Baştan söylemek gerekiyor. Bu yazı, “Atam gel bizi kurtar” diyenleri ya da “bırakın o faşisti” diyenleri mutlu etmek için yazılmadı. Tarih dışı bir yaklaşımla Mustafa Kemal neylerse güzel eyler demeyecek, devrimci bir dönüşümün mimarını katliamlardan ibaret gösterme düzeysizliğinden uzak duracağız. Türkiye’de devrimi arayanların, kendi ülkelerinin tarihine nasıl bakmaları gerekiyorsa Mustafa Kemal’e de öyle bakacağız. Yanlışlarını, zaaflarını gözden kaçırmadan; katkılarının hakkını vererek…
Devrimcilik tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de belirli bir reddiye üzerine kurulur. Var olanı devirmek ve daha ileri olanı kurmak için kolları sıvayanlar açısından kaçınılmaz bir tutumdur bu. Eğer devrimciyseniz, cumhuriyetin kuruluşunu eksik ve yetersiz bulur, sömürünün devam ettiğini vurgularsınız. Medeni kanunun kadın erkek eşitliğini tam olarak sağlayamadığını, bir noktada tıkandığını söylersiniz. Bir halk aydınlanmasına ayak basmayan laikliğin devletli olmaktan çıkamayıp toplumsal karşılık yaratamayışına dikkat çekersiniz. Ulusal kurtuluşun, Türkiye’de yaşayan tüm halklar için kurtuluş anlamına gelmediğini görürsünüz. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” iddiasını elinizin tersi ile iter, emek-sermaye çelişkisinin sürdüğünü gösterirsiniz. Devrimcilik bunlar olmaksızın sürdürülemez. Buna karşın devrimcilik, yaşanan tarihsel ilerlemeyi görmeksizin de korunamaz.
Türkiye burjuva devrimlerinin bile çok daha gerisinde bir anlayışla yönetilirken burjuva devriminden tatmin olmamak lüks sayılabilir bazılarına göre. Ancak, burjuva devriminin neden geriye düştüğünü, AKP denen zorba iktidarın hangi toplumsal zemine ayak bastığını inceleyecek olursanız burjuva devriminin ve burjuva devrimcilerinin bıraktığı boşluklarla, kurutmaktan imtina ettikleri bataklıklarla karşılaşırsınız. Bu, burjuva devrimcilerinin tarihsel zaafıdır. Kendisinden daha ileri olana ilişkin duyulan korku, daha geri olanın bir dengeleyici unsur olarak varlığını korumayı gerektirir. Sosyalizm geriye çekildiğinde ise; sizi köhne olandan koruyacak, tutunacak bir dal bulmakta zorlanırsınız. Burjuva devrimciliği ile yetinmemek, bugünün devrimcileri için bu yüzden aynı zamanda bir görevdir de.
Mustafa Kemal’in, 1923 Cumhuriyeti’nin gerisinde bir ülkede yaşıyoruz dedik. Tam da bu yüzden bugün devrimcilik, Mustafa Kemal ile kavga edilerek yapılamaz. Eğer bir hesaplaşma ihtiyacı var deniyor ise, hesaplaşma burjuva devrimciliğinin ilerisinde konum alarak, onun sınıfsal konumu nedeni ile beceremediklerini hayata geçirerek yapılır. Tarihsel bir ilerlemenin yarattığı yanlışları, yeterince ilerleyememiş olmanın ürünleri olarak görmek gerekir. Burjuva devrimciliği ile bunu vurgulayarak hesaplaşılır. Osmanlı sevdalıları ile bir olup ona küfrederek değil. 1923’ü ve onun önderini sahiplenmek ne Mustafa Suphilerin boğdurulmasını aklamamızı ne de Dersim katliamını olumlamamızı gerektiriyor. Görev, kurtuluş savaşına katılmak için öldürülmeyi göze alarak ülkesine gelenlerin rüyasını gerçeğe dönüştürme görevidir. Görev, katledilen halkların anısını halkların eşit ve özgürce yaşadığı bağımsız bir ülkenin yapıtaşı haline getirme görevidir. Devrimcilik tarihte arıza bulma uğraşı değil, arızaların yaşanmayacağı bir ülkeyi kurmayı görev edinmektir. Devrimci reddiyenin siyasal iktidar arayışı ile bağlantısını kuran bu görev bilincidir.
Ülkemizin tarihi incelenirken temel doğrultumuzu bu görev belirlemek zorundadır. Aksi takdirde dünyanın hemen hiçbir ülkesinde, tarihin herhangi bir noktasında ilerleme bulmak olanaksız hale gelir. Sahip olduğumuz güncel görev bize tarihin yönü olduğu ön kabulünü ve tarihsel olaylara ileri geri terazisi üzerinden bakma ihtiyacını dayatıyor. Tersinin işaret ettiği post modern yöntem(sizlik) ise yalnızca hareketsiz kalarak güncel görevlere yanıt verememe halini değil düşünsel bir karmaşayı ve bayağılığı da beraberinde getiriyor.
Cumhuriyet ve Mustafa Kemal de bu karmaşadan nasibini alıyor haliyle. Gerçekliği temel almayan bir övgü, gerçeğin tersyüz edilmesi ile örülen düşmanlık aynı yöntemsizliğin ürünü olarak önümüze geliyor. Tek tek tüm tezleri çürütmeye uğraşmaya ne vaktimiz ne de ihtiyacımız var. Önceliğimiz bugün verdiğimiz mücadeleye anahtar olacak, onun tarihsel referanslarını yerli yerine oturtacak tutarlı bir bakış açısı geliştirebilmek. Bunun için ilk olarak belirli kavramları netleştirecek; gericiliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranan, emperyalizmin işgali altındaki Osmanlı toplumuna ve o toplumdan kopuş arayışına bu kavramlar ışığında göz atacağız.
Kopuş, yöntemimizdeki ilk anahtar sözcüğümüz. Devrimci, bulunduğu toplumun ürünüdür ve onun kimi karakteristik özelliklerini taşır. Bu yüzden, farklı dönemlerin ve farklı ülkelerin devrimcilerinin her biri birer özgün “tip” görünümündedirler. Ancak devrimciyi dönemin herhangi bir “tip”inden ayıran, onun bulunduğu toplumla yaşadığı uzlaşmazlık, ondan kopuş arayışıdır. Bu kopuş sıradan bir kopuş, bu diyarlardan gitme isteği değildir asla. Bahsedilen kopuş, kendisi ile birlikte toplumu da tabiri caizse kopartan, toplumsal yapıyı sahip olunan idealler doğrultusunda değiştirmeye yönelen bir nitelik taşır. Örgütlü, planlı ve politiktir. Aynı zamanda tarihin yönü ile de uyumludur. Sınıfsal bir nitelik taşır. İktidarın köhnemiş bir toplumsal sınıftan daha ileri bir sınıfın eline geçmesini hedefler. Bu nedenle, kimi örneklerde yalnızca bu nedenle iktidarın gökyüzünden yeryüzüne inmesine ihtiyaç duyar. Laiktir.
Bu yönteme sadık kalacaksak eğer, Türkiye tarihi için olumlu ya da olumsuz herhangi bir istisna türetme hakkına sahip değiliz. 1923 cumhuriyeti su katılmamış bir devrim, Mustafa Kemal su katılmamış bir devrimcidir. Ama… İlk bakışta övgü dolu gözüken bu ve benzeri cümleleri bir “ama” ile sürdürme alışkanlığını ise hızlıca terk etmeye ihtiyacımız var. Doğru olan “ve” bağlacı ile devam etmektir. Çünkü devrimcilerin ve devrimlerin sınırlarını, zaaflarını, yanlışlarını belirleyenler istisnalar, arızi durumlar değil; onların sınıfsal karakterleridir. Türkiye’de devrim patron sınıfı adına yapılmıştır. Ve bu sınıf doğası gereği, iktidarı alır almaz kendisi dışındaki toplumsal katmanları siyasetin dışına itmek, kafasını kaldıran ilericiliği boğmak zorundadır. Burjuva devrimi, geri olanı siyaset alanından silmenin bedelini ileri olana ödetir. Sınır, yalnızca kişilerin değil sınıfın ve onun ideolojisinin sınırıdır. Daha ileri bir sınıfın devrimcisi olduğu iddiasındakilere ise bu zaaflar üzerinden burjuva devrimini karşıya almak değil, onun artık taşıyamayacağı ilerici iddiaları kendi programı zemininde anlamlandırmak düşer. Devrimciler için süreklilik de aynı kopuş gibi esastır. Olmazsa olmazdır.
Bahsettiğimiz tablo ve yöntem, Türkiye için özellikle geçerlidir. Gericiliğin esir aldığı Osmanlı toplumunun buna bir de emperyalizmin işgali eklenince verdiği yanıt Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yanıt istisna değildir. Devrimciliğin olağanüstü cesareti ve dik duruşu kadar patron sınıfın korkaklığını ve hainliğini de taşır. Emperyalizme karşı mücadele eden mazlum halkların verdiği destek ile zafer kazanan cumhuriyet, yüzünü ilk fırsatta emperyalist İngiltere’ye döner. Bağımsızlık mücadelesi artık başkalarının meselesidir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması sayesinde modern esaslarla devlet inşasına girişilir, toplumsal dokuda gerçekleşmesi gereken değişime ise temkinli yaklaşılır. Halkın kolay yönetilmesi, emekçilerin üzerine vazife olmayan işlere karışmaması gerekmektedir. Tebaa yerine vatandaşlık hukuku geliştirilir. Kürt emekçilerinin vatandaşlık görevlerini yerine getirmeleri beklenirken, iş vatandaşlık haklarına geldiğinde verilen yanıt katliamlardan fazlası değildir. Kürt ağaları ile ittifak, iktidar için daha önemlidir.
Cesaret ve korkaklık cumhuriyette bir aradadır. Korkaklığın cesareti kemirmesi, cumhuriyeti içeriden çürütülmesi ertelenir ama durdurulamaz. Belki de dünyaya örnek olabilecek bir cesaret ve yaratıcılık örneği olan Köy Enstitüleri kurulur. Ancak, gerici muhalefetin baskısı komünizm korkusu ile birleşince bu örneği bir çırpıda yok etmeye yeter de artar bile. CHP’nin, bugün AKP’den kurtulmanın yolu olarak gördüğü gericiliğe prim verme anlayışının kökü bu döneme kadar uzanır. Demokrat Parti’nin yükselişinden korkanlar, gericiliği kurutmaya yönelmek yerine taviz vermeyi seçerler. CHP eliyle Köy Enstitüleri kapatılır, yine CHP eliyle bugün hala başımızın belası olan İmam Hatipler açılır. Gericiliğe ellerini verenler, kollarını kaptırırlar. Sağ kısa uğraklar dışında bir daha hiç gitmemek üzere iktidara gelir. 70 ve 80 darbeleri, AKP dönemi derken cesaret ve dik duruşun yerinde yeller eser. Korkaklık ve hainlik ülkenin kaderi olarak görülmeye başlanır. Cumhuriyet artık yoktur.
Bahsedilen yokluk hali, yalnızca rejim için değil siyaset alanı için de geçerlidir. Cumhuriyetin taşıdığı laiklik ve bağımsızlık iddiaları, bugün hiçbir burjuva aktör tarafından retorik düzeyinde dahi taşınamayacak kadar ağır hale gelmiştir. Kemalizm kavramının kendisinin bir ideolojik bütünlüğü ifade etmekten uzak oluşu bir yana, onun parçalı yapısının ileriye doğru uç veren küçük bir bölümü dahi düzen içerisinde kalınarak savunulamaz durumdadır. Emperyalizmin bölge planları, Türkiye’deki patron sınıfının aç gözlülüğü, sosyalizm ihtimalinin düzeni şimdilik yeterince tehdit etmiyor oluşu Kemalizm’in düzen açısından lüks olarak görülmesine neden olur. Kemalizm, siyasal alandan olduğu gibi, ordudan da devlet bürokrasisinden de tasfiye edilmiştir. Durum, sol açısından da benzerdir. Sol cenahta, sözde Kemalist özde Maocu bir grup dışında Atatürkçülük oynayan neredeyse hiç kimseye rastlanmamaktadır.
Toplumsal yapı ise tersini söylemektedir. AKP karanlığına razı gelmeyen oldukça hacimli bir toplumsal kesim, ülkesine dönük beklentilerini Mustafa Kemal üzerinden anlamlandırmaktadır. Bir önceki paragrafta sayılanlar aynı toplamı siyasal alanda temsil eden herhangi bir öznenin bulunmadığını gösteriyor. Bu toplama dönüp de “sizin bildiğiniz yanlış Mustafa Kemal’in bu değerlerle hiçbir ilgisi yok” demenin herhangi bir çıktısı olmadığı gibi bu söylem tarihsel olarak da yanlıştır. Doğrusu, kitlelerin olumlu bulduğu, uğruna kavga edeceği ilerici değerlerin kendi arayışımızla olan ilişkilerini öne çıkarmak, bu ilişkiyi örgütlemekten geçer. Dahası, iktidarın bu değerlere, özellikle de laikliğe vahşice saldırıyor oluşu bahsettiğimiz doğruyu bir zorunluluk mertebesine yükseltmektedir. Türkiye’de bugün laiklik mücadelesini yüksek sesle dillendirmeyen, gerici iktidarın bilime ve insan aklına saldırılarına amasız fakatsız yanıt veremeyen bir odağı devrimci olarak adlandırmak fazlasıyla lüks kaçacaktır. Yobazların iktidar olduğu bir ülkede laiklik mücadelesini önemsemeyenler, devrimci bir yaklaşımdan ve tarihi okuma becerisinden yoksundurlar. Düzeni değiştirme arayışını, yeniyi temsil edemezler.
Devrimciler açısından, yaklaşımın sınırlarını ise ilkeler ve program belirler. Devrimciler bu tabloya, “madem siyasette Kemalizm yok ama sol Kemalist çok” fırsatçılığı ve ilkesizliği ile yaklaşamazlar. Çözüm Kemalizm’in parçalı yapısının hakkını vermekten geçer.
Laiklik ve bağımsızlık, işçi sınıfı iktidarı arayışı zeminde bir bütünlüğüne yerleştirilmeli, milliyetçilik hiç çekinmeden düşman ilan edilmelidir. Devrimlerde süreklilik, sınıfsal bakışta ise en ince ayrıntısına kadar kopuş… Bugün Türkiye, ilericilik ve gericilik arasında büyük bir hesaplaşmaya doğru giderken duyduğumuz ihtiyaç bu şekilde ifade edilebilir.
Hiçbir eksiği, zaafı ve yanlışı göz ardı etmeksizin; tarihin tekerleğini ileri ittirmeyi başarmış tüm devrimcilere saygı ve şükranlarımızla…
Saltanata son vermek,
Yarım bıraktıkları işi bitirmek için geliyoruz!