Bitmeyen Hastalık: Bitti Bitti Bitmedi

“Tüm dünya insanlar için bir gömütlüktür aslında. Yaşamı sürdürmekle yükümlüyüz biz “

Bitti Bitti Bitmedi, Vedat Türkali’nin son romanı. Yazar, 2009’da basılan bir önceki kitabi Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde sol görüşlü bir gencin gözünden 70’lİ yılların çalkantılı siyasi dönemini işlemişti. Yine aynı şekilde, son romanı “Bitti Bitti Bitmedi”de de, genç bir karakter olan Tarık’ın gözünden İttihat ve Terakki döneminden 80’li yıllara tarihimizin geniş bir kesitini ele alıyor Türkali. Yalancı Tanıklar Kahvesi ile benzer bir şekilde bu kitabında da dünyanın bir gömütlük; yaşamanın ise ancak yükümlülük olduğu tezi öne çıkıyor. Kitap bu kez üç karakter üzerinden 80 Darbesini, Dersim Katliamını ve Ermeni Tehcirini anlatıyor. Başkarakter Tarık, darbenin hışmına uğrayan solcuların; Zilan Hemşire, Kürtlerin ve Lüsi de Ermenilerin “bilinmeyen” tarihini açıklığa kavuşturuyor. Takma isim kullanmak ve eziyet çekmekten başka ortak paydası olmayan bu üç karakter, bize kitap boyunca geniş çaplı bir tarih dersi vermekle görevlendirilmiş. Bu açıdan önümüzde hiçbir kurgusal zenginliği ve bütünlüğü olmayan, romandan çok didaktik tarih anlatısı diyebileceğimiz bir kitap duruyor. Romanın kurgusundaki dağınıklık ve olayların gelişimindeki aksaklıklar üzerinden eseri incelemeye başlayalım.

Öncelikle, kitabın kurgusunda bir bütünlük olduğunu söyleyemiyoruz. Aksine okumayı zorlaştıran dağınık bir olay zinciri mevcut. Hikâyeye cezaevine küçük yaşta girip çıkmış ve oradan kalan anılarıyla ve paranoyalarıyla mücadele eden Tarık karakterinin tasviriyle başlıyoruz. Sonra karşımıza iki yan karakter çıkıyor: Zilan Hemşire ve Lüsi. Kitaba başkarakter Tarık’ın cezaevinden tanıdığı ve yıllar sonra İstanbul’da karşılaştığı Zilan karakterinin eklenmesi, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların çeşitlenmesine katkı sunuyor ve Zilan’ın Tarık’ın psikolojik sorunlarıyla ilgilenmeye başlamasıyla, hikâyeyi Tarık’ın iç dünyasında derinleştiriyor. Kitabın bu şekilde devam etmesi herhangi bir sorun ve dağınıklığa sebebiyet vermiyor. Ancak Lüsi’nin ortaya çıkmasıyla işler değişiyor. Tarık, Lüsi ile evleniyor ve Lüsi’nin dedesiyle tanışması kitabı bir Anadolu tarihine dönüştürüyor. Böylece biz de, İttihat ve Terakkiden 1930’Iara; Ağrı Dağı İsyanı’ndan Gülhane Hattı Hümayununa, didaktik bir tarih anlatısıyla baş başa kalıyoruz. Kitabın son iki sayfasında ise, romanın geçtiği döneme dair kimi bilgiler veriliyor ve hikâye sona eriyor.

Olayların gelişimi de abartılı tesadüfler ile gerçekleşiyor. Örneğin Tarık Lüsi’ye âşık olduktan sonra Lüsi’nin dedesi ortaya çıkıyor ve Tarik ile Lüsi’ye tüm mal varlığını devrediyor. Bundan sonra Tarık, zengin bir adam olarak Kınalıada’ya yerleşiyor ve roman yazmaya başlıyor. Dahası psikolojik sorunlarını aşması ve normalleşmesi de böyle bir tesadüf üzerine gerçekleşiyor.

“Kadının yanındaki herifi birden tanıdı Tarık. O it değil mi demeye kalmadı herifin arkasından bir tabanca patlamaya başlamıştı. DAN… DAN… DAN… adam tabancasına davranıp da kan revan kolu düşünce kadın, oğlanlar da çığlık çığlığa kaldılar. Evet, o herifti bu. Elinden eksik etmediği kalın lata sopaların adları gözünde sıralandı bir bir, “Koçum”, “Kuzu”, “Kara Bela”, “Yavrum ye beni” Seni de yediler işte. Helal olsun! Müdür yıldıran seni de yıldırdılar.”

Bir sabah, Diyarbakır Cezaevi’nin işkencecisi olan karakol müdürüyle aynı minibüse biniyor Tarık ve ona düzenlenen suikastı gözleriyle görüyor. Sonrasında “Eden bulur” mantığıyla iyileşmeye başlıyor ve hayata dönüyor.

Kurgudaki dağınıklığın yanı sıra anlatım da dağınık ve parçalı. Kitap boyunca hikâyeyi sürekli keserek “faydalı bilgiler” veren bir anlatıyla karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin, biz Tarık’ın psikolojik kaynaklı yaşadığı cinsel sorunlara ve bir yatak odası sahnesine odaklanmışken, Lüsi’nin ağzından İstanbul’un hanları ve tarihçeleri hakkında bilgiler dinlemeye başlıyoruz ve üç sayfa boyunca bu hanları kimlerin kurduğu, isimlerinin nereden geldiği vb. bilgiler okuyoruz.

“Abah: çalışkan (Ermenice)

Ağaton: iyi (Yunanca)

Ağeksandr: koruyucu erkek (İskender Yunanca)

…”

İkinci bir örnek; Tarık’ın Lüsi’nin dedesinin ismini sorduğu sahnede, dede elinde bir kitapçıkla geliyor ve Tarık’tan ismini tahmin etmesini istiyor. Biz de bu şekilde, yukarıdaki alıntıda sadece üçünü örneklemiş olduğumuz çeşitli dillerdeki isimler ve Türkçe karşılıklarını okumaya başlıyoruz. Bu anlatım tarzı, okumayı zorlaştırdığı gibi Türk Edebiyatında romanın acemilik dönemini yani Tanzimat romanlarını da hatırlatıyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, romanı didaktik bir öğreti gibi görmek, onu edebiyattan uzaklaştırıp Ahmet Mithat çerçevesinde bir tarih anlatısına itiyor.

“Gülhane Hattı Hümayunu, 1856 Islahat fermanı her savaşta kaybedip toprak kaybeden Osmanlı Devleti’nin düzeni ayakta tutma çabasıdır. Daha da karıştı işler. Bedirhaniler çıkmış saraya yollanan vergiden başka kendi soygunları için binlerce Hristiyanı doğramıştır. Roman demiştin hani! Tarihe döktün yine. “

Bu alıntıyı, Tarık’ın kendi kendine romanı üzerinde konuştuğu bir pasajdan yaptık. Vedat Türkali de kendi metninin oturmamışlığını kitaba konu etmiş ve romandan çok bir tarih kitabı yazdığını, çeşitli bilgilerle anlatımın akışı bozduğunu fark etmiş olacak ki söz arasında bunu belirtme gereği duymuş diyebiliriz.

Kurgu ve anlatım üzerine eleştirilerimizin yanı sıra üç ana karakterin inşasında da çeşitli eksilikler ve sorunlar görebiliyoruz. Örneğin, başkarakter Tarık psikolojik rahatsızlıkları ve paranoyaları yaşaması haricinde kitap boyunca oldukça pasif ve çevresinin etkisiyle bir şeyleri yapmaya zorlanan biri olarak karşımıza çıkıyor. Karaktere dair en büyük sorun da aynı zamanda yukarıda sözünü ettiğimiz didaktik anlatıya ve edebi açıdan kuruluğa neden olan kötürüm edebiyat anlayışının yansıması. Tarık çok işkence gördüğü ve çok şey yaşadığı için çevresindeki herkes tarafından büyük yazar olacak biri olarak görülüyor ve yazması için ikna edilmeye çalışılıyor. Öyle ki ileride âşık olup evleneceği Lüsi’nin dedesi sadece roman yazması için hanları ve köşkleri onlara bırakıyor ve Tarık herhangi bir işte çalışmaya gerek kalmadan sadece romanını yazmaya başlıyor. Bir romanı “Çok şey yaşadım ve biliyorum.” diyerek yazmaya kalktığınızda ortaya çıkan metin ya anı kitabı ya da didaktik bir tarih anlatısı olacaktır. Vedat Türkali’nin romanı da tam olarak bu eksikliği taşıyor.

Diğer bir karakter İse Zilan Hemşire. Zilan karakterinin kitaba girmesi, kitabın kurgusunda gereksiz bir çatışma ortaya çıkarıyor. Tarık’ın Lüsi İle Zilan arasında bir bocalama yaşaması ve tercih yapması isteniyor. Ancak bu bocalama durumu oldukça yapmacık kalıyor. Tarık’ın Lüsi’den yana yapacağı bu seçim sorumlu ve insana özgü bir seçim olmuyor. Aksine, Tarık Lüsi ile yakınlaşır yakınlaşmaz Zilan Hemşire’nin zaten bir kocası olduğunu ve Tarık’tan yaşça büyük olduğunu öğreniyoruz. Bu şekilde Tarık bir vicdan azabının, kuşkunun ya da sorumluluğun altından sıyrılmış oluyor. Üstelik Zilan durumu öğrendiğinde çok seviniyor ve yaptığı tek yorum “Sevgilini duydum ve sevindim. Onu da kucakla benim için.” oluyor. Sonra kitap boyunca Zilan Hemşireyi tekrar görmüyoruz. Bu durum da ortada bir kurgudan çok nedeni, sonucu ve sorumluluğu olmayan, temiz bir hayal ürünü varmış gibi hissettiriyor.

Tarık’ın iş yerinden tanışıp âşık olduğu Ermeni bir mimar olan Lüsi de, karakter inşası bakımından oldukça zayıf. Vedat Türkali, Lüsi örneğinde açıkça gösterdiği gibi kadın karakter yaratma konusunda oldukça başarısız bir yazar. Kadın karakterler erkek bir ağızdan konuşuyor ve anlatıcının iç dünyasına, istediklerine göre şekilleniyorlar. Edebi metinlerde yazarın izini taşıyan, yazarın konuşturduğu belli olan karakterler, bilindiği gibi kurgulanan karakterin başarısız olduğunun en açık örneğidir. Kimi anlatılarda anlatıcı ile yazar arasındaki mesafe kapanır. Ancak bu mesafenin kapanması anlatıcının bakış açısına bağlıdır. Örneğin roman, kahraman bakış açısı ile yazılmışsa anlatıcının yazarın kendisini olma ihtimalini göz önünde bulundurabiliriz. Bitti Biti Bitmedi romanı, kahraman bakış açısıyla yazılmış olsa da romanda yapılmak istenen, Tarık karakterinde Vedat Türkali’nin kendi hayatının yansıtılması değil. Bu yüzden Tarık karakteri konuşturulurken Vedat Türkali konuşuyor izlemine de kapılmıyoruz. Ancak Lüsi karakterine geldiğimizde, karakterin erkek bir anlatıcı tarafından, dahası yazar tarafından konuşturulduğu ve şekillendirildiği açıkça görünüyor ve bu romanın karakter inşasında ikilik yaratıyor.

“-Sana elma soyayım mı? -Yok, ben elmayı kabuğuyla yerim. Köylüyüz biliyorsun.

-Aslında ben de köylüyüm. Bakma ince bayan görünüşüme.”

Alıntıdan da fark edilebileceğimiz gibi Lüsi erkek bir anlatıcının ağzından; “ince bayan görüşüne” rağmen oldukça sert ve hırçın bir kadın figürü olarak karşımıza çıkıyor.

“-Sen koş istersen ben yağmura aldırmam.

-Sen erkeksin biliyorum! Ama ben de aldırmam arkadaş! “

Bu ve benzeri birçok diyalog boyunca Lüsi, bir erkekten aşağı kalmayan “erkek fatma” görüntüsü çizmeye devam ediyor. Bunun yanlı sıra karakter, zengin, Avrupa’da eğitim görmüş ancak “yerli” yani Anadolulu olan, elinden her iş gelen, ayrıca tambur çalan ve güzel sesi olan yetenekli bir kadın. Üstelik şımarık olmaktan uzak ve iyi kalpli bir figür. Bu açıdan Lüsi karakterinin İnşası yine Tanzimat romanlarının kadın karakterlerini anımsatıyor. Yani gerçekçi bir karakter olmaktan çok, başroldeki erkek karaktere layık, “olması gereken” bir kadın karakter çiziliyor bize. Bu yüzden de tekrar Tanzimat romanlarının kadın figürlerine benzetmek mümkün. Bu açıdan yazar, mason ve katil ilan ettiği aydınların ve Meşrutiyetin gerisine düşerek Tanzimat Dönemiyle oldukça benzer bir roman ortaya koymuştur diyebiliriz.

Son olarak da romanın didaktik bir tarih anlatısı olması ve bir doğrudan politik bir yazılış amacı olmasını göz önünde bulundurmamız ve bu yüzden eserin güncel siyasetle ilişkisi üzerinde durmamız, bu yönde de bir eleştiri vermemiz gerekiyor.

“Geçmişini bilmeyen geleceğini göremez” derler. Ancak kendine “bilinen tarihi sürekli hatırlatmak” misyonu biçmiş, geçmişe saplanıp bugününü göremeyen bir aydın toplamında da bahsedebiliriz. Ne yazık ki bu insanların yolu da liberalizm ve AKP’nin “Yeni Türkiyesinde” kesişiyor. Vedat Türkali de bu kişilerden biri olarak Türkiye’de yaşayan halkların acılarını sanki gerçekleri ilk kez açıklıyormuş gibi tekrar tekrar anlatır, suçu aydınlanma mirasına atabileceği “zalımlar” ararken liberal kuşatmanın kırıldığı bir dönemde liberalizme hizmet etmeyi de başarmış oluyor.

“İttihatçılar yaptı bu soykırımı: Talat Paşa, Enver Paşa, Başbakan Sait Halim Paşa. Bakan Maliyeci Cavit Bey; hükümet böyle bir resmi karar almadı, diyor. Bu katil İttihatçılar, aslında mason kulüpleriyle bağlantılıdırlar. İttihatçı mason Talat Paşa Der-Zor’da Suriye çöllerine sürdürmüştür Ermenileri.”

Vedat Türkali’nin tarihsel olgulara bakışındaki eksiklik; aydınlanma mirasına “mason” diyerek saldırmasıyla, hükümetin haberi olmadan, “İki ayyaş” yüzünden bir halkın katledildiğini iddia etmesiyle ortaya çıkıyor. Öncelikle böyle bir tez ortaya koymak için, İttihatçıların Ermenileri neden hedef seçtiğini ve bunun sonucunda ne gibi kazanımlar elde ettiğini de anlatmak ve soykırımı olgulara dayandırmak gerekir. Ancak kitap boyunca İttihat ve Terakki’ye sövmek ve onu eleştirmek dışında bir olguya rastlayamıyoruz.

Bu nokta da bizim de bir olguyu hatırlatmamız gerekecek: liberal tarih yazımı. Ülkemizde 80 darbesinden sonra ve özellikle AKP İktidarının liberal ideolojik söylemleriyle uyumlu yeni bir tarih yazımı ortaya çıkmıştır. Bir alıntı ile anlatmak istediğimiz bu yeni tarih yazımım biraz daha açalım. Aladağ bu talih yazımını şu şekilde özetliyor:

“Muhafazakârından sağ liberaline, genç sivillerden sol liberaline farklı kesimler benzer bir tarih anlatısına ortak olarak yeni sürece eklemlenmektedir. Bu tarih anlatısı; elit bir tabakanın ya da ordunun dümende olduğu bir iktidar, toplumsa sınıflardan soyutlanmış bir devlet, burjuvazi dâhil toplumun tümünün ezildiği bir sivil toplum gibi argümanlara dayanmakta ve gerçekliği bu şekilde tarif etmektedir. Hal böyle olunca (…) sorumluluk ceberut devlet geleneği gibi yüzyıllardır sürdüğü iddia edilen geleneklerle açıklanmakta, yaşanan çatışmalar ise merkez ve çevre arasındaki çelişkilerle ilişkilendirilmektedir. Üstelik geçmişle hesaplaşma adı altında 12 Eylül gibi süreçlerin sorumluluğu birkaç kişinin üzerine yıkılarak yaşananların ardındaki sınıf çatışmaları ve gerçek failler gizlenmekte, bütün bir tarih mistifikasyona uğratılmaktadır.1

Yazar da liberal tarih yazımına “Katil, İttihatçı, mason Talat Paşa” ve “Türkiye’de Cumhuriyetin kurucu kadrolarının katliamları” ekseninden aydınlanma mirasına ve cumhuriyete saldırarak, “soykırımdan hükümetin haberi olmadığı” iddiasından neredeyse padişahı aklayacak bir noktaya gelerek hizmet etmiş oluyor. Kısacası, “eski solcu” kategorisine sokabileceğimiz Türkiye aydınlarının bitmeyen bir hastalığı olan “vesayetle hesaplaşma” dürtüsü, Türkali’yi de liberal bir çizgiye ittirmeye devam ediyor diyebiliriz.

Ülkemizde esas vesayetin yıkıldığı ve bir darbe döneminin kapandığı Haziran Direnişi sonrası, birçok aydın kendi eleştirisini vermişti. Hatırlayalım. Örneğin, daha önce İslamcılarla aynı mecralarda yazan ve her öyküsünde Türkiye’de solun güçlenemeyeceğini, “halkın dindar bir yapıya sahip olduğunu” anlatmaya çalışan Emrah Serbes’in Deliduman gibi taşradan Haziran’a uzanan bir kitabı yazması halka güvenmek gerektiğinin bir göstergesi olmuştu. Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusundaki aydın de Türkiye halkındaki dinamiği göremeyen ve onu küçümseyenlere örnekti. Yanı sıra Adalet Ağaoğlu’nun “Artık ölsem ‘yetmez ama evet’ demem.” deyişine epey bir gülmüştük. Ne ki bu ülkede eleştiri verebilen ve Haziranla birlikte “Şerefine Kenan!” diye bağırabilen aydınlarımız da vardı. “Şerefine Kenan!” diyememenin sonucu ise tarihin bir kesitine olmayan bir “vesayetle” hesaplaşmaya çalışmak ve yanı başımızda aynı halkları katletmekle meşgul gerici zihniyet ile aynı “mason” dilini kullanmaktır.

Toparlamak gerekirse; Vedat Türkali’nin Türkiye tarihini ölenler ve ölmeyenler üzerinden okuması, “toplumsal uzlaşıyı” arayan bir liberal tarih anlatısı ortaya çıkarmış ve yazarı aydınlanma, ilerleme düşmanlığına ittirmiş diyebiliriz. Bu yüzden bizim, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” üzerinden ve “Kim ne kadar katliam yapmış?” sorusuyla yorumlayamayacağımızı tekrar vurgulayalım. Biz, olguları zoru ve Jakobenizmi esas alarak değerlendirmek, tarihi ilerletmenin ve önümüze nasıl bakacağımızın yollarını aramak zorundayız. Tarihin ilerlemek zorunda olduğunu ve tarihi ilerletenin de aydınlanma mirası olduğunu düşünürsek Türkali; tarih dışı bir çizgide tarih anlatmaya çalışmış ve bunun için 190 sayfalık bir kitap yazmış diyebiliyoruz.

Fakat o devir kapanalı çok oluyor: Artık birilerinin “Alper Tunga’nın öldüğünü” daha yüksek sesle söylemesi gerekiyor.

Bitti, bitti ve bitecek!

Dipnot

  1. http://solgazetebakis.net/2013-nisan-mayıs/sol-liberalizm-kefaletten-sefalete/taraf-ve-sol-liberal-tarih-yazimi/