Tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır. (E.H Carr-Tarih Nedir?)
Carr’ın paylaştığım sözünü oldukça önemli buluyorum. Üzerinde birazcık oynama yaparsak eğer; devrimcinin görevi (daha doğrusu görevlerinden birisi de), geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü ve yarını anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır.
12 Eylül ile büyük bir yıkım altında kalan sol, özellikle Sovyetler Birliği’nin de çözülmesi ile 1990’ların başında yoğun olarak liberaller tarafından ideolojik saldırıya maruz kalmış, bu durum da solun aklında önemli bir tahribat yaratmıştır. Bu tahribat, konumuz itibariyle birbiriyle ilişkili iki temel sorunu ortaya çıkarmıştır: Birincisi, solun, 1908 ve 1923’ün sosyalist devrim tezi ile arasındaki bağlantıyı kuramayıp siyasal-toplumsal program haline getiremeyişi; ikincisi ise, solda var olan yapıların özellikle de büyük bir bölümünün, 1908 Devrimi’ne, “İttihatçı zihniyete”, Cumhuriyet’e yönelik tarih dışı eleştirilerin, iktidar perspektifine ve devrimciliğe tekabül ettiğini görememiş olmasıdır. Bu durum solun savunma pozisyonuna çekilmesine ve devamında ise bastığı zemini inkar eder hale gelmesine sebep olmuştur.
Liberaller tarafından yaratılan bu algının miadı, 2013 haziranında, cumhuriyetçiliğin hala güncelliğini koruduğunu ispatlaması ile sona ermiştir. Haziran İsyanı, karşı devrim cephesinin ideolojik atmosferini dağıtırken, sol için de temel mantalitenin artık hücum yönünde değişebileceği yeni bir dönem açmıştır. Bu yazı, bu olgunun bir sonucudur.
Ek olarak, ele alacağımız dönem ile içinde yaşadığımız dönem arasındaki benzerliğin kayda değer olduğunu düşünüyorum: 2. Abdülhamid’in istibdat rejimiyle Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşen diktatörlüğün birbirine benzediği kadar; 1908’de Genç Osmanlı aydınlarınca verilen hürriyet kavgasıyla 90 kuşağının başını çektiği Haziran İsyanı arasında da neredeyse kabaca bir benzerlik vardır. Aradaki temel fark ise 90 kuşağının arkasında değerlendirilmeyi bekleyen önemli bir mirasın ve deneyimin bulunmasıdır.
Başlarken: Genel Tablo
1908’in Türkiye modernleşmesindeki rolüne değinmeden önce genel tabloyu aktarmanın yazının devamı için daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. O halde bir alıntıyla başlayalım:
“16. yüzyıl Avrupası, doğuda Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan batıda Fransa, Almanya ve İngiltere’ye uzanan tek tek krallık, imparatorluk ve devletlerin toplamıdır. Bu toplam, bize özgün dinamikleriyle devinen bir bütünlük vermez. 19. yüzyıl öncesi Avrupa’da tarih, tekil aktörlerin eylemlerinin nihai bileşkesiyle yol almıştır. Buna karşılık 19. yüzyılın, özellikle bu yüzyıl sonlarının Avrupa’sı, parçaların oluşturduğu bir toplam değil, parçaların hepsini kendi dinamikleriyle yeniden belirleyip şekillendiren bir bütündür. Bu bütünün adı kapitalizm, dinamiği sermaye birikimi/ihracı, şekillendiriciliği ulus devlet inşası ve kilisenin (dinin) geri plana itilmesi, etkisi de sınırsız yayılma ve yaygınlaşmasıdır.”1
19. yüzyıl, Avrupa’da kapitalizmin sistem olarak oturduğu ve artık emperyalizm aşamasında olduğu döneme tekabül ediyordu. Osmanlı ise önceki yüzyıllara nazaran hayli güç kaybeden Osmanlı, bu tabloda emperyalist ülkeler tarafından bir “pazar” olarak görülüyordu. İlk olarak İngiltere’nin zorlamasıyla İngiltere ve Osmanlı arasında 1838 yılında Baltalimanı Antlaşması imzalanıyor ve hemen ardından da diğer Avrupa ülkeleri Osmanlı üzerinde baskı oluşturarak benzeri antlaşmaları imzalıyorlardı. Böylelikle Osmanlı’nın artık resmi olarak, kapitalist ülkelerin açık pazarı haline gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. 1881’de ise Muharrem Kararnamesi’yle kurulan Düyun-u Umumiye bu sürecin doruk noktası oluyordu. Açık pazar haline gelen Osmanlı, artık resmen yarı sömürge konumuna getiriliyordu. Burayı özel olarak açmamın sebebi, devletin artık fiilen diğer ülkelere bağımlı hale gelmesidir. Bağımlılık ise sadece ekonomik olarak değil, siyasal ve askeri olarak da gerçekleşiyor. Yani Osmanlı’nın iç ve dış siyasi süreçlere dair attığı adımlarda kendi kararlarından çok, zaman zaman değişkenlik gösteren kapitalist düzen içi güç dengeleri etki ediyor. Devletin üzerindeki bu güç dengelerinin yansıması, bu anlamda konumuz olan ittihatçıları ilk başlarda denge siyaseti izlemek zorunda bırakıyordu:
“İttihat ve Terakki kabinelerinde bu “büyük güçlere” yakınlıkları ile tanınan kişilere dengeli bir şekilde yer verilmeye çalışılmıştır. Yönetimin ve ordunun ıslahı konusunda yapılan çalışmalarda bu denge korunmuş, kara ordusu Alman subaylarınca düzenlenirken, donanma İngilizler, jandarma ise Fransızlarca düzenlenmiştir.”2
Başka bir yazıda daha detaylıca incelemeyi düşündüğüm Ermeni Tehcir yasası meselesinde de bu güç dengelerinin önemli ölçüde payı bulunuyordu. Örneğin, dönemin Alman asıllı Osmanlı genelkurmay başkanının “tavsiyesi” ve ısrarıyla yasa uygulanmaya başlanacaktı.
Bunun yanı sıra, Jön Türklerden Cumhuriyetin kurucu kuşağına değin önemli ortak nokta kadroların “genç” olmalarıdır. Örneğin, Enver Paşa ordunun başına geçtiğinde henüz 30’lu yaşların başındadır. Deneyimi ve tecrübeyi önemli ölçüde yaşayarak öğrendiklerinin altının çizilmesi gerekir. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerini, siyasi çalkalanmaları, burjuva devrim sürecini incelerken bu noktaları göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Zamanın Ruhu: Arayış, Tutku ve Eylem
1830’larda Avrupa’ya nitelikli eğitim görmeleri için ilk öğrenciler gönderildiğinde, 1789 Fransız Devrimi’nin rüzgarı Avrupa kıtasında hala hissediliyordu. Bir süre sonra bu kuşak 1848 Devrimlerine tanıklık etti. Bu durum beraberinde arayışı ve eylemciliği getirdi. Jön Türk hareketi ise böyle bir ortama doğdu. Tanık oldukları gelişmeleri ülkelerine aktarmanın yollarını arayarak fikirlerini basın yoluyla örgütlemeye çalıştılar:
“Şinasi’nin Tasvir-i Efkar’daki savaş arkadaşı Namık Kemal’in yayıncılığı, “ulus”, “vatan”, “özgürlük”, “yurtseverlik”, “devrim” vb. gibi kavramları edebiyatta ve gazetecilikte ilk kez kullanılır hale getiriyordu.”3
Bir diğer örnek, tarihteki işçilerin ilk iktidar deneyiminin, Paris Komünü’nün, Jön Türk aydınları üzerindeki etkileridir. 1871 yılı baharında Paris’te çatışmalar baş gösterdiğinde, Şinasi, Namık Kemal gibi genç Osmanlı aydınları artık seyirci kalmak yerine bu ayaklanmanın içerisinde yer almaya başlıyorlar. Hatta o dönemde 1. Enternasyonal’e katılıp sosyalistlerle de etkileşime geçiyorlar.4
Bir süre sonra genç aydınlar illegal örgütler kurmaya başlıyorlar. Bunlardan en önemlisi aynı zamanda, tarihimizdeki, modern anlamda ilk örgütlenme diyebileceğimiz 1899’da Fransız Devrimi’nin 100.yılında, Askeri Tıbbiye’de okuyan bir grup öğrencinin kuracağı İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı örgüttü. Örgütün, Jön Türkler gibi başlıca amacı; devletin parçalanmasının önüne geçmek, “İttihad-ı Anasır”ı sağlamak (Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan bütün ulusların birliği, Osmanlıcılık), Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi’nin yeniden ilan edilmesi olarak özetlenebilir.
1906’da Selanik’te Talat Bey ve bir grup arkadaşı tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile İttihad-ı Osmani örgütü 1907 yılında birleşiyorlar. İlk önce Terakki ve İttihat Cemiyeti adını alan örgüt, daha sonra bildiğimiz adıyla, ismini İttihat ve Terakki olarak değiştiriyor.
İttihat Terakki, Osmanlı’nın çöküşüne engel olmak isteyen genç devrimci kuşağın, dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda, “Ne yapmalı?” sorusuna verdiği en somut yanıttır:
“(…) iktidar için yapılan savaşımda, var olan iktidarın ancak silahlı güce yenilmesi kesindir. Yığınların silahsız tutumu sadece bir gösteri, bir iç dökmeden öteye gidemez. Karşıt güçlerin sert bir direnişiyle yığınlar çok çabuk umutsuzluğa düşebilir. Fransız devrimindeki Jakoben iktidarının güç kaynağı olarak silahlı bir gruba dayanması, hatta orduyu bir anlamda kontrol etmesi önemli bir rol oynamıştır. Aradan yüzyıl geçtikten sonra silahlı gücün önemi daha da artmıştır. O halde siyasal örgütlenmenin başarısı için orduyla ilişki halinde olmak, ordunun zinde gruplarını örgüt içerisinde yerleştirmek önemli bir tercih olmaktadır. Ordusuz, onun silahlı gücünün bulunmadığı bir siyasal örgütün iktidara ortak olması yirminci yüzyılda bir hayal olabilirdi. Talat’ın örgütü de ordunun (özellikle Rumeli’de) en aydın, en genç ve atılgan subayların bulunduğu yörede bunları göz ardı ederek gelişemezdi…”5
İttihatçılar, gerçek ve kalıcı çözümün iktidarın alınmadığı takdirde sağlanamayacağını görmüş, hırsları ve iktidar perspektifleri ile Jön Türk geleneğini ileri bir boyuta taşımışlardır.
Selanik, Manastır, İzmir, Edirne, İstanbul gibi şehirlerde, 1908 öncesi, sermaye sınıfının ülkenin doğusuna oranla daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. Bunda en önemli etken, coğrafik olarak Avrupa’ya daha yakın olması ve liman ticaretinin oldukça canlı oluşudur. İttihat Terakki başta Selanik ve Manastır’da olmak üzere ordudaki genç subaylar arasında örgütlenmesi ve kentlerde ise ciddi anlamda toplumsallığın olması tesadüf değildir.
Burada örgütün formasyonuna dair bir takım noktalara değinmek istiyorum: “Önderler, Cemiyet’i illegal örgütlenmeden legal siyasal parti oluşuna kadar Jakoben bir yapıya kavuşturmak istemişlerdir. Nitekim 1908 Devrimi’nden sonra İttihat ve Terakki örgütlerinin kulüp olarak adlandırılması da bu eğilimin biçimsel düzeydeki görünümüdür. Diğer yandan siyasal örgütün bir blok oluşturması zorunluluğu Jakoben modelini akla getirmektedir. İttihat ve Terakki bir blok oluşturma amacındadır. İşçi (eğer varsa) sermaye sahipleri (eğer varsa) küçük burjuvazi bütün boyutlarıyla bu blokta yerini alacaktır. Kuşkusuz köylüler de aynı blok içinde düşünülmektedir. Örgütün illegal olduğu dönemde blokta yer alması düşünülen tüm katmanların üyeleştirilmesi mümkün değildi. Ama legalleşmenin akabinde bir pıtrak gibi yurdun her yöresinde kendini gösteren İttihat ve Terakki kulüplerinin yapısında böyle bir geniş cephe oluşumunun varlığı aranıyordu. Öncülük gerek örgüt içerisinde gerekse siyasal savaşımda küçük burjuvaziye bunların da sivil ve askerlerden oluşan bürokratik kesimine verilmişti. Tüccar, banker vb. gibi unsurlar örgüt içerisinde belli bir mevkiye sahip olsalar bile etkinlik bu bürokrat unsurlarda özellikle askerlerde idi. Ordunun en sağlıklı kesimlerinin (o günün koşullarına göre) örgüt içerisine alınması başarı için savaşım için gerekliydi.”6
İttihatçı örgüt formasyonunda, Fransız Jakoben hareketinin etkisi ağırlıklı olmakla birlikte, İtalyan Carbonari ve Rus Narodnik hareketlerinden de etkilenmesinin olduğunu da eklemek gerekir.
Burayı özellikle vurgulamamın sebebi, İttihatçıların, burjuva devrim hareketlerini takip etmelerinin, etkilenmelerinin, deneyimlerinden yararlanmalarının altının çizilmesi gerektiğidir. Yani İttihatçılığın oluşumu ve gelişiminde hem Jön Türk hareketinin düşünsel yapısı hem de uluslararası burjuva devrimci hareketlerinin, örgütlenme pratikleri vardır.
Devam edelim. 1908’de 2. Abdülhamid’in istibdat rejimi fiilen sürse de ortada ciddi anlamda bir iktidar boşluğu vardı. Bu boşluğu iyi okuyan İttihatçılar, Makedonya’daki ordu birlikleri içinde bir isyan hareketi başlatıyor ve bu durum kısa sürede ordunun geri kalanına da yayılıyordu. Abdülhamid’in isyanı bastırmak için gönderdiği askeri birliklerde isyan hareketine katılınca, İttihatçılar, 23 Temmuz 1908’de Manastır’da meşrutiyeti ilan ediyorlar. Rumeli’deki isyan merkezlerinden İstanbul’a gelen meşrutiyet talepleri padişahı zor durumda bırakmış, aynı günün gecesinde Abdülhamid meşrutiyeti ve anayasayı tekrardan ilan etmek zorunda kalmıştı.
Bu durum ülkede sevinç gösterileri ile karşılanıyor. İlan edilen meşrutiyetin temel sloganı ise, 1789 Devrimi’nden hatırlayacağımız gibi; eşitlik, özgürlük, kardeşlikti. Bu arada Fransız Devrimi’nden etkilenmenin başka bir örneği olarak ilginç bir anekdotu da yeri gelmişken paylaşayım:
“Meşrutiyetin ilanı kutlanırken, onu kutlayacak bir marşın bile var olmadığı görülmüştür. Nitekim Selanik’te, her yerde bu mutlu olay büyük tezahüratlarla alkışlanırken, Beyaz Kule kahvelerinde oturan Naki Bey, coşarak, çalmakta olan orkestrayı susturmuş ve gür sesiyle “Maestro çal Marseyyez’i” demiştir. Marseyyez’in* nağmeleri arasında orada bulunanlar özgürlüğün tadını ilk defa coşkuyla çıkarmışlardır.”7
Hem orduda başlayan isyanın etkisi hem de meşrutiyetin ilanıyla birlikte yapılan gösterilerin bir sonucu olarak, İttihatçıların, toplumsal desteğinin büyüdüğünü ve prestijinin de giderek arttığını not edelim.
1908 Devrimi’ne Dair Notlar
İlk olarak vurgulanması gereken nokta, Türkiye burjuva devriminin gecikmişliğidir. Gecikmişlik durumu tarihsel sıkışmaya tekabül ediyor. Çıktısı ise genç aydınların karakterine arayışçılık ve eylemcilik olarak yansıyor. Bu durum Jön Türklerin, ittihatçıların, Kemalistlerin ortak özelliği haline geliyor. Bu düşünce ve ruh yapısı açısından kuşaklar arasında bir süreklilik ilişkisinden bahsedilebilir.
Bu gecikmişlik durumun özgünlüğü olarak, 1908 Osmanlı’sında, Avrupa’da yaşanan ilk dönem burjuva devrimlerinde görüldüğü gibi genel olarak gelişkin bir sermaye sınıfının varlığından bahsedemiyoruz. 1908 Devrimi’nin öncüsü olan İttihatçı kadrolar ile Cumhuriyet’in kurucu ve yöneticilerinin yapılacaklar listesinde, gelişmemiş olan sermaye sınıfını, iktidar sürecinde üst yapısal önlemler alarak güçlendirmenin de yazılı olduğunu unutmamak gerekir. Bu sadece 1908 Osmanlı’sının ve 1923 Türkiye’sinin değil, genel olarak gecikmiş burjuva devrimlerinin karakteristik özelliklerinden birisidir.
Devam edelim, ittihatçıların “kurtuluşa” dair geliştirdikleri strateji ile “kuruluş” diye tarif edebileceğimiz döneme dair formüle ettikleri siyasal ve toplumsal program arasında büyük bir açı vardır. Örnek vermek gerekirse, İttihat Terakki’nin bütünlüklü bir özgürlük tanımı geliştirebildiğini söyleyemeyiz. Daha doğrusu özellikle Talat Paşa’nın formüle ettiği özgürlük tanımı, sürgün olarak gönderildiği Selanik’te şekillenmişti. Burada ilerici fikirlerin rahatça tartışılabilmesi ve örgütlenebilmesi, farklı unsurların bir arada kardeşçe yaşayabilmesi, kadınların toplumsal ve kültürel yaşama katılmasının mümkün olması bir anlamda düşünce olarak İttihatçıların özgürlük fikrinin altyapısını oluşturuyordu.8
Buradan hareketle, amaçları arasında başat olanın özgürlük olmadığını, asıl önemli olanın Jön Türklerden itibaren genç kuşakların temel düşüncesi haline gelen, devletin parçalanmasının önüne geçmek olduğunu unutmamak gerekir. Hatta bununla bağlantılı olarak, attıkları adımlarda var olan toplumsal dengeleri sarsmaktan, radikal bir değişiklikten kaçınmaya çalışmışlardır. Yukarıda aktarılan Selanik gözlemleriyle birleştirecek olursak, formüle edilen özgürlük anlayışının dolaylı olduğunu ve özgürlüğün ve adaletin ayrılıkçı hareketlerin önüne geçeceği inancının hakim olduğunu söylemek gerekir.
Balkanlarda, Osmanlı egemenliği altında yaşayan kimi milletlerin, Balkan Savaşı sonrası birer birer bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından İttihatçıların temel programları Osmanlıcılık ilkesinden, başka bir çarenin olmayışından kaynaklı olarak Türkçülüğe kaymıştır. Bu durumun, var olan burjuva düşünce sistematiği içerisinde zaten başka bir alternatifi de yoktur. En önemli sebebiyse, giriş kısmında Çulhaoğlu’ndan yapılan aktarımda belirtildiği gibi, kapitalizmin şekillendiriciliğinin ulus devlet inşası olduğu vurgusudur. Buraya parantez açalım: İttihatçıların fikir olarak geliştirdiği Türkçülüğün, ırkçılıkla veya günümüzdeki anlamıyla milliyetçilik arasında pek benzerlik yoktur. Uluslararası burjuva devrim hareketlerinden etkilenmeleri, örgüt içinde hatta yöneticileri arasında çeşitli milletlerden olan militanların olması, devletin içinde yaşayan yabancı uyruklu aydınların yapılan tartışmalarda oldukça önemsenmesi vs. Türkçülüğün daha çok çaresizlikle ve geliştirilen pragmatik devrim stratejisi ile alakalı olduğu görülür.
İktidar deneyiminden çıkardığımız bir diğer sonuç, İttihatçıların, her ne kadar kendisinden önceki burjuva devrimlerini kendilerine referans olarak alsalar bile çeşitli zorluklar yaşıyorlar. Basit bir denklemde anlatacak olursak, kurtuluş dönemi için ne yapılacağını, nasıl mücadele edileceğini iyi bilen genç devrimciler; yıktıkları şeyin yerine neyi, nasıl kuracakları noktasında tecrübesizlik, donanım eksikliği kendisini gösteriyor. Yani İttihatçılar başlangıçta, 1923’te kurulacak olan Cumhuriyet örneği gibi görece bütünlüklü bir iktidar perspektifini bu sebepten dolayı geliştirememişlerdir. Fakat İttihat Terakki’nin iktidar deneyimi, bir anlamda Cumhuriyet’in kurucu ve yönetici kadroları için okul işlevi görmüştür. Toprak reformu tartışmalarından solidarizme, halkçılık ilkesine, cumhuriyet kavramından çeşitli iktisat modellerine değin birçok başlık bu okulda tartışılmış, genç kadrolar birikim elde etmiştir:
“İttihat ve Terakki, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Jön Türk hareketinin doruk noktası. İttihat ve Terakki, zamanına göre son derece disiplinli bir siyasal hareket. Ordu’da, Mülkiye’de, Tıbbiye’de derin kökler bulabilmiş bir hareket. Çeşitli ırktan yönetici ve militanları bir araya getirebilmiş bir hareket. Cumhuriyet’in kurucu ve yönetici kadroları bu büyük siyasal okuldan geçmiş kimseler. Hem örgütçülük hem de siyasal program olarak bu okuldan geçmiş kimseler.”9
“Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bu ittihatçı maya vardır. Mustafa Kemal’in ittihatçılığı inkarı, temelde ittihatçılığın sūrdürülmesidir. İttihatçılık-Kemalizm çizgisi, devam-inkar diyaIektiğinin özgün örneklerindendir. Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendiren siyasi kadroların hemen hemen tümü, İttihat ve Terakki siyasal okulunda yetişenlerdir.”10
Özetle söylemek gerekirse; Cumhuriyet, 1908 Devrimi’nin anatomisidir.
*La Marseillaise olarak bilinen Fransa’nın ulusal marşı.
Dipnot
- Metin Çulhaoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e modernleşme: Elitlerin zorlaması mı? Gelenek Dergisi, Sayı 117
- Aktaran İlhan Tekeli – Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı Köktenci Modernitenin Doğuşu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, s. 94
- Yuriy Aşatoviç Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, çevirenler. Mazlum Beyhan, Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yayınevi, 1974, s. 53
- Yuriy Aşatoviç Petrosyan, a.g e., s. 80
- Tevfik Çavdar, Talat Paşa Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 1984, s. 65
- Tevfik Çavdar, Jakobenler İttihatçılar ve Türkiye’de Siyasi Örgütlenmelerin Kaynağı, Gelenek Dergisi, Sayı 69
- Tevfik Çavdar, a.g.e, s. 107
- Tevfik Çavdar, a.g.e., s. 55
- Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 1908 – 1980 1. Cilt, Tekin Yayınevi, 4. Baskı, 1997, s. 19
- Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm Bir Mirasın Güncelliği, Yazılama Yayınevi, 4. Baskı, 2012, s. 119-120