Sürekli olarak seçimleri izliyoruz. Peki seçimler de bizi görecek mi? Ya da ne zaman görecek? Biz derken burada geniş anlamda muhalefet cephesinden bahsediyorum. Toplumsal muhalefet için seçimin AKP’nin inişi- çıkışından başka bir anlamı olamaz mı?
Türkiye seçimler döneminden geçiyor. Yaklaşık bir yıllık süre içerisinde üç tane seçim yaşıyoruz. Seçimler geniş kesimler tarafından, ülkenin tüm değerleriyle yaşam mücadelesi verdiği bu karanlığın içinden çıkmanın en önemli yolu olarak görülüyor. Ama seçimlerin bir başlangıçtan çok, bir sonuç olduğu çoğu zaman unutuluyor.
Bu biraz da AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca siyaseti tamamen sandığa sıkıştırma çabasının bir ürünü. Türkiye siyasetinin en kirli ve suçlu Partisi, Türkiye toplumunu bir darbenin dahi yapabileceğinden çok daha fazla dönüştürdü ve siyasetin zeminini yeniden inşa etti. İşte bu sandık efsanesinin, her hamlenin meşruluğunun sandığa dayandırılmasının arkasında bu dönüşüm yatıyor. Her şeyin başı seçim değil, bu doğru. Peki, meşrutiyetini bu denli sandığa dayandıran bir iktidarın yine sandıkta yaşayacağı bir kriz önemsiz sayılabilir mi?
İşte bu soruya verilen yanıtlar Türkiye’de sol mücadelenin seçimlere bakışını bir süre daha belirlemeye devam edecek gibi görünüyor. Kendi adıma AKP’nin seçimlerde alacağı olumsuz bir sonucun iktidar partisinin ibresini sert bir şekilde dibe döndüreceğini düşünüyorum. İktidarın yaşayabileceği bu olumsuz sonucunda ancak bir başka olaylar manzumesinin sonucu olacağını unutmadan, seçimleri önemsemek gerektiğini düşünüyorum.
İktidar partisinin durumu açısından böyle bir anlamı olduğunu tespit edebileceğimiz seçimleri edebileceğimiz seçimlerin bizim açımızdan anlamı üzerine de düşünmek gerekiyor. Sürekli olarak seçimleri izliyoruz. Peki seçimler de bizi görecek mi? Ya da ne zaman görecek? Biz derken burada geniş anlamda muhalefet cephesinden bahsediyorum. Toplumsal muhalefet için seçimin AKP’nin inişi- çıkışından başka bir anlamı olamaz mı? Bu yazıda biraz da bunu tartışmaya çalışacağız.
‘Olağan’ Erdoğan
Öncelikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Erdoğan ve mimari olduğu rejim açısından ne anlama geldiği üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor.
Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bildiğimiz şekliyle halkın karşısına çıktı: 2013 Haziran’ı itibariyle özellikle oturmaya başlayan, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrası açık ve net karakterini bulan, sağ şizofreninin klasik tezi “ tüm iç ve dış düşmanlara” karşı “ tek başına direnen büyük usta” propagandası üzerine bina edilen bir modern diktatör. Artık olağan Erdoğan budur. Erdoğan’ın danışmanlarının açık faşizm önermeleriyle döşedikleri yoldan başka yolu yoktur, bundan sonra da olamaz. Bu yol 20. Yüzyılda örnekleri yaşanan klasik faşizme benzer mi benzemez mi tartışmasını en azından bu yazı için önemsiz gördüğümü söyleyeyim. Bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’da temsil edilen siyasi hat ve onun ideolojik ve kültürel izdüşümleri açıktan faşizmi çağrıştırmaktadır.1
Erdoğan bu olağan haliyle bir seçim daha kazanmıştır. Yerel seçimleri öncesinde ortaya çıkan yolsuzluklar ya da seçimlerde yapıldığı iddia edilen hileler sonucu değiştirmemiş, Erdoğan yine o balkona çıkıp zaferini ilan etmiştir. Ancak Erdoğan’ın bu seçim başarısını AKP’liler dahi tam olarak kutlayamamış, açıkça belli olan bir tedirginlikle karşılamışlardır.
Bu tedirginliğin sebebi bellidir. Halkın dörtte birinden fazlasının ilgi göstermediği bir seçimde yüzde 51,8 oranında oy alarak, tabiri caizse “ucu ucuna” cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabilmiş “büyük usta” ile karşı karşıyayız. AKP’ye oy vermeyenler haricindeki herkesin öfkesini kazanmış, inanılmaz bir keyfilikle ülke yöneten bir iktidar için korkutucu bir tablo olduğu söylenebilir.
Bu korkutucu tablo, kırk kere söylenen “AKP’nin bölünmesi” ihtimalini de çağırmaktadır. Kırk kere söylenirse gerçek olacağından değil, AKP’nin önüne çıkan engeller kimi isimlerin etrafında kararsız kümeler yarattığı için bu ihtimal ortadadır. Davutoğlu’nun kabinesine Arınç, Babacan gibi ismi Gül ile birlikte geçen siyasetçilerin dâhil edilmesi ya da Numan Kurtulmuş gibi AKP’nin beyin takımının mesafeli yaklaştığı bir “yeni yüz” alınması 2015 seçimlerine kadar mümkün olduğunca birlik görüntüsü verilecek krizi öteleme girişimi şeklinde okunabilir. 2015 seçimlerine kadar bahsettiğim krizin ötelenmesi mümkündür ancak seçimler AKP açısından bir süredir dengelenen ibrenin yönünü yeniden aşağıya çevirirse yani herkes açısında görülebilir bir başarısızlık yaşanırsa, o zaman kriz eskisinden daha güçlü gelecektir.
CHP Var mı?
Başlıktaki soru iğneleme amacıyla yazılmamıştır. Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi açısından bir varlık- yokluk sorunu yaşanmaktadır. CHP üzerinde taşımak istemese de öyle ya da böyle Türkiye toplumunun laiklik talebinin temsilcisi konumunda CHP vardır. Yine laiklikle ilgili olmakla birlikte Türkiye’deki örgütlü- örgütsüz Alevi yurttaşların hakları için baktıkları parti de CHP’dir. Meclisteki ve Türkiye genelindeki gücü itibariyle sendikaların ve başka emek örgütlerinin baktığı yerde CHP durmaktadır. Peki üzerinde taşıdığı tüm bu beklentilere rağmen CHP ne yapmaktadır.
Türkiye siyasetinin en sağından en soluna kadar tüm özneler CHP’yi eleştirmektedir. Zaman zaman genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu bu duruma bozulmakta, kendi partisindeki muhalif sesleri iktidarla aynı noktaya düşmekle suçlamaktadır. Ancak ilginçtir, parti içinden ya da soldan gelen eleştirilere sinirlenen Kılıçdaroğlu ve parti yönetimi, kendisini sağdan gelen eleştirilere karşı borçlu saymakta ve cevap yetiştirmeye uğraşmaktadır.2
AKP birçok farklı belirleyenden beslenmekle birlikte bir “davayı” ya da “kavgayı” örgütlemektedir. CHP’nin ise böyle bir projeksiyonu yoktur. CHP’de kavga ve davanın yerini içi boş bir taktik ve reklamcılık anlayışı almıştır. Seçimlerde sağ lehine oluşan aritmetiği bozma hedefinden dolayı CHP’yi suçlayamayız belki. Ancak herkes tarafından görülebilen gerçek şudur ki, aritmetik iki seçimdir sergilenen “uyanıklıklarla” değişmemektedir. Çıkarılan sağcı adaylar, geliştirilen sağ söylem yılgınlıktan başka bir şey üretmemiştir. Geriye, bir umutla çıkıp yenilen siyasi mevtalar kalmıştır.
Elimizde yakın gelecekte bu tablonun değişebileceğine ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yüzde 30’lara dayanan oy potansiyeli ile koca bir işlevsizlik abidesi CHP, bu şekilde yoluna devam edecek gibi görünüyor. Hiçbir alternatifin ortaya çıkmadığı bir Türkiye’de insanların CHP’den umut beklemesine kızamayız. Ancak artık yeni bir alternatifi yaratmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
Haziran Nereye Gitti?
Bütün bunlar olurken, geçen sene yaşadığımız o görkemli uyanış nereye gitti? Kimilerine göre halk güvenilmezdir. Kitlesel olaylar saman alevi gibidir, parlar ve hızla söner. Geriye bir şey bırakmaz. Ancak bu doğru değildir. İnsanlığın ilk düşünürlerinden beri bilinen bir gerçek: Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Yaşanan değişimlerin ise eşikleri vardır. Küçüğüyle büyüğüyle yaşanan doğal olaylar gibi, toplumsal olaylar da değişimler yaratır. Nasıl ki küçük bir zelzeleyle patlayan büyük bir volkan farklı değişimler yaratıyorsa, her toplumsal olay da niceliğiyle orantılı bir şekilde geriye niteliksel dönüşümler bırakır. Taşlar yerinden oynar ve toplum bir önceki halinden farklı bir görünüme kavuşur.
İşte Haziran Direnişi’ni de böyle anlamak gerekiyor. Bu büyük toplumsal patlama, baskılanabilir ancak geriye döndürülemez dönüşümler yaratmıştır. Haziran sonrasında Türkiye’de halk hareketi artık güncel hale gelmiştir. Bu güncelliği: liselerin imam hatiplere dönüştürülmesine karşı öğrencilerin ve velilerin birlikte mücadelesinde kentlerin yağmalanmasına karşı Türkiye’nin dört bir yanında var olan direnişlere, işçi ölümlerine karşı yükselen sese bakarak görebilirsiniz. AKP rejimi, attığı adımların önündeki hukuki engelleri kaldırsa da halk engelini bir türlü sıfırlayamamaktadır. Bu durumu “Haziran Etkisi” olarak adlandırmak mümkündür.
Öyle ya da böyle süren Haziran Etkisi, seçimlerde birkaç ayrı kanalda varlığını bulmuştur. CHP ve MHP’nin çıkardığı ortak aday Ekmeleddin İhsanoğlu’na, belki Erdoğan’a karşı kazanabileceği umuduyla verilen oylar bu kanallardan biridir. AKP’nin gidebileceği umudu, gerici kimliği ve geçmişi açıkça görülen bir isme verilen oyların akmasının birincil sebebidir. Seçimlere katılmayan küçümsenemeyecek kesim ise ikinci kanal olarak görülebilir. Bu tercih; bir yandan çıkarılan adaylara dönük öfkenin ürünü bilinçli bir tercih olarak değerlendirilebilirken, diğer yandan bir tür yılgınlık olarak da anlaşılabilir. Türkiye halkının önemli bir toplamı, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ciddiye almamıştır.
Bunun yanında önemsenmesi gerektiğini düşündüğüm bir diğer kanal ise Kürt siyasetinin adayı olarak ortaya çıkan fakat bunu aşan bir anlama ulaşan Selahattin Demirtaş’a verilen oylardır. Kürt siyasetinin geleneksel oy oranın yüzde 3 kadar üzerine çıkarak Türkiye genelinde yüzde 10’a ulaşan, ülkenin batısından yaklaşık 500 bin ile bir milyon arasında fazladan oy alan Demirtaş’ın bu başarısı sol mücadele açısından incelenmeyi hak ediyor.
Demirtaş’ın Oyları Ne Anlama Geliyor?
HDP EŞ Genel Başkanı Selahattin Demirtaş cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olduğunda genel beklenti geleneksel olarak HDP- BDP çizgisinde toplanan Kürt yurttaşların oylarını almasıydı. Ancak Demirtaş Kürt siyaseti çizgisinin dışına taşan bir propaganda yolunu tercih ederek sol bir söylem tutturdu.
Haziran sonrasında Türkiye’de halk hareketi artık güncel hale gelmiştir. Bu güncelliği: liselerin imam hatiplere dönüştürülmesine karşı öğrencilerin ve velilerin birlikte mücadelesinde kentlerin yağmalanmasına karşı Türkiye’nin dört bir yanında var olan direnişlere, işçi ölümlerine karşı yükselen sese bakarak görebilirsiniz.
Halkın yalnızca meclisten çıkan adayları oylayabildiği ve yeterli milletvekili imzasını alabilen yalnızca üç adayın çıkabildiği “halk oylamasında”, diğer iki aday sağ seçmenden oy kapma yarışına düşünce sol alanda ortaya çıkan boşluğu iyi gören Demirtaş bu alana dönük etkili bir seçim çalışması yaptı. Demirtaş’ın seçimlerde tercih ettiği söylenen genel hatlarıyla sol popülizm olarak adlandırılabilir. Kürt siyasetinin 2013 Haziran’ına mesafeli yaklaşan tutumundan uzak, halkın gerçek sorunlarına dokunan, yolsuzluk gibi iktidarın zorlandığı başlıklara yüklenen bir söylem tercih edildi. Bütün bu başlıklarda, Demirtaş’ın siyasi yetenekleriyle bütünleştiğinde gerçekten etkin bir hale gelen siyasi mizahın da kullanıldığı bu söylem, Türkiye’de yerleşik hale gelmiş Kürt siyasi hareketine olumsuz bakışın da üzerinden atlayarak geniş kesimlerde bir sempati yarattı. Bu sempati genel olarak sola yönelik olarak alınırsa ancak 60’ların TİP’i ile karşılaştırılabilir.
Oluşan bu sempati, seçimlerin hemen ardından Erdoğan’ın meclisteki yemin töreninde “ayakta alkış” skandalıyla yerle bir olsa da önemsenmelidir. Yanlış anlaşılmasın, önemsenecek olan HDP ve Demirtaş değildir. Kürt siyasetinin gelecek kurgusunda AKP merkezi bir yerde durmaya devam edecektir. Bu tür sola çıkabilecek söylemin olumlu görülmesinde bir sakınca yoktur ancak Kürt siyasetinin kendi hattında dümeni sola kırdığı ya da yakın gelecekte kıracağı düşünülmemelidir. Kürt siyaseti olduğu gibidir ve Türkiye’de yaşanabilecek yeni gelişmelerde yine yeni tavırlar alması beklenebilir.
Önemsenmesi gereken sol popülizmin, söylenen sözlerin yapılamayacağı bilinse bile ve tüm yerleşik düşman algıya rağmen Türkiye’nin bütününde bulduğu karşılıktır. Türk milliyetçisi duyarlılıklarına rağmen birçok yurttaş Demirtaş’ın seçimlerdeki tek gerçek aday olduğunu düşünmüş, oy vermeyecek olsa bile konuşmalarını, çıkışlarını gerçek bir sempatiyle izlemiştir. Kaldı ki küçümsenmeyecek bir toplam da oy vermiştir. Bu durum, Türkiye’de kadraja girebilecek denli büyük ve geniş kesimlere seslenen bir sol alternatifin başarı şansının yüksek olduğunu göstermektedir.
Demirtaş’ın, Kürt siyasetinin gücünü arkasına alarak geliştirdiği “geçici sol söyleminin” yerini halkın AKP’ye karşı mücadelesini arkasına alan ve süreklilik taşıyan bir sol alternatifin alması gerekmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, geçmiş seçimlerde yaşadıklarından çok daha büyük bir pişmanlıkla İhsanoğlu’na oy vereninden, “lanet olsun hepinize!” diyerek sandığa gitmeyenine ve bir umut diyerek Demirtaş’a oy veren ne kadar geniş bir kesimin arayışını göstermiştir. İşte bu arayışı ya da duymasını bilene yapılan çağrıyı dikkate almak zorundayız.
2015 Seçimlerine Giderken…
Muhalefet açısından seçimlerde başarının neden önemli olduğu da bir tartışma konusu. Bu konuda Kürt siyasetinin 2007 yılında meclise girmesinden hemen sonra yükselen ibresine bakmak yeterli. Meclise girmek ya da seçimlerde yakalanan bir başarı Türkiye siyasetinde kadraja girmek anlamını taşıyor. Çıkılan yüksekliğe bir kanca atmak anlamına geliyor. Ülkenin ve halkın düşmanlarıyla yumruk mesafesinde mücadele anlamına geliyor. Artık Türkiye’de solun, böyle bir deneme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
2015 genel seçimleri, “Seçimler de bizi görecek mi?” sorusunun yanıtını aramak için önümüzde bir sınav olarak duruyor. Ancak en başta söylediğimiz bir şeyi tekrarlayalım: Seçimler ancak bir sonuç olarak görüldükleri sürece anlamlıdır, her şeyin başı olarak değil.
Türkiye’nin dört bir yanında farklı başlıklarda mücadeleler sürüyor. Örneklerini hep beraber yaşıyor, görüyoruz. 2013 Haziran’ı tüm bu farklı kulvarlarda verilen mücadelelerin ortaklaştığı, hepsinin beslediği ve ondan beslendiği bir ortaklaşmayı ortaya çıkardı. Bu ortaklaşma ise, önünde durulamaz bir gücü. Ancak bugün geldiğimiz noktada bu durumun yeterli olmadığını görüyoruz. Bu haklı mücadelelerin bir öncüye, birliğe, cepheye ya da her neyse bir tür ortaklığa ihtiyacı var. Türkiye’nin dört bir yanında mücadele eden insanların, diğerleriyle tanışmaya, yan yana yürümeye ve birbirinden güç almaya ihtiyacı var. Hiç şüphesiz ki gençlik bu mücadelelerin omurgasını görevini gururla yerine getirecektir.
Türkiye’de ilericilerin önündeki en büyük görev bir mücadele cephesini inşa etmektir. Türkiye’nin her yerinde halkın kendi kararlarını verebileceği hem dayanışmayı hem de AKP’ye karşı mücadeleyi birlikte taşıyabilen bir cepheyi inşa etmek belki geçmişte zordu. Bugün, herkesin gerekliliğinden bahsettiği cephenin kurulması için yalnızca omuz vermek gerekiyor. İşte eğer bunu becerebilirsek, yani Türkiye halkı ülkeye baktığında tüm gücü ve endamıyla kendini görmeye başlarsa, o zaman seçimler emekçiler için, gençlik için anlamlı hale gelecektir. İşte o zaman, seçimler de el mahkûm “bizi görecektir”. Halkın gerçek temsilcileri de ancak o zaman ortaya çıkabilir.
Bu olmazsa ne kaybederiz? Kübalı büyük devrimci Fidel Castro’ya kaybettiği zaman ne olacağını sormuşlar. Yanıtı: “Batista kaybederse, onun için her şey biter. Biz kaybedersek, yeniden başlarız” Evet, yeniden başlarız. Ancak artık kaybetme ihtimallerimiz değil, neler kazanabileceğimizi tartışmamız gerekiyor. İleriye gitmenin ve ilerlediğimiz yere tutunup daha ileriye sıçramanın yollarını aramamız gerekiyor. Seçimlere işte böyle bir tutunma noktası olarak bakabileceğimizi düşünüyorum.
Gençlik, bunu başaracak bir alternatifin yolunu açabilecek en büyük güç olarak üzerine düşen görevi yapmalıdır. Nasıl yapacağımız hep beraber tartışmaya ve göstermeye devam edeceğiz.
Not: Türkiye’de süren mücadelelerin güçlerini birleştirmesi yakın zamanda bir toplantıyla da gündeme geldi. 30 Ağustos’ta ilk buluşması gerçekleştirilen, bazı değerli aydınların ve sol partilerden temsilcilerin katıldığı devamı geleceği ilan edilen bu toplantıları izlemek gerektiğini düşünüyorum Toplantılarda bir eksik gençlik temsilcilerinin bulunmuyor oluşuydu. Bu eksiğin hızla giderileceğini umuyorum.