyla kentin içerdiği kamusallık, bilhassa ‘sokak’, kenti, metrekare ve fiyat biriminin çarpımından ibaret gören zihniyete karşı mücadelede hem fiziksel hem de politik olarak belki de tek yaşam alanımız.

Kentsel parçalar arasındaki ilişkiyi ve kentsel aktörlerin hareket alanını sağlayan sokak, bu özelliğiyle aslında kentlerin kamusallığının asli unsurudur. Dilimizden hiç düşürmediğimiz kamusal yarar ilkesinin de yegâne garantisi sokaktır.

Belki de bu kamusallığı yok etmek adına, sokak, ya alabildiğine genişletilerek ulaşım faaliyetleriyle boğuluyor ya da sosyo-kültürel karakteri ticari faaliyetlerle yok edilerek açıkhava AVM’sine dönüştürülüyor. Hatta bunlarla da yetinilmiyor, rezidans-plaza-shopingcenter üçgeninde, sokaklar bütünüyle ortadan kaldırılarak yelerini hayatın hızlı ve kaygısızca akıp geçtiği, toplumsal ve doğal etkileşimlerin sıfırlandığı otoyollara bırakıyor.

Siyasal açısından da sokak, toplumsal tarih boyunca, iktidar mücadelesinin vazgeçilmez arenası olmuştur. En bilinen örnek olarak, Fransız Devrimi, Paris’in dar sokaklarında kurulan barikatlarla zafere ulaşmıştır.

Aynı şekilde İtalya’da da sınıf mücadelesinin yükseldiği, İtalyan Komünist Partisi’nin güçlü olduğu bir dönemde Mussolini faşizmi, iktidarını, Napoli ‘den Roma’ya olan ünlü yürüyüşe yani ‘sokakta’ kazandığı zafere borçludur.

Sokağın fiziksel ve politik karakterini çözmek için tarih boyunca sokağa etki eden iktisadi, kültürel, siyasal dinamiklere ve bu etkiler sonucu kamusal alanda yaşanan tarihsel dönüşüme odaklanmak gerekir.

Antik Yunan’da kamusal alanlar doğrudan siyasal denetimin adresiydi ve en önemli işlevleri buydu. Roma dönemiyle birlikte oluşan siyasal kademelenme kamusal alanları, siyasal denetim aracı olmaktan çok iktidarın görsel güç gösterilerini sergilediği alanlara dönüştürüldü. Ortaçağda kamusal mekânlar, dini yapıların hâkimiyetindeyken ilerleyen süreçlerde ticaretin gelişmesiyle birlikte meydanlar ve sokaklar ‘pazar’ haline dönüşmeye başladı.

Böylece kamusal mekânlar politik bir arena olmaktan çok meta dolaşımının en önemli kanallarından biri haline getirildi. Ancak bu durum zamanla kentin kırsala üstünlük sağlayarak ekonomik faaliyetlerin merkezi haline gelmesine yol açtı. Kırsaldan kopup gelen kitlesel göçler kent nüfusunu artırdı ve artık kent merkezlerindeki kamusal mekânlar çok çeşitli sınıfsal kesimler tarafından ortak bir kullanım alanlı haline geldi.

Sokakları ekonomik faaliyetleri gereği yoğun olarak kullanan emekçiler zamanla çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle önce soylulara karşı sonrasında ise burjuvaziye karşı ayaklanmalarında politik olarak da sokağı kullanmaya, ‘işgal etmeye’ başladı.

Modern zamanlarda sokak

Sanayileşme ve plansız kentleşme sonucu kentlerde aşırı nüfus yığılması, çarpık kentleşme, salgın hastalıkların yayılması vb. durumları ortaya çıkardı. Bununla beraber mevcut kentsel yapı ve mimari gittikçe gelişen taşıt teknolojilerine uyum sağlayamadığı gibi sık sık ayaklanan işçi sınıfı isyanlarının bastırılması da dar sokaklar yüzünden pek mümkün olmuyordu. Tüm bunlar burjuva iktidarları, kentleri köklü ve modern bir dönüşümden geçirmeye zorladı ve böylece modern şehircilik anlayışı 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başladı.

Modern zamanlarda sokak, kapitalizmin ekonomik ve siyasal koşullarının şekillendirmesiyle iki temel işleve indirgenmiştir, meta ve taşıt dolaşımı… Bu süreçte alışveriş faaliyetleri ve ulaşım fonksiyonlarının işgaline uğrayan sokak; kamusal, sosyal, kültürel, siyasal vb. özelliklerini yitirmeye başladı,

Kırlardan kentlere göçün uzunca bir süre devam etmesi ve kentlerin gittikçe büyümesi ile birlikte kentsel bölgeleme adı verilen farklı işlevlerin kentin farklı bölgelerine yayılması anlayışı ortaya çıktı. Bu kentleşme tipi, erişilebilirlik açısından taşıt kullanımını zorunlu hale getirdi. Zamanla taşıt teknolojisinin gelişmesi otomobil kullanımını yaygınlaştırdı ve kentlerin geleneksel yapısı, özellikle yol genişletme çalışmalarıyla birlikte bozulmaya başladı.

Bu durum sokağın fiziksel yapısını da etkiledi. Çünkü artık kentsel yaşam, ‘A noktasından B noktasına gitmek’ ten başka bir şey değildi. Ulaşımın yaşamsal bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması, sokakları caddelere, bulvarlara ve hatta otoyollara çevirdi. Bunun dışında kalanlar ise genellikle özel alan kullanımın gerektirdiği şekilde çöp yığınlarıyla, park etmiş arabalarla dolduruldu.

Aynı şekilde ticari faaliyetler de sokağın kapitalist dönüşümünde önemli bir pay sahibi olmuştur. Zaten 16. yüzyıldan beri özelikle Avrupa’da coğrafi keşiflerle birlikte gelişen ticaret, kamusal alanları pazarlara çevirmişti. Bu dönemle birlikte günümüze kadar uzanan süreçte, yapıların ön cepheleri vitrinlere, sokaklar alışveriş mekânlarına, halk ise tüketiciye dönüştü. Her şeyin alınıp-satılır hale getirilmesiyle birlikte kamusal alanların kullanımı da belli bir tüketim kapasitesine sahip insanlar için özelleştirilebilir hale getirildi. Kapitalist kentleşmenin gerektirdiği ölçüde, ‘geçiş’ noktasına indirgenen sokak, böylece kamusallığından sıyrılarak tüketiciler için ayrılmış bir özel alana dönüştürüldü.

Lefebvre’nin de dediği, gibi: “(…) sokak yalnızca bir geçiş ve sirkülasyon yeri deyidir. (…) Sokak„ bir buluşma mekânıdır ve o olmadan belirlenmiş yerlerde (kafelerde, tiyatrolarda, çeşitli salonlarda) buluşmak imkânsızdır. Bu ayrıcalıklı mekânlar sokağı canlandırır ve bu canlanmadan yararlanır, aksi halde var olamazlar. Spontane bir tiyatro olan sokakta gösteri ve izleyici, bazen de aktör olurum. İşte burada hareket ve kaynaşma ortaya çıkar; bunlar olmaksızın meydana gelecek şey kent yaşamı değil, toplumda bölünme, donuk bir parçalanma ve kopma olacaktır. Sokaklardan ortadan kaldırıldığında sonuçları görülmüştür. Tüm hayatın sönüp gitmesi, “şehrin” bir yatakhaneye indirgenmesi, varoluşun anlamsız bir tarzda işlevlendirilmesi.”1

1970’lerle birlikte kentlere saldırı daha da artmaya başladı. Sanayi üretiminin kar oranlarındaki düşüş, endüstriyel faaliyetlerinin emeğin daha ucuz ve politik atmosferin daha kolay yönlendirilebilir olduğu 3. dünya ülkelerine kaydırılmasıyla aşılmaya çalışıldı. Sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerin kentlerindeki sanayisizleşme süreciyle birlikte emekçi sınıfların yaşam alanları da bir bir yok edilmeye başlandı. Artık kentlerde yeni bir şehircilik hareketi başlıyordu. Küreselleşmeyle birlikte gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde finans ve hizmet sektörü hâkimdi. Dolayısıyla artık fabrikaların yerini plazalar almıştı. Bu süreç konut biçimlerini de dönüştürmüş, kent merkezindeki çöküntü alanlarının temizlenmesiyle oluşan mekânlarda çok katlı yaşam alanları ve alışveriş merkezleri kurulmaya başlanmıştı.

Kentlerin kamusal niteliğinin yok edilerek mekânın alınır-satılır hale getirildiği böyle bir dönemde sokak da bu dönüşümden payını aldı. Ulaşım ve ticaret fonksiyonlarıyla zaten kamusal niteliği yok edilen sokak, bu sefer tümüyle ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Yeni tip kentleşme modellerinde, kentsel yapı, konut-iş-alışveriş alanlarıyla tanımlanmakta ve birbirinden keskin bir şekilde ayrılan bu yaşam alanları arasında da gelişkin, çok katmanlı ulaşım mekanizmaları bulunmaktadır.

Böylece bu modellerde sokak tümüyle ortadan kaldırılırken, doğal ve toplumsal temasın, kamusallığın, sosyo-kültürel yaşamın, kent kültürünün, toplumsal dayanışmanın yok edildiği bir ortamda aşırı tüketim, çevre kirlilikleri, toplumsal yozlaşma, psikolojik hastalıkların yaygınlaşması gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Oktay Ekinci’ye göre, sokağın ortadan kaldırılmasıyla birlikte kentlilik kültürü de yok ediliyor. “Sokak eşitliğin sembolüdür, simgesidir. Şimdi sokağın yerini siteler aldı. Siteler ise eşitliğin simgesi değil, kategorik yaşamın simgesi haline gelmiştir. (…) O sitelerde oturan insanlar evlerinden sokağa çıkabilmek için o tek giriş kapısına doğru yüzlerce metre yürümek zorundalar. Hemen o duvarın arkasındaki sokağa çıkamıyorlar. Ve kapalı sitelerde yaşayan insanlar dışarıdaki bütün insanları potansiyel hırsız olarak kabul ediyor. (…) Bu sistem sitede yaşayanlar dışındaki herkesi, bütün kent halkını potansiyel hırsız, potansiyel tacizci, potansiyel tehlikeli insan olarak gören bir mekânsal kurgulamadır ve böyle bir konut yerleşimi anlayışının kent kültürü olamaz. Kentlilik kültürünün olması hiç mümkün değil.”2

Bilimsel bilgiyi toplumsal ve doğal yaşamın korunması ve geliştirilmesi için kullanmak ve gittikçe artan nüfusun yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak adına kitlesel üretim faaliyetlerine, dayanışmaya ve gelişkin bir sosyo-kültürel yaşama yani bir ‘kent kültürü ve dayanışması’na ihtiyacımız var. Aynı şekilde kentlerde nüfus yığılmasının, çarpık kentleşmenin, kırsal yaşamın yoksullaşmasının, toplumsal kutuplaşmanın, doğal yaşamın yok edilmesinin, açlık ve salgın hastalıkların önüne de ancak, kentin kamusal niteliğini koruyup, geliştirerek geçebiliriz. Dolayısıyla kenti, kent kültürünü ve dayanışmasını, bu kültürün ve dayanışmanın mekânsal ifadesi olarak da sokağı savunmak artık bizzat yaşamı savunmakla birdir.

Öfkenin kurucu meclisi: Sokak

Kenti ve doğayı kuşatan piyasacılığa karşı koymanın yolu, kamusal bir mekân olarak sokağı korumaktan geçtiği gibi; sokağı, kamusallığı, kent kültürünü korumanın ve aynı şekilde topluma yönelen saldırılara karşı koymanın yolu da politik anlamda ‘sokak’ tan geçiyor…

Sokağın politik anlamdaki önemi, siyasal iktidara, bütün temsili demokrasi mekanizmaların aşılarak doğrudan müdahale edilebilmesini sağlayan bir mekân olmasıdır. Kuşkusuz yönetimsel mekanizmaların sokağa çıkan yurttaşlar tarafından doğrudan denetlenmesi, hükümetler tarafından hoş karşılanmaz. Çünkü siyaset zaten ‘halk adına’ belli bir kesim nüfuzlu ve profesyonel kişilerce yürütülmektedir.

Dolayısıyla kapitalist toplumlarda siyasal iktidar sokaktaki insandan korkar. Onun arzusu ‘kontrol’ dür. Bazı durumlarda bunu açıkça, tehdit ederek, şiddet kullanarak yapar. Bazı durumlarda ise dolaylı yolları kullanır: Araç trafiğini öne çıkarır, meydanları ya imkânsızlaştırır (Taksim Meydanı projesi gibi) ya da insanların kolayca ulaşmayacağı noktalara taşır (Zeytinburnu’ndaki ve Maltepe’deki denizin doldurulmasıyla oluşturulan meydanlar gibi), sokakların mülk sahipleri ya da kullanıcıları tarafından özelleştirilmesine izin verir, insanlar arasında diyaloğu buluşmayı kolaylaştıran kentsel mülkleri (bankları mesela) kaldırır. Çünkü sokaktaki insan potansiyel olarak karşıt güçtür.3

Kapitalist toplumlarda, halkın büyük çoğunluğunu emekçilerin oluşturmasından dolayı, halkın kendi politik inisiyatiflerini oluşturması ve siyasete etkin katılımı olabildiğince engellenmeye çalışılır. Eğer halk; ‘katılımcı, şeffaf ve demokratik’ yönetim denilerek soslanan sermaye çevrelerinin finansörlüğündeki ‘sivil’ toplum kuruluşlarıyla ya da düzen içi birtakım partiler eliyle temsili mekanizmalarda kontrol altına alınamayıp sokakları doldursa, karşısında topyekûn devletin şiddet aygıtını bulur.

En güncel ve de güzel halini Gezi’de gördüğümüz üzere, sokak; toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın, kolektif bir politik bilincin geliştirilmesinin, siyasetin ‘dört duvar’ içinden çıkartılıp halkın yönetime etkin katılımının sağlanmasının en önemli yolu. Mesela “sözün ‘vahşi’ hale gelebildiği, kanunlardan ve kurumlardan kaçıp duvarlara yazılabildiği başka neresi vardır?”4 Bunun en temel sebebi, sokağın, kamusal niteliği sayesinde, keskin sınırlarıyla kapalı, köhnemiş, kalıplaşmış, halkın ihtiyaçlarına cevap üretemeyen bürokratik mekanizmaların yerine dinamik, yenilenebilir, kolektif bir temelde inşa edilmiş bir yurttaşlık bilincine ve siyaset tarzına olanak vermesidir. Ancak bu kolektif emek sayesinde, halk, kolayca yönlendirilebilir bir kalabalık olmaktan çıkıp mücadelesini sahiplenebilir ve ülkesini, bir avuç sermaye sahibinin elinde oyuncak olmaktan kurtarabilir.

Bu nokta, toplumsal muhalefet için de can alıcıdır. Çünkü solun, toplumsallaşmasının ve düşünü kurduğu eşitliğin özgürlüğün ülkesini kurmasının yolu, siyasetin, birtakım ‘bilirkişilerce’ değil emekçi halkın dokunabileceği, denetleyebileceği, emek verip sahiplenebileceği bir tarza kavuşmasıyla mümkündür. Başka bir şekilde söylersek, düşümüz, sadece devrimci durumda öncü partinin bir ıslığıyla milyonlarca insanı sokağa döküp devrimi yapacağı gibi ütopik bir anlayıştan çıkıp Haziran’da da gördüğümüz üzere, sokağı şimdiden yoğun ve etkin bir şekilde kullanarak yani halkın doğrudan katılımının sağlanacağı ve kolektif bir emeğin yaratılabileceği, paravan değil ‘gerçek’ örgütsel mekanizmalar yaratılarak gerçekleştirilebilir.

Burada basitçe, “sokak siyaseti”nden bahsedilmiyor. Keza solun Haziran’dan sonra bile hala aynı ikilemi yaşadığını görmekteyiz. Bir tarafta “akşama kadar sokakta bir standın başında akan kalabalığa söylev çekmenin, Yüksel Caddesi’nde ya da Galatasaray Meydanı’nda umarsızca ‘görünür olmaya’ çalışmanın hüznü” var. Diğer tarafta ise; hiç dokunmadan, sadece kendisiyle konuşarak siyaset yapmayı ‘başaran’, kimseyi ikna etme, sürece katma, dönüştürme ihtiyacı hissetmeyen ve böylece hayatın güncel, gerçek ve yakıcı sorularına cevap üretme zorunluluğunu ortadan kaldıran, sadece eleştirmenin dayanılmaz hafifliğiyle konformizmin doruklarında uçan bir anlayış…

“Sıklıkla kullanılan bir sokak, suça karşı tek mümkün güvenlik aracıdır. Sokağın ortadan kalktığı her yerde suç örgütlenir ve suç oranları artar” der Lefebvre,5 Politik olarak da doğru bir ifade… Sokak siyasal, ekonomik ve sosyal tüm yönetimsel mekanizmaların ve icraatların dolayımsız bir şekilde denetim altına alınmasının yegâne aracıdır. Sokağın; yani ses çıkarmanın, hak aramanın, hesap sormanın, bir araya gelmenin, örgütlenmenin, dayanışmanın mekânsal ifadesinin olmadığı yerde, egemenlerin ‘ayakkabı kutuları’ dolmaya başlar.

Dipnot

  1. Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, Sel Yayıncılık, 2013, s. 23
  2. Sokak Bizim Derneği, Oktay Ekinci ile Sokaklar, Erişim: 15.09.2014 http://www.sokakbizim.org/oktay-ekinci-ile-sokaklar/
  3. Bülent Kale, İnsan, Sokak, Kent, Erişim: 15.09.2014 http://www.kargmnecmun.org/dergi/sayı/80/150#
  4. Henri Lefebvre, a.g.e, s. 23
  5. Henri Lefebvre, a.g.e, s. 23