Homo cinsinin gezegende yerini aldığı yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesinden bugüne değin, insan iletişimi kayda değer noktalara ulaştı. Bu noktalardan yakın zamana ait olanlardan birisi de, sosyal medya olarak adlandırdığımız sanal mecra hiç kuşkusuz. İnternet, son çeyrek asırda küresel popülasyonun üçte birinden fazlasının hayatında yer etmiş bir teknoloji. Sosyal medya da, nam-ı diğer Web 2.0, bu teknolojinin güncel bir uzantısı nitelinde göze çarpıyor.
Daha Yeni Başlıyoruz
Facebook, Twitter, YouTube, Tumblr gibi yüz milyonlarca kullanıcılı/ziyaretçili popüler sosyal paylaşım siteleri çok değil, yalnızca sekiz-on yıldır bilişim tedavülünde bulunmakta. Instagram, Google+ ve Vine ise sırasıyla dört, üç ve iki yıldır… Demek oluyor ki, bu sanal alanlar türümüzün hayli eski zamanlara uzanan karmaşık iletişim tarihinde odlukça yeni araçlar olarak karşımızda duruyor.
Yine çok uzak olmayan bir geçmişe kadar yaygınlıkla kullanılan posta, gazete vb. gibi klasik iletişim yöntemlerinin yerini artık büyük oranda sosyal medyanın kapladığı görülüyor. Hatta bu yöntemlerin temel kurallarının, genel anlamda internet ve sosyal medya sayesinde yeniden tanımlandığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Dijital Bir Kültür
Geride bıraktığımız bu on yıllık süre içerisinde gittikçe “ilkokul arkadaşlarımızı bulma yeri” olmaktan çıkarak, iletişim alışkanlıklarımızı olduğu kadar, sosyalleşme kültürümüze de nüfuz eden ağ platformları görüyoruz. Neredeyse her fiziksel mekânda varlığı söz konusu olan sosyal ağlar, gerçek hayatımızda çizmekte olduğumuz sosyal ve kültürel daireyi, “paylaşarak”, “beğenerek”, “takip ederek” ve “favlayarak”, dijital bir düzlemde genişletmemize izin veriyor.
Sosyal medya, günümüz toplumunda popüler kültürün ve ticari medyanın yabancılaştırma kuşatması altındaki fertleri; duygu ve düşünce ortaklığı hissettikleri, göreceli olarak eşitlikçi ve katılımcı bir atmosferde bir araya getirmekte. Kimi mahlas altında, kimi gerçek ismiyle, yerel veya yerel ötesi komünitelerin bir parçası olabiliyor, hatta bunları kendi çevresi etrafında oluşturabiliyor…
Birbirimizle olan iletişimimizde böylesi bir yenilenmenin ve dönüşümün tesirinin, hayatlarımıza geniş ölçülerde yansıması da elbette kaçınılmaz. Bu yansımanın olumlu ve olumsuz yönleri başlı başına bir tartışma konusu yapılabilir ve bir bütün olarak ele alınıp nesnel bir şekilde tartışılmalıdır da.
Çağımızın Belası!
Ancak zaman zaman, sosyal medyanın geleneksel insan ilişkilerini dinamitlediği ve toplumu çürüttüğü yönünde çıkışlara rastlıyoruz. Sadece sosyal paylaşım sitelerinin değil, topyekûn internetin yaşantımızı tehdit eden bir varlıkmış gibi sunulmasına şahitlik ettiğimiz bir dönemdeyiz ülkece. Sosyal medyayı “toplumların baş belası” ilan eden, “her geçen gün internete daha da karşı” olan ve bunların kökünü kazımaktan dem vuran bir zatı Cumhurbaşkanlığı makamına kadar ulaştırabilen bir iptidailikle boğuşuyoruz. Tüm bu boş sözlerin, engellemelerin politik ve ideolojik motifi hepimizin malumu olsa gerek…
Gerici siyasi iktidarın akıl dışılığını bir kenara bırakırsak, söz konusu kanallara ne gereğinden çok fazla değer biçmek ne de lüzumsuz önyargılarla yaklaşıp burun bükmek icap ediyor. Öyleyse sosyal medyayı, insanlığın iletişim macerasındaki yeni bir evrimsel halka olarak değerlendirmek, mevzuya dair geliştirilmesi en sağlıklı yaklaşım olacaktır.
Özgürlük Alanı
Sosyal medyanın mecra olarak iletişimdeki yerine ve kültürüne az buçuk değindikten sonra, gençlik içerisindeki konumu hakkında neler söylenebileceğine bir bakalım… Öncelikle, yaygınlığını geç seksen ve doksan kuşağı birlikte büyüyerek elde eden sosyal medyanın, yine en fazla bu jenerasyon tarafından kullanılıyor olması şaşırtmayan bir veri olarak ortada durmakta. Sosyal paylaşım siteleri, yalnızca günlük yaşantımızın başlıca parçalarından biri hâline gelmiş değil, aynı zamanda çoğumuzun hayatının merkezinde bir kara delik misali yer edinmiş durumda. Gençlik için müthiş yoğun bir çekim noktası, içinde kaybolunabilecek devasa bir alan…
Araştırmalara göre sosyal medya, genç kullanıcılar tarafından ne kadar eğlenme ve “takılma” amacıyla tercih ediliyorsa, en az o kadar da bilgi edinme/sağlama amacıyla tercih ediliyor. Geleneksel medyanın ana-akıma ait dejenereliği karşısında, nispeten manipülasyondan uzak ve daha şeffaf bir iletişimsel ortam imkânına memnuniyetle kucak açıyor gençler. Bilgiye erişim imkânının birkaç on yıl öncesine nazaran hayal bile edilemeyecek ölçülerde olması sayesinde, çevrelerinde ve dünyada olup bitenlerle bağlarını taze tutabiliyorlar.
Bunun yanı sıra sosyal ağlar; müzik, kısa film, fotoğraf, blog vb. kategorilerde özgün içeriklerini yaratabilen gençlerin, kendilerini serbestçe ifade edebildikleri bir çeşit “kurtarılmış bölge” anlamına geliyor. Dahası; fikirlerinin ender kabul gördüğü ya da onları dile getirme ihtimallerinin daha zayıf olduğu aile, sınıf, işyeri gibi çevrelere alternatif olarak, kendi seçtikleri “kafa dengi” insanlarla buluştukları ve öne çıkabildikleri bir “güvenli yer”…
“Kalk O Bilgisayarın Başından”
Ama buna mukabil, egemen ideolojinin, yer yer ana-akım medyanın ve bir dizi “uzmanın” halka vaaz ettikleri sosyal medya imgesi, hayli çarpık ve yüzeysel bir algı oluşmasına yol açıyor. Bu sebepten olacak ki kimi kesimler, zamanlarının hatırı sayılır miktarını bu sosyal ağlara ayıran genç insanlara, toplumsal hayattan yalıtılmış asosyal bireyler gözüyle bakabiliyor. Facebook’u, Twitter’ı etkin bir şekilde kullanmak; gerçek insanlarla birebir/yüz yüze iletişim kurmayı, sanal bir avareliğe tercih etmekle eşitlenebiliyor pervasızca.
Oysa hem bireysel hem de toplumsal iletişimin dönüştüğü, sosyalleşme yöntemlerinin başkalaştığı ve çeşitlendiği bir çağdayız. Bu yüzden, bilgisayar veya akıllı telefon başında vakit harcamayı başıboşlukla değil, olsa olsa zamanı yönetmekle alakalı bir durum olarak dikkate almak, daha akla uygun olacaktır. Dolayısıyla genel kanının aksine; yalıtılmışlığı, sonuçta yine gerçek insanlarla etkileşimde bulunduğu sosyal ağlar içerisinde yer alarak da aşabilen bir jenerasyon mevzubahistir…
Yeri gelmişken bağlantılı bir konudan da bahsetmeden geçmeyelim… İçinde eğlence, yaratıcılık ve hayal gücü barındıran nice genç uğraşına “bağımlılık yapıcı, şeytan icadı” etiketi yapıştırma alışkanlığıyla çok kez karşılaşmışlığımız vardır. İnternet ve sosyal medya haricinde, video oyunlarına karşı yürütülen karalama kampanyaları da bu gafilliğe bir örnek teşkil eder… Bununla beraber, düne kadar hep seksen darbesi marifetiyle peydahlanmış, “kayıp nesil” addedilen apolitik-konformist bir gençlikten de söz edilirdi. Geçtiğimiz Haziran’da “GTA’da polis döven”, “internet delisi” liseli, üniversiteli ve çalışan gençlik, bunlar gibi yerleşmiş düşüncelerin pek de sağlam temellere dayanmadıklarını tüm ülkeye göstermiş oldu. Hikâyeyi biliyoruz, hep birlikte yaşadık…
“Ne Düşünüyorsun” Zuckerberg?
Bu noktaya kadar sosyal medyaya ilişkin göreli genel başlıklara yer vermeye çalıştık. Şimdi biraz daha spesifik bir meseleyi ele alabiliriz…
Facebook ahalisi, sitenin Haber Kaynağı kısmında âdeta bir hobi olarak sık sık değişikliğe gitmesine alışkındır. Sosyal medya devimiz, 2013 Aralık ayı itibarıyla yine yerinde duramamaya başladı ve bir başka algoritma değişikliği dalgası için düğmeye bastı. Ancak bu sefer basılan, deyim yerindeyse “büyük kırmızı düğme”idi ve sitenin göbeğine büyük tahribata yol açacak bir nükleer bombayı bırakıverdi…
Yeni algoritma gereği, kullanıcılara “yüksek kaliteli içeriği ulaştırmak” amacıyla, Haber Kaynağı’na düşmesi gereken gönderiler filtrelenecek ve çok sınırlı bir kısmı görünür olacak; yüksek miktarda beğenme, yorum, paylaşım, tık alan ve kişilerin “ilgi duyma ihtimalleri en yüksek” gönderiler Haber Kaynağı’nda karşılarına çıkacaktı. Bu ciddi değişiklik, çok geçmeden sayfaların kullanıcılarla olan etkileşiminde tepetaklak bir inişe neden oldu. Daha az içeriğe ulaşan kullanıcılar, daha az etkileşim demekti ve takip eden aylarda bazı sayfaların organik erişim istatistiklerinde yüzde seksenlere varan dramatik düşüşler meydana geldi. Sayfalar, bundan iki yıl önce gönderileriyle kitlelerin ortalama yüzde on altısına ulaşırken, bu oran son aylarda yüzde üçlere kadar gerilemiş vaziyette…
“Facebook Paralı Oluyormuş”
Facebook, bu değişimle birlikte; özellikle markalar, firmalar, organizasyonlar, örgütler, aktivist gruplar, haber sayfaları, müzik grupları vs. gibi propaganda ve tanıtım işlerinin bir ayağını bu siteye dayandıran kesimleri yarı yolda bırakmış görünüyor. Sayfaların, eğer daha fazla kişiye seslenmek istiyorlarsa, gönderileninin öne çıkması için para ödeyerek erişim satın alması, yaşamsal bir hâl kazandı. Satın alınan erişim kavramının, TV kanallarına reklam vermekten temelde pek farkı olmadığı söylenebilir… Velhasıl, sayfalar ya gönderileri için para ödemeyi göze alacaklar ya da sayısını artırmak için bir hayli emek ve zaman sarf ettikleri bir yığın like, büyük ölçüde anlamsızlaşmış olacak. Gönderileriyle artık ancak birkaç düzine insana hitap eder hâle gelen “az kişili” sayfalar içinse tablo elbette daha karamsar.
Facebook cephesi ise erişim sayılarındaki düşüşün, sitenin kendi doğal evriminde kaçınılmaz bir olgu olduğunu savunuyor. Açıklamalarına göre; yaratılan içerikler, mobil kullanımın da yaygınlaşmasıyla, gitgide artmakta ve insanlar bu “şişkin” içeriğe ayak uyduramamakta. Twitter usulü (her gönderinin gerçek zamanlı olarak görüldüğü) bir ana sayfa modelinin, organik erişim sayılarını uzun vadede şu ankinden daha kötü etkileyeceğini de ileri sürüyorlar. Ayrıca yeni algoritmanın, şirket olarak daha fazla kâr elde etmek için getirilmiş bir yöntem olmadığı iddiasındalar ki, kapitalizmin kuralları siteye giderek daha fazla yerleşmekteyken pek inandırıcı bulunmadıklarını belirtmek gerekir.
Peki ya Facebook sakinleri açısından bakıldığında vaziyet nasıl? Birçok kullanıcı; ilgi duyabilecekleri, önemli sayılabilecek, yani kendilerine görünür olması beklenen içerikleri ıskalamaktan şikâyetçi. Üstelik bunun gerçekleşmemesi için devreye sokulan yeni algoritmaya rağmen! Muntazaman karşılıklı etkileşim içerisinde olan arkadaşlar dahi birbirlerinin güncellemelerinden habersiz kalabilmekte. Kullanıcılar, kimin neleri görmek istediğini kendileri değil de, ne idüğü pek belli olmayan bir algoritma tarafından belirlenmesinden memnun değil. Bu algoritmanın mekanizması, yani Facebook’un neleri görüp neleri görmeyeceğimize tam olarak nasıl bir pratikle karar verdiği de henüz birçoğumuzun bilgisi dâhilinde değil…
Haydi, Bize Müsaade…
Facebook’un yukarıda bahsettiğimiz dengesiz hâlleri ve artık elli yaş üzeri insanlar arasında yaygınlaşmaya başlaması gibi etkenler yüzünden, genç kullanıcı kitlesinin siteyi daha “hızlı” ve “direkt” platformlara, artan bir ivmeyle tercih etmekte oldukları saptanmış bulunuyor… Tabii bu, gençlerin siteyi topluca terk etmekte oldukları anlamına gelmiyor. Ancak Facebook’un, bir zamanların MySpace’i gibi gözden düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu da bir gerçek. Geçtiğimiz Ocak ayında yayımlanan Princeton Üniversitesi imzalı bir araştırmaya göre; Facebook, 2017 yılına gelindiğinde kullanıcılarının yüzde seksenini kaybetmiş olacak. Varılan sonucun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğini en geç üç sene içerisinde göreceğiz, fakat dönüşmesi hâlinde bu yüzde seksenlik kitle nereye göçmüş olacak?
Her Kral Düşer
1.32 milyar aylık aktif kullanıcısıyla Facebook, sosyal medya krallığı tahtının hâlen sahibi… İleride kralın tahtına yerleşebilecek en muhtemel vâris, şu an 274 milyon aylık aktif kullanıcıya sahip Twitter’mış gibi duruyor. O hâlde hangi özelliklerinin Twitter’ı tercih edilebilir bir alternatif kıldığına bakalım biraz…
Facebook’un aksine, yollanan her ileti Zaman Akışı’na eş zamanlı olarak düşüyor en önemlisi. Dezavantajmış gibi görünen yüz kırk karakter sınırını saymazsak, bariyerlere pek takılmadan hızlıca bilgi alışverişi yapma imkânı sunuyor kullanıcılarına. Sıcak gelişmeleri ve dünyada olup biteni, bu konuda çuvallamaya meyilli Facebook’a göre çok daha seri bir şekilde göz önüne serme yeteneğine sahip. Böylelikle “sıradan” insanları, gazeteciliğin kapsamına ucundan kıyısından dâhil etmeyi de beceriyor. Masaüstünden mobile geçişin hızlanmasıyla, SMS tabanlı Twitter’ın mobil alanda yavaş kalan Facebook’a kurduğu üstünlük de akıllı telefon sahipleri için bir tercih nedeni. Yine Facebook’un keyfi sansürlerine burada rastlanmıyor ve göreceli olarak çok daha şeffaf bir mecra olduğu söylenebilir. Dönem dönem de toplumu ilgilendiren olaylar, Hashtag’ler (etiketler) aracılığıyla daha fazla öne çıkarak kendilerine gündemde yer bulabiliyor…
Devrim Televizyonda Yayınlanmayacak, “Tweet”lenecek
Twitter; Arap Baharı, Wall Street işgalleri, Haziran Direnişi, Ferguson protestoları, hatta 17 Aralık Operasyonu gibi önemli vakalarda, süratiyle Facebook’a karşı avantaj sağladı ve özellikle eğitimli kesimlerde popülerliği hızlı bir yükselişe geçti. Toplumsal kalkışmaların koordinasyonunda ve örgütlenmesinde belli bir işlevsel role sahip olarak, kitlelere ulaşma gücüyle âdeta ateşin üzerine benzin dökme görevi gördü. Ülkemizde de Haziran Direnişi sırasında #occupygezi ve #direngezi gibi etiketler, dünya çapında yankı uyandırmış; Brezilya’da eş zamanlı patlayan isyanda “Aşk bitti, burası artık Türkiye!” sloganı yer almıştı… Yine de şüphesiz, kendi başına Twitter’ın kitleleri harekete geçirme etkisi sınırlı ve atılan tweet’ler maalesef dünyayı kurtarmayacak. Ama kim bilir, belki de Nazilerinkine benzer kamplarda toplanmamamızın bir sebebi de; zorbanın, küçük mavi bir kuştan ölesiye korkuyor oluşudur…
Tüm bunların ışığında, artık Facebook’un sosyal medya dünyasında uzun süre dominant kalamayacağı ve rakip mecraların yükselişlerine devam edecekleri düşünülünce, kafamızı Facebook’tan yavaş yavaş kaldırıp Twitter gibi seçeneklere bakmanın tam sırası olabilir…