Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ve Türkiye’nin modernleşme serüveni üzerine yazılan çok sayıda araştırma olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu araştırmaların yalnızca küçük bir kısmı 90 kuşağının ilk ve ortaöğrenim döneminde öğrendiği eski resmi tarih yazımının veya bugün AKP eliyle egemen1 hale getirilmeye çalışılan liberal-muhafazakar tarih yazımının zaaflarından muaftır.
Bu araştırmaların (büyük) bir kısmı, kuruluş dönemine dair olguları bir çerçeve içerisinde anlatarak okuyucuyu bilgilendirme amacı taşırken, bir kısmı da verili tarih yazımını karşıya alan tezler ürettiği iddiasındadır. Ancak bu araştırmaların çok daha küçük bir bölümü gerçekten verili tarih yazımının, tarih inşasının2, altını oyan özgün tezler içerir. Yalçın Küçük’ün “Türkiye Üzerine Tezler” başlıklı beş ciltlik dizisi, bu istisna araştırmaların şüphesiz değerlilerinden bir tanesidir. Enis Batur ile yaptığı söyleşide, kitap yazma cüretini şöyle açıklıyor Küçük:
“Bana göre insan, “işten bakın ben bir kitap yazıyorum, bütün kitaplar yanlıştır.” Diyorsa kitap yazar. Böyle bir iddia olmadığı takdirde kimse kitap yazmamalıdır.”3
Türkiye Üzerine Tezler’in bu iddianın altında kalmayacak özgünlükte bir kitap dizisi olduğunu söyleyebiliriz. Ve eklemeliyiz: Türkiye modernleşmesine dair herhangi bir araştırma, Yalçın Küçük’ün bu araştırmasına değinmezse eksik kalacaktır. Bu sebeple biz de bu konuya ayırdığımız “inceleme” bölümümüzde bu araştırmayı incelemeye çalışacağız.
Daha önce belirttiğimiz gibi çalışma beş ciltten oluşuyor. İncelememiz büyük oranda Cumhuriyet Devrimi olduğu için bu yazı yalnızca Türkiye Üzerine Tezler’in ilk cildini ele alacak. Her ne kadar diğer kitaplarda da (özellikle araştırmanın ikinci cildinde) meseleye dair önemli anekdotlar olsa da oldukça yoğun ciltlere sahip bir dizinin birden fazla cildine odaklanmanın bir kitap incelemesinin sınırlarına sığmayacağını düşündüğümüz için, böyle bir sınırlamaya gitmek durumundayız.
Cumhuriyet, Bolşevikler ve “Üç-Beş Ayyaş”
Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinin ardından, “Kemalist” tarih yazımına alternatif olma iddiası taşıyan liberal tarih yazımının giderek görünür, daha sonra da egemen hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Ezber bozma söylemiyle hareket eden, “Mustafa Kemal putunu” yıktığı, dolayısıyla muhalif bir nitelik taşıdığı varsayılan bu araştırmalar, sırtını 1923 Cumhuriyeti’ni tasfiye etme misyonuyla hareket eden siyasi iktidara dayanmanın rahatlığını yaşadılar. Ancak, hiçbir dönem böyle bir sigortaya karşı sahip olmayan Yalçın Küçük, resmi tarih tezleriyle henüz 70’li yılların sonunda, yazıya konu ettiğimiz kitabı aracılığıyla oldukça radikal bir şekilde hesaplaşmıştı. Kitabın bir özelliği daha var. Önemsemek gerekiyor. Muhtemelen yazıldığı tarih itibariyle birincil kaygısı bu olmasa da bugünün liberal-alternatif yazımını da karşısına alması. Öyleyse, “Bilim”, her iki dönemde de devrimi arayanlar için biricik yöntemdir diyebiliyoruz.
Kitap sırasıyla “Başlangıçta Takrir-i Sükun”, ”Serbest Devletçilik”, “Düzenin Oturması” ve “Bütünleşme ile Çelişki” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde Küçük, bugün de yaygın olan bir kanıyı cevaplıyor. Türkiye’deki kurucu kadroların bilgisiz olduğu iddiası, onun koşullarından ve vardığı noktadan bağımsız olarak kurucu kadroların bilgisini sorgulamak teorik olarak yanlış bulunuyor:
“Bugün Mustafa Kemal’i zamanın mümkün olan tek devrimcisi olarak göstermek ne kadar bilim dışı ise, Mustafa Kemal’in “bir Lenin olamayışına” bakıp dövünmek ya da Mustafa Kemal’i inkar etmek de o kadar bilim dışıdır.”(Küçük, 2005, s.19)
Tarihsel olarak oturduğu pozisyondan bağımsız olarak Mustafa Kemal’e bir “kurtarıcı” rolü yükleyenlerin de “üç-beş ayyaşın kurduğu ülke” ifadesinde somutlanan seviyesizlik ve çiğlik ile Mustafa Kemal’i reddeden, pratiğini küçümseyenlerinde ortak yanılgısı bu gerçekliğin farkına varamamalarından kaynaklanıyor.
Mustafa Kemal’in karmaşık dengelerin olduğu bir tarihsel kesitte ve coğrafyada hem sağındaki hem solundaki rakiplerinin arasından sıyrılarak iktidar olabilmesinin önemli bir sebebi var. Yirminci yüzyılın sonlarında tarihsel bir aktör olarak ortaya çıkan işçi sınıfını görebilmesi. Bu farkındalığı, sınıf bilincini akılda tutmak gerekiyor.
Yine yirminci yüzyılın başlarında tarih sahnesinde çıkan, Boris Pasternak’ın güzel deyişle “yeryüzünün ilk aşkı” olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) Anadolu’da ciddi bir prestiji olduğunu hatırlatan Küçük, Mustafa Kemal’in Talat Paşa’ya yazdığı mektubunda “ülkeye Bolşevizm gelecekse onu biz getiririz” minvalinde ifadelerde bulunduğunu belirtiyor. Bu sebeple Türkiye’de kurulan resmi komünist partisinin “ Bolşeviklerden kredi alma” pragmatizmine indirgenmeyeceğini vurguluyor.
Mustafa Kemal’in kuruluş dönemi pratiğini belirleyen gelişmelerden birinin bu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Burada Mustafa Kemal’in SSCB ile kendi projesi açısından oldukça mantıklı ve incelikli bir diplomasi yürüttüğünün hakkını teslim etmek gerekiyor ve SSCB’nin hem ittihatçılarla hem Mustafa Kemal ile ilişkilenme biçimlerinin stratejinin ürünü olduğunu unutmamak…
Mustafa Kemal bir yandan SSCB ile ilişki kuruyor, ülkesi içerisindeki sosyalistleri bazen zor kullanarak (M. Suphi örneğinde olduğu gibi) bazen de ideolojik tahakküm kurarak (resmi TKP) kontrol altına almaya çalışıyor. 1920 yılında Anadolu’da Bolşevizm’in ne kadar etkili olduğunu konuya dair yazılan önemli kitaplardan biri olan “Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm” adlı çalışmasının sunuşunda Emel Akal şu ifadeleri kullanıyor:
“1919-20 yıllarında sadece Bolşeviklerle işbirliğini değil, zaman zaman Bolşevik olmayı da savunan Milli Mücadele’nin önde gelen pek çok ismi, çok daha sonra kaleme aldıkları anılarında kendi kırmızı kalpaklarından bahsetmezken, arkadaşlarını solculukla adeta itham etmişlerdir(…) Ama bunların hepsi unutulmuştur. Çünkü aradan yıllar geçmiş, önce faşizm, sonra soğuk savaş rüzgarlarını estiği sosyalizm ve Sovyetlerin gözden düştüğü 1930’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda kaleme alınan anılarda, anı sahipleri yaşamlarının bir dönemlerinde aldıkları pembeden kırmızıya uzanan renkleri bile görmek istememişlerdir.”(Akal,2008. s.22-23)
Bu tarih aralığındaki Bolşevizm etkisinin üzeri hem o dönemin aktörleri hem de tarihini yazanlar tarafından örtülüyor. Bu etki ile mücadele etmek zorunda kalan Cumhuriyet kadroları üzerinde, bu olgunun rolü büyük oluyor.
“Kemalist”4 kadroların iktidar mücadelesi içerisinde, Anadolu’daki halkın desteğine duyduğu ihtiyaç, “Kemalist pratiği” belirleyen diğer bir mecburiyet oluyor. Bu desteği kazanmaya dönük uygulamaların berrak yansılarından biri Baltalık Kanunu oluyor:
“Kanunda köylünün orman sahibi edilmesi prensibi esas alınmış ve her köylüye 2 hektar orman temlik edilerek tatbikatına başlanmıştır. Ancak ormanın değeri halkça takdir edilmemiş bulunduğu için bu tatbikat memleket namına çok büyük zararlara mal olmuş ve ormana tapu ile sahip olan köylü çoluk ce çocuğu ile birlikte baltadan geçirerek kendisine verilen ormanı baltaya çevirmiştir.”(Küçük, 2005, s.23)
Bu kanun Lozan Antlaşması ile birlikte durduruluyor. Baltalık kanunu yerine 1924’te yeni bir yasa çıkıyor. 1937 yılına kadar sürüyor. Yeni yasa ormanları yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekiyor.
Bu değişikliklerinin sebepleri üzerinde fayda var. Önce bir hatırlatma: Türkiye devriminin en önemli uğraklarından biri olan 1908 devriminin öznesi, İttihat ve Terakki (İTC) kadroları işçi ve emekçilerin desteği ile iktidara geliyor. 1909 yılında Tatil-i Eşgal Yasası ile sendika ve grevleri yasaklıyor. Küçük, bu noktada, İTC’nin Mustafa Kemal üzerindeki etkisine değiniyor ve tıpkı İTC gibi Mustafa Kemal’in de halk desteğine duyduğu ihtiyacın ortadan kalkmasının ardından verdiği tavizleri geri aldığını söylüyor.
Cumhuriyet Kadrolarının Kapsama-Dışlama Diyalektiği
Mustafa Kemal’in gözetmesi gereken önemli bir engel daha var. Politikalarına karşı yürüyen liberal-muhafazakar (bazen daha da radikal olan) muhalefet. Kitabın ikinci bölümü olan “Serbest Devletçilik”te Küçük, bu mücadeleye değiniyor.
Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Bey’in kendi zihindekileri değil en yüksek emir veren kişi olan Mustafa Kemal’in söylediklerini yapacak bir isim olduğunu belirten Küçük, Fethi Bey’in yönlendirildiğini vurguluyor. Ayrıca çok da bilinmeyen bir ayrıntıya dikkat çekiyor ve Serbest Fırka ile aynı dönem Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemal Öğütçü’nün de içinde yer aldığı, 1931’de kapatılan Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kurulduğunu hatırlatıyor. Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Fırkası ile adına “Cumhuriyet” ibaresi olan parti sayısının üçe çıktığı görülüyor.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yön vermek için kimi komünistlerin de partiye girdiği taranılan kaynaklar sonucunda tespit ediliyor. Küçük, yön verme iddiasına ve Türkiye burjuvazisini küçümseme alışkanlığına dair önemli bir tespit yapıyor:
“Bir de tüm bunları bilmezler, Türkiye burjuvazisini küçümsüyorlar. Küçümsemeleri cehaletlerinden ileriye geliyor, olmalı(…) Türkiye burjuvazisinin, soluna karşı zengin ve denenmiş bir oyunlar repertuvarı olduğunu mutlaka kabul etmek gerekiyor.”(A.G.E, s.)
Serbest Fırka’nın hikayesi kısa sürüyor. Küçük’ün deyimiyle, ilgi görmediği için değil, fazla ilgi gördüğü için. Serbest Fırka’nın gördüğü ilginin çeşitli açıklamaları olabilir. Örneğin, Yıldız Sertel, Serbest Fırka’nın devletçiliğe tepki olarak doğduğunu iddia ediyor. Küçük, buna şiddetle karşı çıkıyor, bunun bir maddi hata olduğunu, Serbest Fırka’nın kuruluşu ile devletçiliğin ortaya çıkışının aynı dönem olduğunu belirtiyor.
İkinci bölüm asıl olarak devletçiliğin ortaya çıkışının nasıl bir ihtiyacın ürün olduğunu ve devletçilik ilkesinin pratikte neye düştüğünü tartışıyor. Tartışmaya genel bir kanıya itiraz ederek başlıyor: Devletçilik uygulamasının 1929 Krizi’nin ortaya çıkışına indirgenmeyeceğini söylüyor. Devletçilik ihtiyacının iç ekonomik verilerle ne kadar ilgili olduğunu detaylı bir şekilde anlatan Küçük, devletçiliğin ideolojik işlevine özel olarak vurgu yapıyor. Bu modelin ve teorizasyonun, Türkiye’ye özgü model tezlerinin oluşması muhtemel bir işçi sınıfı bilincinin dağıtılmak istenmesi ile yakından ilgili olduğunu belirtiyor. Devletçiliğin dönemin hegemonya inşasında nasıl bir ideolojik rol oynadığını, Küçük’ü destekleyen bir başka alıntıya, Galip Yalman’ın konuyla ilgili makalesine odaklanalım:
“Yürütme gücü olmayan Devlet Planlama Teşkilatı’nun kurulmasına Anayasa gereği haline gelmesi ile, sadece ekonomik gelişme için planlamanın vazgeçilmez önemde olduğu vurgulanmakla kalınmamış; aynı zamanda planlama ya da planlı kalkınma, yeni bir hegemonya stratejisi gelişiminin simgesel bir ifadesi olmuştur(…)böylece planlama hem ekonomik kalkınmanın, hem de toplumsal adaletin gerçekleştirilmesinde başat bir rol oynadığı ölçüde, yeni bir siyasi uzlaşmanın koşullarının yaratılmasında da işlevsel olacaktır.”(Yalman, 2002)
Tarih İnşasının Parçası Olarak Ölüm ve “Şehit”lik
Bu dönüşüm ile birlikte düzenin oturmaya başladığı gözleniyor. Küçük, kitabın üçüncü bölümünde “Düzenin Oturması” başlığını atıyor. Her düzen oturuş aşamasında, bir tarih yazımına, kitleleri siyasal, ideolojik ve moral olarak kapsayacak bir tarih yazımına ve figürlere ihtiyaç duyuyor. Bugün AKP rejiminin tarihi yeni baştan yazma çabası, geçmişindeki kimi figürlere yüklediği anlamlar bu ihtiyacın bir kural olduğunu bize ispatlıyor. Kurucu iktidarlar, rejimin inşasını tamamlamak için daima “şehit”lere ihtiyaç duyuyor. “Demokrasi şehidi” Menderes ve Turgut Özal, milletin hizmetkarı olarak çıktıkları yolda öldürülen figürler olarak AKP’nin bu ihtiyacına dayanıyor. İhtiyaçlar figürleri şekillendiriyor. Ölüleri de hegemonya mücadelesinin parçası haline getiriyor. Bu noktada Benjamin’in “şimdiki zamanla yüklü geçmiş” zaman vurgusunu, tarih inşasının mekanının boşluk değil bugün olduğu hatırlatmasını akılda tutmak gerekiyor (Benjamin, 1969, s. 261).
Yalçın Küçük bu noktada, haklı olarak Türkiye aydınının mazoşist olduğuna kanaat getiriyor. Yalnızca İslam’da kutsanan ölüm ve bu kutsamanın bir uzantısı olan şehitlik mefhumu antiklerikalist5 niteliğe sahip kadrolara da sirayet ediyor. Küçük, “Şehit Öğretmen” Kubilay vakasına değiniyor. Kubilay’ın bir yedek subay olarak öldürüldüğünün altını çiziyor, öldürülmesinin öğretmenlikle alakasının olmadığını belirtiyor. Kubilay’ı hepimiz, İslamcılar tarafından korkunç bir infaz yöntemiyle, kafası kesilerek öldürülen cumhuriyetçi öğretmen olarak tanıyoruz. Küçük, Kubilay’ın kafası kesilerek öldürüldüğünde dair bir delilin olmadığını belirtiyor. Kemalist hükümetin, rejimi otururken ihtiyaç duyduğu “şehit” figürünün yaratılması için Kubilay’ın katlinin bu şekilde aktarıldığını söylüyor. Yine Yalçın Küçük’ün Aydın Üzerine Tezler çalışmasında, Sabahattin Ali’nin kafasının taşla ezilerek öldürüldüğü kurgusunun dönemin sol aydınlarına korku salmak amacıyla icat edildiğini belirtiyor. Burada şunu söylemekte sakınca görmüyoruz: Ölüm, hegemonya mücadelesinin de parçası olan tarihin inşa malzemelerinden biri oluyor.
Halkın Afyonu: Halkçılık
1930’ların halkçılık ya da daha yaygın kullanımı ile popülizm dönemi olduğunu belirten Küçük, Kemalizm’in de 1930 yıllarında keşfedildiğini ve ideolojisinin yapıldığını belirtiyor. Kemalist düzenin oldukça önemli olan şu formül ile izah ediyor:
“Popülizm çok büyük oranda yanlış ile çok küçük oranda doğrunu kimyasal bileşimini veriyor.1930 yıllarında resmi politikada halkçılık ya da yaygın ismiyle popülizm oluyor.” (A.G.E. , s.256)
1930’lar Kemalist kadroların köylere yöneldiği yıllar oluyor. Köy keşfediliyor. Çünkü dizayn edilmesi gerekiyor. Köy Enstitüleri bu ihtiyacın sonucu, olarak yine bu dönemde ortaya çıkıyor. Küçük, Kemalist kadroların isteği şöyle tarif ediyor:
“1930 yıllarında Cumhuriyet rejimi, eğemem sınıfları ittifakı, oturabilmek için köyde hareket değil, hareketsizlik istiyor. Buna ihtiyacı var. Fazla canlılık istemiyor. Ancak oturmak için mutlak bir ideolojik baskıya ihtiyaç duyuyor. Mutlak, ideolojik bir desteğe ihtiyaç duyuyor.”(A.G.E. , s.274)
Köy Enstitüleri Küçük’ün iddiasına göre, sanılanın aksine “toprak temerküzünü arttırmak, köydeki güç dengesini bozmamak” amacıyla ortaya çıkıyor. Cumhuriyet Aydını’nın köy ile yüzleşmesi oldukça dramatik oluyor. Bunun en rafine örneği Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanı oluyor. Fakat Küçük’e göre Köy Enstitüleri’nin kurucularından olan İsmail Hakkı Tonguç Yakup Kadri’yi hiç anlamıyor: “Ortaya köylü gibi düşünen aydınlar, köylü ağzıyla roman yazan meşhur edebiyatçılar çıkıyor.”
Küçük, alışılanın aksine kitap boyunca Köy Enstitüleri’nin kazandırdıklarına değil, bozucu etkisine odaklanıyor. Terse çubuk büküyor. Kitabın yazıldığı dönemin hala önemli tartışmalarından olan aşamalı devrim ve bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin kapitalist bir ülke olup olmadığı tartışmalarının Köy Enstitüleri ile ilintisini kuran Küçük, köyün kente etkisini değiniyor:
“Köy Enstitüleri ürünlerini 1940 yıllarında verdi. Bu ürünler etkinliklerini 1950 yılları ile 1960 yıllarının ilk yarısında gösterdi. Nerede mi? Daha çok kentte.” (A.G.E. , s.274)
Küçük ayrıca, 1960 yıllarında Köy Enstitülü aydınların demokrat köylü ideolojisini ve köylü kültürünü Türkiye sosyalist sokmaya çalıştığını MDD tezinin de bunun bir uzantısı olduğunu belirtiyor. Sol içerisinde övgüyle bahsedilen, bu övgülerin önemli bir kısmını da hak eden Köy Enstitüleri konusunda Yalçın Küçük terse çubuk bükerek özgün bir yaklaşım geliştiriyor.
Tarafını Seçen Türkiye: Cumhuriyetin Tasfiyesinin İlk Adımları
“Tek başına iyi niyet hiçbir işe yaramaz (…) Talat Paşa, Sait Halim Paşa’dan çok daha yurtsever. Ancak yurduna büyük zararlar vermiş bir yurtsever. Öyle anlaşılıyor ki, Sait Halim Paşa daha az yurtsever idi. Bu yüzden yurduna verdiği zararlar daha büyük oldu.” (A.G.E. , s.345-346)
Kitabın dördüncü ve son bölümü, bu dramatik çelişkiyi anlatarak başlıyor. Memleketi Birinci Dünya Savaşı’na sokan Talat Paşa ile savaşa girmeyi istemeyen Sait Halim Paşa’ya odaklanıyor. Daha sonra Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası tercihlerine odaklanan Küçük, SSCB ile araya kesin bir mesafe koyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Stalin’in boğazları istediği gibi söylencelerle ülkede yarattığı Anti-Komünizme odaklanıyor. Türkiye’nin kapitalist bloğun organik parçası haline gelişini detaylı verilerle anlatıyor. Bunu, Vehbi Koç gibi, Türkiye burjuvazisinin önemli simalarının beyanlarını da aktararak yapıyor.
Yalçın Küçük özellikle 30’lu yıllar ile birlikte Cumhuriyet’in “ilerici” konumunu nasıl gün ve gün yitirdiğini kitap boyunca gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin NATO’nun ve kapitalist bloğun yanında konumunu net olarak göstermesi, bu günden bakınca Cumhuriyet’in tamamlanan tasfiye sürecinin en önemli adımlarından biri olarak gözüküyor. Fatih Yaşlı, 2014’ün sonlarında yayımlanan Yalçın Küçük’ün çalışmasına göz kırpan “AKP, Cemaat ve Sünni Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler” adlı çalışmasında, Cumhuriyet’in soluna budayarak ilerlemesine, böylelikle Cumhuriyet’e sahip çıkabilecek olanları eksiltmesine “Cumhuriyet’in Uzun Süren İntiharı” adını veriyor.
Yalçın Küçük “ezber bozduğu” iddiası ile yola çıkan günümüz aydınlarının önemli bir bölümüne karşısına bu kitabı aracılığıyla onlarca sene önce bozduğu ezber ile dikiliyor. Türkiye Modernleşmesi üzerine çalışan az sayıda Marksist aydından biri olan Yalçın Küçük’ün bu kitabı, daha uzun süre işlevini, değerini, özgünlüğünü koruyacak gibi gözüküyor.
Cumhuriyetin uzun süren intiharı, 2011 seçimlerinde tamamlanıyor. 1923 Cumhuriyeti tasfiye ediliyor. Cumhuriyet’in ölümü yaklaşık 90 sene sürüyor. AKP’nin, 1923 Cumhuriyeti yerine koymaya çalıştığı Yeni Osmanlı ise, 12 Eylül darbesi ile emeklemeye başlıyor. 90’larda ilk adımını atıyor.2000’lerde ayağa kalkıyor. 2013 Haziran İsyanı ile ise macerası sona eriyor. Yeni Osmanlı öldü diyoruz. Ölüyü kaldırmak ise Yeni Bir Ülke’yi, Yeni Bir Cumhuriyet’i kuracak olan “kurucu kadrolara” düşüyor. Mücadele edenler Cumhuriyet tarihini yazmaya devam ediyor ve hikaye sürüyor…
Kaynaklar:
- Akal, Emel, 2008, “Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm”, İstanbul, TÜSTAV Yayınları
- Benjamin, Walter, 1969. Iluminations. Ed by Arendt Hannah. New York; Shocken Books
- Küçük, Yalçın, 2005, “Türkiye Üzerine Tezler-1”, İstanbul, Tekin Yayınları
- Yalman, Galip, “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi?” 2002 Praksis Dergisi, Sayı-5
- Yaşlı, Fatih, 2014 “AKP, Cemaat, Sünni Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler”, İstanbul, Yordam Yayınları
Dipnot
- Burada egemen ifadesinin tesadüfen kullanılmadığını belirtmek gerekiyor. Devlet aygıtları aracılığıyla dayatılan, baskın hale getirilen bu tarih yazımının toplumun önemli bir kesimin rızasını alamadığı dolayısıyla “hegemonik” olamadığını belirtmek amacıyla hegemonik yerine egemen ifadesini kullanıyorum.
- Walter Benjamin, tarih yazımı sürecini bir sürekli “inşa” faaliyeti olarak tanımlıyor.
- http://yalcinkucuk.blogcu.com/enis-batur-un-yalcin-kucuk-ile-roportaji/1171233
- Yalçın Küçük yazıda da belirtildiği gibi Kemalizm’in bir ideoloji haline 1930’larda getirildiğini söylüyor. İfade bu sebeple tırnak içerisinde kullanılmıştır.
- Kısaca: 18. yüzyılda, dinin ve dini kurumların toplumsal etkisine karşı durulması gerektiği iddiasıyla ortaya çıkan akım.