No Country For Old Men

2013 Haziran ülkenin siyasal/ideolojik iklimine ciddi kırılmalar yarattı. Bu kırılmalar sonucu yeni denge(ler) oluştu. 12 Eylül’den sonra ideolojiler alanında belirleyiciliği yükselen liberalizmin etkisinin ciddi oranda kırılması yeni dengenin sonuçlarından biriydi. Türkiye tarihi boyunca muhafazakar modernite projesinin ortağı (çoğunlukla da taşeronu) olan liberalizmin en başat özelliği sekülerizm olan bir ayaklanmanın ardından etkisizleşmesi anlaşılır. Ancak Haziran anlaşılması o kadar da kolay olmayan bir başka sonuç daha çıkardı ortaya. Türkiye’nin en kitlesel sol ayaklanması Türkiye’nin solunu bitirdi.

Haziran sonrasında yaşıyoruz demiştik. Türkiye Siyasetinin takviminde Haziran’dan önceki ay Eylül’dür, “Eylülizm”dir. Mevsimler değişiyor. Aydın çoğunlukla değişmiyor.

Diyalektik maddeciliği kendine yöntem olarak seçen bizler “bitmek” durumundan bir “son”u anlamıyoruz. Türkiye’de sol öznelerin bittiği tespiti, “yeni” bir başlangıcı içerisinde barındırdığı sürece analizimizin bir parçası oluyor. 12 Eylül rejiminin yarattığı boğucu atmosferde haklı olarak bir alerji sebebi haline gelen “değişim”, “yeni” gibi kavramlar , 12 Eylül gericiliğini tarihe gömen bir ayaklanmanın ardından tekrar literatürümüze giriyor. İlerlemeye bazı kavramları elimize geçirerek devam ediyoruz:

“Bugüne kadar, hep eskiyi savunanlar kendilerini yeni olarak sundu. Bugünden itibaren ise “yeni”yi gerçek anlamına oturtmak yeninin gerçek temsilcileri üniversite gençliğine düşüyor.”

Böyle yazmıştık “ODTÜ Ayakta” eylemlerinden birkaç ay sonra çıkan dergimizin ilk sayısının çıkış yazısında. İddiamızı sürdürüyoruz. İddiamıza artık Haziran’ı da katıyoruz.

Sol bitti dedik. Katili arıyoruz. Sosyal medyada, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde sürekli yakınma duyuyoruz. Boykotçular oy vermedi böyle oldu veya halk oy vererek diktatörü onayladı… En çok bu argümanları duyuyoruz. Kimine hak veriyor, kimine öfkeleniyoruz.

“(…) artık dönüş yoktur

kuşku bağışlanmasa da

tedirginlik doğal sayılabilir

ancak yürümek dışında bütün eylemlerin adı

kaçış, kaçış, kaçıştır” -İlhami Çiçek- Satranç Dersleri

“Ben demiştim” diyoruz sık sık, “biz demiştik”

Haziran kitleselliğinde bir ayaklanmanın “Sarıgül”, “Ekmek için Ekmeleddin” gibi seçeneklere tahvil edilmeye çalışılması, kitlenin niteliksizliği ile sol seçmenin “CHP’cilik hastalığı” ile açıklanabilir mi? Ya “Tayyip’in gizli ajanı boykotçular” ile? Sanmıyoruz.

Katili, Türkiye tarihinin gördüğü en kitlesel ve en inatçı halk hareketini yaratanların değil, siyasi bir seçeneğe çeviremeyenlerin arasında aramayı hem yöntemsel hem de ahlaki bir zorunluluk olarak görüyoruz.

Haziran sonrası Türkiye’de yaşadığımızı sürekli tekrarlıyoruz. Bu vurgu “Haziran bitti mi?” sorusunun cevabını da içerisinde barındırıyor. Bu soruyu soranların ortak yanlışı genelde Haziran’ı sadece bir sürekli ve kitlesel eylemlilik hali olarak okumak oluyor. Haziran bundan fazlasıdır. Türkiye’nin bütün siyasi/ideolojik atmosferini değiştiren yeni bir olgudur. Haziran bitmemiştir. Ancak Haziran’ın ve Haziran sonrası Türkiye’nin dinamiklerini okuyamayanlar bitmiştir. Üzülmüyoruz.

Haziran sonrası Türkiye’yi okuyamayan aydın çoğunlukla geriye, bazen de ileriye kaçıyor. Kaçan aydın ile yürüyen aydın arasındaki farkı anlamak “aydın”dan ve “yürümek”ten ne anladığımızı netleştirmek için bir dizi kavramsal açıklama yaparak devam etmesi gerekiyor.

Aydın Kimdir ya da Anlamak Çözmeye Yetmez

Aydın kimdir sorusunu cevaplamak oldukça zor. Bu “zor”luk sebebiyle üzerinde uzlaşılmış bir aydın tanımı bulunmuyor. Olguları soyutlarken “kapsam, genellik düzeyi ve konumlanma noktası”1 üzerinden şekillenen ayrımlar “Aydın”a yaklaşım söz konusunda da doğaldır ki belirleyici oluyor. Bu yaklaşımları üç gruba ayırmayı2 uygun buluyorum:

Gouldner’de ve reel sosyalizm pratiklerini eleştirmek için daha farklı bir bağlamda Kondrad ve Szelenyi’de somutlandıran aydını “bir sınıf olarak” ele alan yaklaşım, bilgi sosyolojisi bağlamında aydını ele alıp aydınları “görece sınıfsız bir toplam” olarak ele alan Mannhelm’in yaklaşımı ve aydınları sınıfsal olarak sözcülüğünü yaptığı toplamlar üzerinden yorumlayan Gramsci’nin yaklaşımı bahsi geçen üç temel yaklaşımı oluşturuyor.

Bu üç yaklaşıma nasıl bakılması gerektiğine geçmeden önce, çoğunlukla aydın ile eş anlamlı kullanılan entelektüel ve entelijansiya kavramlarına değinmek için bir parantez açmak gerekiyor. Birbiri yerine genellikle rastgele kullanılan bu kavramlar arasında dilbilimsel bir fark bulunmasa da, kavramlar referans olarak işaret ettiği dönemler sebebiyle farklı anlamları içeriyor. Rusça olan ve ilk defa Rus romancı Pyotr Dimitriyeviç tarafından kullanıldığı rivayet edilen3 entelijansiya kavramı, 19. Yüzyıl Rus aydının entelektüel derinliği engellemeyen pratik dönüştürme tutkusu sebebiyle entelektüelliği içererek aşan başka bir kategoriyi ifade ediyor. Parantezi kapatıp bir önceki paragrafta değindiğimiz üç modele dönelim.

Gouldner’in “yeni sınıf” yaklaşımını diyalektik maddecilik olarak izah ettiğimiz yöntemimizle uyuşmadığı için geçiyorum. Sınıf tanımını hatalı buluyorum. Kimi benzerlikler de taşıyan, Mannheim ve Gramsci’nin yaklaşımlarını uzun uzun açmak yerine, bu yaklaşımları birbirinden ayıran yöntemsel farklılığın üzerinde durmayı bu yazı özelinde daha önemli buluyorum. Mannheim aydını “özel görevi o toplumsal gruplar” olarak tanımlıyor. “Statik toplum”dan “Modern toplum”a geçişi, aydının bu geçişlerde yaşadığı dönüşümü ele alıyor.

Mannheim bilgiyi ve aydını sosyoloji nesnesi olarak ele alıyor. Yazının devamında zaman zaman başvuracağımız ayrıntılı bir kavram seti ortaya çıkarıyor. Gramsci, Mannheim’ndan farklı olarak aydını bilgi sosyolojisi bağlamında değil, işçi sınıfı iktidarı açısından değerlendiriyor. Gramsci muadillerinden bir “praksis kuramcısı” olduğu için ayrılıyor. ” Yeni Bir Ülke” hedefiyle yola çıkan bizler için, bu niteliğiyle önem kazanıyor.

Gramsci aydını kendi başına bir sınıf, ya da kendi içerisinde neredeyse sınıfsız bir toplum olarak değil, sınıflar arasındaki konumları üzerinden tanımlanıyor. Homo Sapiens eşittir Homo Faber denklemi ile üretim süreçlerindeki herkesin bir aydın niteliği taşıdığını belirtiyor. Fakat aydın kategorisine dahil olmanın ölçütünü, üstyapı süreçlerine edilen etki üzerinden değerlendiriyor:

“Aydınlar bir grubun toplumsal hegemonyasını ve o grubun devlet tahakkümünü örgütleme işlevine sahiptir.”4

Gramsci’nin aydını “tahakkümü örgütleme ve “üstyapı süreçlerindeki etkinliği” açısından değerlendirilmesi, Yalçın Küçük’ün aydını “kafasıyla ve çok büyük bir inatla toplumu değiştirmek için mücadele eden hayvan” tanımıyla ve aydını “eylemiyle değerlendirme” yöntemiyle paralellik gösterir.

Gramsci’nin bahsettiği aydın, sınıf(lar) organik aydınıdır. Öte yanda Kalıntı aydın5 olarak da adlandırılabilecek “geleneksel aydın” aslında kapitalizmin öncesi bir toplumsal formasyona ait bir kategoridir. Ancak kapitalizmin yarattığı dönüşüme rağmen kesintiye uğratamadığı bu toplam, bir tarihsel sürekliliği devam ettirir.

Türkiye tarihi boyunca muhafazakar modernite projesinin ortağı (çoğunlukla da taşeronu) olan liberalizmin en başat özelliği sekülerizm olan bir ayaklanmanın ardından etkisizleşmesi anlaşılır. Ancak Haziran anlaşılması o kadar da kolay olmayan bir başka sonuç daha çıkardı ortaya. Türkiye’nin en kitlesel sol ayaklanması Türkiye’nin solunu bitirdi.

Toplumsal yapı içerisinde uzmanlık işlevleri dolayısıyla kendisini ayrıcalıklı bir yere yerleştirebilen ve egemen sınıftan örnek olduğunu iddia eden toplam ise geleneksel aydının bir alt kategorisi olan “bağlantısız aydın” olarak tanımlanır. Bağlantısız aydın kavramı, Mannheim’in siyasal süreçlerdeki yansız kalan aydınları tanımlamak içi kullandığı “yüzer gezer aydın” kavramı parallelik

İktidar, dolayısıyla hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak tanımlanan Gramsci’nin aydını zaman zaman belli rezervler koymak6 koşuluyla bu yazıdaki aydın tartışmasının kavramsal temelini oluşturacak. Aydını “anlamak” ile kalmayıp değiştirme iradesini içerisinde barından bir toplum olarak ele alacağız. Türkiye sol entelijanyasinin örgütlü veya örgütsüz politik pratikerleri de, bu tanım itibariyle aydın niteliği taşıdığı için bu kategori içerisinde değerlendirilip, yazının hedefinde olacak.

Türkiye Aydını’nın Genetiği

Bugüne geçmeden Türkiye aydınının tarihindeki kimi detayları kısaca hatırlamak, Türkiye aydınını var eden saiklerin üzerinde durmak zorundayız. Türkiye Aydını üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan Aydın Üzerine Tezler’in birinci cildinde Yalçın Küçük Türkiye aydınının genetiğini izah ettiği şu alıntı ile başlayalım :

“Batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmaya çalışmak mutlak misyoner ruhu gerektirir. Türk aydının kökünde misyoner ruhu ve iktidar hırsı vardır” (a.g.e, s. 20)

Küçük iktidar hırsını ve misyonerliği Türkiye aydının olmazsa olmazı olarak görüyor. Misyonerlik söylemi ile ifade etmek istediği fonksiyonu “aracılık” olarak tercüme etmeyi uygun buluyorum. Aydının çoğunlukla içerisinde taşıdığı daemonik eğilimlerinin içe dönük yıkıcı bir romantizme dönüşmesini engelleyen, aydının aracılık fonskiyonudur. Metin Çulhaoğlu, aydının aracılık işlevini aydın için bir “optimal denge” olarak tanımlıyor.

Türkiye aydını belki Avrupalı muadillerinden farklı olarak bütünlüklü felsefi sistemler yaratmış olmanın erincini taşımıyor. Ancak ülkesi, tarihi önemli oranda aydınının damgasını taşıyor.

Küçük ve Çulhaoğlu’nun alıntılarından Türkiye aydının bir “entelijansiya” niteliği taşıdığını çıkarıyoruz. Ancak önemli bir farkla; entelektüelliği kategorik olarak içererek aşan Rus entelijansiyasının aksine, Türkiye aydınında bir entelektüel derinlikten bahsetmek kolay olmuyor. Türkiye’de entelektüel-entelijansiya diyalektiğini sağlıklı işlemediğini eklemek gerekiyor.7

Metin Çulhaoğlu ile devam edelim. Çulhaoğlu Türkiye aydınının ya yeterince entelektüel olamadığını, ya da taşıyıcılığını yaptığı düşüncelerin paradigma olamayacak kadar sığ kaldığını vurguluyor. Osmanlı’nın aydının “teorisiz aydın” durumunda kaldığını ekliyor. Bu dramın ispatı olarak da Enver Paşa’nın “Mefkure’yi gerçekleştiremeyince, gerçeği mefkure edinmekten başka çare yok” cümlesini gösteriyor.

Bu eksilerin yanında çok önemli bir artı duruyor. Küçük’ün “iktidar hırsı” tespitinin de dayanağı sayılabilecek bu artıyı akıldan çıkarmamak gerekiyor: Türkiye aydını belki Avrupalı muadillerinden farklı olarak bütünlüklü felsefi sistemler yaratmış olmanın erincini taşımıyor. Ancak ülkesi, tarihi önemli oranda aydınının damgasını taşıyor. Çulhaoğlu, bu durumu bilince çıkarma olasılığı yüksek olduğu için Türkiye aydınında devrimci bir potansiyel görüyor.

Toparlayalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci Türkiye aydınının mayasına ihtilalcilik katıyor. Bu arttı, diğer eksileri kapatma potansiyelini içerisinde taşıyor.

Haziran sonrasında yaşıyoruz demiştik. Türkiye Siyasetinin takviminde Haziran’dan önceki ay Eylül’dür, “Eylülizm”dir.8 Mevsimler değişiyor. Aydın çoğunlukla değişmiyor. Türkiye aydınının hem Haziran öncesi reflekslerini, hem de Haziran öncesinin ileri unsur aydınlarının aynı refleksler ile Haziran sonrasında nasıl geri düştüğünü anlamak için mevsim değişikliğini anlamak şart oluyor. Soruşturmaya devam ediyoruz.

İklimler ve Aydınlar

Platon içinde yaşadığımız dünyayı meşhur mağara metaforuyla bir gölgeler dünyası olarak tanımladı. Hakikatin ancak yansımalarına tanık olunabileceğini söyledi. İçinde yaşadığımız evren bir sanrılar evreni idi. Bu evrendeki algımızı ise farkındalık öncesi durum, yani “Doxa” olarak adlandırdı.9

Bu kısa hatırlatmadan sonra işlevsel bir kavram olan Doxa’yı maddeci bir bağlamın içerisine oturtalım ve Türkiye aydının ideolojiler alanında belli tarihsel kesitlerde taşıyıcılığını yaptığı zemini Türkiye aydının o dönemki Doxa’sı olarak adlandıralım.

“Türkiye’de Liberal Alan ve Liberal Sol Entelektüeller” başlıklı makalesinde Funda Hülagü, 1980 sonrasında “uzlaşma zemini” olan demokrasiciliği dönemin aydının Doxa’sı olarak tanımlıyor. Birikim dergisi çevresinin koçbaşlılığını yaptığı bu toplam bugün için bir anlam ifade etmiyor. Fakat yarattıkları tahribatı anlamak için , bu isimlerin uzun zaman ideolojiler alanını belirleyen özneler olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Liberalizm, Eylülizm’i bütünleyen ideolojilerden biri oldu. Altı boş bir özgürlük söyleminin yeniden parlatırken, serbest piyasacılığı pohpohlamak ile kalmadı, tarih yazımı ile “iradecilik”in her türlüsünü mahkum ederek bireyi çevresi karşısında edilgen bir konuma itmeye çalıştı. Bireyin evresini değiştirme, dönüştürme yetisini elinde almaya çabaladı.

Türkiye aydının genetiğinde iktidar hırsı, ihtilalcilik olduğunu söyledik. Bu tanıma göre siyasal iktidarların önüne attıklarında özgürlük, demokrasi arayanları aydın değil, “genetiği değiştirilmiş organizma” olarak tanımlamak mümkün. Bu politik tanımdan, biraz daha insaflı ve teorik bir tanımlama ise burjuvaların organik aydını olarak kendilerini kategorize etmek haksızlık sayılmamalıdır.

Bahsettiğimiz çevrelerin bittiğini söylüyoruz. “Demokrasiciliğin” ya da daha güncel bir siyasi referans ile “Yetmez Ama Evet”çiliğin ömrünü tükettiğini de ekliyoruz. Hatta “aydın”lıklarını sorguluyoruz. Peki, neden hala bu isimleri bu yazının içerisinde geçiriyoruz.

Seksen sonrası “demokrasici” aydınlarının konumuz ile bir dolayım ilişkisi mevcut . Seksen sonrasında hala solcu olan ve aydın niteliği taşıyan sol politik pratikerlerin bu kuşatma örselendiğini, bugün bu kesimlerin önemli bir çoğunun bu sebeple Türkiye’yi okuyamadığını düşünüyoruz. Adorno’nun başka bir bağlamda kullandığı şu cümleleri hatırlatmakta fayda görüyorum.

Doğru nesneyi bulamayan sevgisi, ancak yanlış nesneye duyduğu nefretle ifade edilebilir kendini ve bu da onun nefret ettiği şeye benzemesine yol açar.”10

On yıllar boyunca , gerici kuşatmanın ortasında kendini korumak zorunda kalan aydının karakterini bu savunma hali belirliyor. Türkiye’nin sol aydınının yarattığı birikim, bugün bu yazı da dahil olmak üzere pek çok tartışmanın yapılabilmesini sağlamaktadır. Fırtına ikliminde bir teorik damar inşa edebilmiş olması, seksen sonrası sol aydınının küçümsenemeyecek başarısıdır. Ancak her birikim, birikintiye dönmeye teşnedir. Bugün yaşadığımız toplumsal çalkalanma bu olasılığın gerçekleştirmiştir.

Birbiriyle taban tabana zıt eğilimleri olan ve aydın niteliği taşıyan üç politik pratikerin yazısına bakarak derdimizi somutlayalım. Doğu Perinçek, Foti Benlisoy ve Aydemir Güler’in Haziran sonrası Türkiye’nin üç farklı kesitinde yaptığı üç farklı tespiti, bir açıklama ve iki farklı yazıyı inceleyelim. İddiamıza dayanak oluşturacak verileri toparlayalım:

“Birtakım başı bozuk gruplar oralarda tertip kokan hazırlıklar içindeler. İşçi sınıfı Taksim’de değil, İşçi sınıfı Kadıköy’de. Turuncu kuvvetler, küresel merkezler tarafından yönlendirilen turuncu kuvvetler Taksim’de halkımızı uyarıyoruz.”11

Perinçek’in 1 Mayıs arifesinde yaptığı açıklama, kitleleri Kadıköy’e çekmek için yapılmış basit bir politik kurnazlık olarak okunabilir. Fakat ortada bundan daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Perinçek’in yazısında bahsettiği Taksim’deki “turuncu kuvvetler” Haziran’da Taksim’de olan turuncu kuvvetlerden farklı bir toplam değildir. Yöneticiliğini yaptığı örgütten yüzlerce gencin de militanca Taksim’i savunmuş olmasının bir önemi yoktur. Perinçek örgütü dışındaki kitlenin, halkın bir yönlendirme olmaksızın devlet şiddetine bu kadar uzun süre direnebileceğine inanmamaktadır. Halka güven retorikten ibarettir. Kırk yıllık siyasi geçmişinde maruz kaldığı şiddet ve ihanetler bu güvensizliğe yol açmaktadır.

Türkiye solcu aydını dolayımlarla siyaset yapmayı başaramıyor. Sol içerisinde 60’larda alevlenen aşamalı devrim tartışmaları da işte bu eksikliğin yarattığı zeminde yeşeriyor. Kimi devrime aşamalar sokarak geriye, kimi ise kuru, nesnellikten kopuk bir sosyalizm propagandasıyla ileriye kaçıyor.

İlk veri budur: Seksen sonrası bol aydının halka güveni retorikten ibarettir. Kendiliğinden, kontrol etmesi güç hareketliliklere şüphe ile yaklaşmaktadır.

“Yapılabilecek tek şet geri çekilişi ‘düzenli’ hale getirmek, onun topyekûn bir ricat ve dağılmaya dönüşmesini engellemek. Bunun için evvel emirde yapmamız lazım gelen şey , her şey sanki Gezi günlerindeymiş, sol ve sokak muhalefeti almış başını gidiyormuş gibi davranmaya son vermek. Yüz binler bir çağrıyla harekete geçmek için tetikte bekliyor değil.”12

Foti Benlisoy’un alıntı yaptığımız bu yazısı, 31 Mayıs’ta, Haziran’ın “Geyikli Gece”sinin yıldönümünde yapılan Taksim çağrısının eleştirisi. Kendi adıma 31 Mayıs’ta kriminalize edilmesi oldukça kolay bir sokak gösterisi çağrısı yerine, kitleselleşmesi olası başka bir eylemin örgütlenmesinin daha doğru olacağını düşünüyordum. Hala bu fikirdeyim. Belli uğraklarda geri çekilmenin de politik bir tercih olabileceği kanısındayım. Ancak Benlisoy’un bu yazı aracılığıyla dillendirdikleri 31 Mayıs gününe yapılan eylem çağırısını eleştirmekle kalmıyor. Ezilmeden önce sokaklardan çekilmek gerektiğini vurguluyor.

Seksen sonrası sol aydın akıntıya karşı kürek çekerek bugüne gelmeyi başarıyor. Ancak akıntıyı arkasına aldığında dengesini kaybediyor, bocalıyor. Siyasi bir seçenek üretme söylemini dilinden düşürmese de, önerisi çoğunlukla “bunu yapma cıs olursun” diyen ebeveyn tepkisinden ibaret kalıyor.

Benlisoy’un tepkisi tanıdık geliyor. Haziran’da hükümet ile yapılan görüşmenin ardından parktaki çadırların kaldırılması için parktakileri ikna etmeye çalışan, “aydınların” çabalarının ruh ikizi olarak karşımızda duruyor. Benlisoy Gezi’yi13 mikro alanlardaki eylemlerden ibaret görüyor. Türkiye’ye bütünlüklü bakamıyor. Ne mikro alanları ne bütünü algılayamıyor. Bu sebeple önünü göremiyor. Göremediği şeyi tehlike sanıyor.

İkinci veri budur: Seksen sonrası sol aydın, halkın gerisinde kaldığında, ileride sadece tehlike görüyor. Kendine önlemler alıyor. Geri kaçıyor. Bu su ise hiç durmuyor.

“Vasat siyaset cumhuriyet ve bağımsızlık der, orda durur! Türkiye’nin vasata değil daha fazlasına, sol seçeneğe ihtiyacı var. Örneğin sosyalist bir cumhuriyet hedefine. Örneğin bağımsızlığın sadece sosyalizmle mümkün olabileceği fikrinin kitlelere yayılmasına… Programında sosyalist devrim yazanların, Türkiye’nin sosyalist devrimci geleneğinden bugünlere gelenlerin başka türlü yapması mümkün mü!”14

Aydemir Güler’in “Çankaya için boş işler” başlığını taşıyan yazısı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP tarafından çatı adayı gösterilmesinin hemen birkaç gün sonrasında yazılıyor. Henüz Demirtaş’ın adaylığı da açıklanmamışken, seçim tablosunda sadece iki İslamcı aday varken yazılan bu yazıda, boşa düşen cumhuriyet ve bağımsızlık kavramlarının etrafında siyaset örgütlemenin yetersiz olacağı belirtiliyor. Şöyle de diyebiliriz, taleplerin yarattığı olanağa değil “yetersizliği”ne odaklanıyor.

Haziran’ın Türkiye sosyalistleri için büyük olanaklar yaratmasının en önemli sebebi başka bir nesnellikte düzen içi arayış olmakla sınırlı kalması muhtemel taleplerin düzen içi özneler tarafından kapsanamamasıydı. Hala da böyle. Haziran kitlesinin arayışını bu sebeple devrimci olarak tanımlayabiliyoruz. Güler yazısında sol bir seçenek yaratmaktan bahsediyor. Nasıl sorusuna ise “sosyalizm fikrini yaymak” dışında bir cevap üretmiyor.

Türkiye sol aydının en önemli teorik zaafı bu yazıda nüksediyor. Türkiye solcu aydını dolayımlarla siyaset yapmayı başaramıyor.

Sol içerisinde 60’larda alevlenen aşamalı devrim tartışmaları da işte bu eksikliğin yarattığı zeminde yeşeriyor. Kimi devrime aşamalar sokarak geriye, kimi ise kuru, nesnellikten kopuk bir sosyalizm propagandasıyla ileriye kaçıyor. Sovyet devriminin rafine sınıf savaşlarının değil, büyük oranda 1. Dünya savaşının yarattığı yıkımın, Küba devriminin ABD’ye karşı oluşan yurtsever öfkenin bağımsızlıkçılık etrafında örgütlenmesinin ürünü olduğu unutuluyor.

Üçüncü veri budur: AKP döneminde düzen dışına itilen taleplerin getirdiği olanaklardan ürken seksen sonrası sol aydın sterillik arıyor. Bulmak için ileriye kaçıyor.

Üç yazının üçü de farklı referanslarla farklı noktalara çubuk büküyor. Öyle gözüküyor. Verileri toparlayalım: Birbirine zıt üç yazının birliğini sağlayan fikir maalesef “kaçış, kaçış, kaçış!” oluyor.

Klee aydın için şöyle der: “dile getirilemeyecek olanı ifadeyi arar. Geleceğe kaçıp henüz gelmemiş halkı bekler.”15 Bu alıntı ileriye kaçışı oldukça güzel açıklamaktadır. Bekleyen aydın için kötü haberi geçtiğimiz süreç vermiştir. “Godot” gelmeyecektir.

Seksen sonrası sol aydın akıntıya karşı kürek çekerek bugüne gelmeyi başarıyor. Ancak akıntıyı arkasına aldığında dengesini kaybediyor, bocalıyor. Siyasi bir seçenek üretme söylemini dilinden düşürmese de , önerisi çoğunlukla “bunu yapma cıs olursun ” diyen ebeveyn tepkisinden ibaret kalıyor. Akıntıya karşı kürek çekmeye alışan seksen sonrası sol aydın, “ne yapmamalı” sorusunu “ne yapmalı” sorusundan daha sık soruyor.

Seksen sonrası sol aydın da benimsemese de kimi etkileri üzerinde taşıyor. Devletin bütünlüklü (hem ideoloji hem de zor anlamında) saldırısına direnerek bugünlere geliyor. Refleksleri buna göre gelişiyor. Bu yüzden bugün çözülmekte olan devlet yapısının kaotik tablosuna uyum sağlayamıyor.

Batı marksizminin en yüksek düşünürlerinin yaklaşımları, bu yaklaşımlar bilinmese ya da benimsenmese de, bir eğilim olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Örneğin “kahvedeki adam” ın zaten ilkel bir mantığa sahip olan post modernizmin daha da karikatür ve ilkel yorumlarını yeniden ürettiğini sık sık görürüz. Seksen sonrası sol aydın da benimsemese de kimi etkileri üzerinde taşıyor. Devletin bütünlüklü (hem ideoloji hem zor anlamında) saldırısına direnerek bugünlere geliyor. Refleksleri buna göre gelişiyor. Bu yüzden, bugün çözülmekte olan devlet yapısının kaotik tablosuna uyum sağlayamıyor.

Seksen sonrası sol aydın, yaklaşım olarak en çok Althusser’e benziyor. Kabaca, ideoloji’nin yarattığı içinden çıkılmaz tabloyu, sistem çeşitli kertelerde kendini nasıl yeniden ürettiğini anlatan Althusser, Fransa 68’ine sırt çeviriyor. Althusser’in önceleyen bir başka düşünür Antonio Gramsci ise, kendi hegemonya mücadelesinin parçası olması gereken emekçinin faşizm tarafından nasıl mobilize kapsanmadığı sorusunun cevabını ararken ortaya bir kapitalist devlet modeli koyuyor, burada öncü partinin nasıl konumlanması gerektiğini sorguluyor. Bir praksis felsefi inşa ediyor.

Sonuç: Althusser’in zihninde yarattığı kuramın çıkışsızlığı, hapishaneye dönüşüp Althusser’i çıldırtıyor. Gramsci ise Mussolini’yi çıldırttığı için hapse atlıyor, hapishanede “Hapishane Defterleri”ni yazıyor.

Katili arıyoruz demiştik. Cinayet mahallinde bulunuyoruz. Kitlelere “cıs olursun” dışında bir seçenek önermeyen sol aydınlar solun bitmesini sağlıyor. Gençliğin bir biyolojik durum değil, politik kategori olduğunu söyledik durduk hep. Tekrarlayalım. Haziran sonrası Türkiye’nin aydını politik anlamda genç olmak zorundadır.

Arama ve değiştirme cüreti, merak ve cesaret gençtir. “Cıs olursun”culuk yaşlı.

Yeni bir ülke arayanlar gençtir. Steril ortamlarında bulunduğunu sananlar yaşlı.

Bu ilkenin gençleri yeni bir ülke kuracaktır. Yeni bir ülkeyi zaten uzakta görenler, ülkesiz kalacaktır. Çünkü eski ülkeleri çoktan yitip gitmiştir.

Dipnot

  1. Berteli Olmann’ın Diyalektiğin Dansı kitabından (S. 45-135) alınan bu kavramlaştırma Cenk Saraçoğlu çevirisi ile kullanılmıştır.
  2. Mehmet Yetiş, Aydınlar ve Sınıflar: Üç Kuramsal Model, Praksis, Sayı 8
  3. Aktaran Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, S, 33
  4. Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Q 4,551, s. 220 Khakedon Yayınları, Çeviren: Ekrem Ekinci
  5. Mehmet Yetiş
  6. Metin Çulhaoğlu, Türkiye işçi sınıfın organik aydının, geleneksel aydınında kategorik olarak daha geri olduğunu belirtiyor. Eleştiriyi haklı bulmakla birlikte kategorinin kendisinde ısrar edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
  7. Metin Çulhaoğlu, A.G.E
  8. Yalçın Küçük’ün sık sık kullandığı bu kavramına ilk küfür romanlarında rastladım.
  9. Platon, Devler. İş Bankası Yayınları, Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu- M. Ali Cimcoz
  10. Theodor W. Adorno, Minima Moralia, S, 27. Çevirenler : Orhan Koçak, Ahmet Doğukan
  11. http://odatv.com/n.php?n=ibda-c-mensubu-paralel-devleti-savundu-2704141200
  12. http://fatihbenlisoy.tumblr.com/post/87496840014/ne-zaman-savas-p-ne-zaman-savasmayacag-n-bilen
  13. Benlisoy’un “İsyanın adı Gezi mi Haziran mı?” başlıklı yazısı yine bu yaklaşımın izlerini taşıyor.
  14. http://haber.sol.org.tv/devlet-ve-siyaset/aydemir-guler-yazdi-cankaya-icin-bos-isler-haberi-93766
  15. Seçkin Serpil’in bu sayıda, “Kış uykusu” filmi ile ilgili yazısını okurken gördüğüm bu alıntı tam da meramımızı anlattığı için buraya aldım.