“Her kadın anne doğar deseler de korkuyorsun. Anne doğmamış olmaktan, çıban başlarından… Hitler’in o deneyini duyduğundan beri daha da korkuyorsun. Giderek ısınan sacın üstünde, kucağında bebeğiyle çırılçıplak bırakılmış kadın olmaktan…”
Gözlerini Kaçırma, Irmak Zileli’nin ikinci kitabı. Yazar, ilk kitabı olan Eşik’te bir kadının büyüme serüveni ile yaşadığı toplumla yer yer çatışan varoluşunun sancılarını ele alıyordu. Yine benzer bir tematikte kurguladığı bu kitabında ise baş karakterin kendisi, annesi ve anneannesi olmak üzere üç kuşak üzerinden annelik mitini ve kapitalist toplumun kadına biçtiği anne rolünü sorguluyor. Üstelik, bu sorgulamanın Türkiye toplumuyla da bağlarını kurmayı başarıyor. Kitapta, Türkiye’de bir kadının yaşayabileceği psikolojik baskılar, toplumumuzda kadına biçilen rol, ona atfedilen değer vb. gibi tanıdık konuları görmek mümkün. Bu yüzden, kadının toplumdaki rolünü sorgularken içinde yaşadığımız topluma ve toplum yapısına bizim de kısaca değinmemiz gerekecek. Kitaba bakışımızın da bu şekilde daha da netleşeceğini düşünüyorum.
Bugün ülkemizde “kadın” sözcüğünden bile korkmamız gereken muhafazakâr bir toplum yapısı inşa edilmeye çalışılıyor. Örneğin, artık kadın değil “bayan” olarak tanımlanıyoruz. Yani erkek olmayan varlık… Bir de “bacı” olmaya iznimiz var. Tabi eğer bir erkek kardeşimiz varsa. Evlenirsek “karı” olma mertebesine de ulaşabiliyoruz. Ama bunlardan en önemlisi bir erkekten yapacağımız çocukla “anne” olabilmemiz. Kadına biçilen bu “birine ait olma” durumu toplumda üstlendiğimiz “annelik” rolünü de belirliyor. Peki, ne anlama geliyor bu rol?
İlkokula başladığımızdan beri ailenin toplumun en küçük birimi olduğunu öğreniyoruz. Sonraları buna büyüklerimiz tarafından yuvayı dişi kuşun yaptığı da ekleniyor. Aile, toplumun en küçük yapı taşı olduğuna göre normlar ve toplum yapısı da burada örgütlenmeye başlıyor. Yuva gibi, çocuğu yapmak görevinin de kadına düştüğünü göz önünde bulundurursak, kadının ailedeki başat rolü, annelik ve karılık görevlerini yerine getiren bir makine olarak tanımlanabilir.
Her toplumun olduğu gibi, muhafazakar toplumların da, yapısı gereği yazılı-yazısız belli kuralları vardır. Bunlar evrimsel olarak aktarılmadığı için dünyaya gelen bebeğin aile kurumunda biri tarafından “evriltilmesi” gerekir. Bir kadının “doğuştan sahip olduğu” annelik görevini buradan tanımlayabiliriz ve bunu çocuğu giydirmek, beslemek, okul toplantılarına gitmek, ödevlerini yapmak vb. üzerine kurulu bir hayat kurmak örneklerinde de somutlaştırabiliriz.
Tam da burada kitabımız sözü alıyor ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız toplum yapısı ve kadının burada nasıl alevlendirildiği konusu üzerinden bir miti sorguluyor: “Her kadın anne doğar.”
“Her doğurulan yeni bir anneydi. Anneannen senin anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil. Annen Hicran, Rüya’nın annesini doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem koyduğu bebeği değil.”(Gözlerini Kaçırma, s. 8)
Baş karakter Didem’in kazayla çocuğunu öldürmesiyle başlıyor kitap ve Didem, geçmişten bugüne hayatını sorgulamaya başlıyor. Hayatı boyunca gözlemlediği annelerden, kendi annesi ve anneannesinden başlıyor işe. İkisi de çocuklarına karşı çok disiplinli ancak sevgisiz olan bu kadınların üstüne düşen, çocuklarını en doğru şekilde yetiştirmek. Kendilerini sadece buna adamışlar çünkü her kadın gibi onlar da anne doğmuş olmak zorunda. Oysa, her kadın anne doğmuyor. Örneğin, yapılan hiçbir psikolojik araştırma anneliğin evrensel olan, herhangi bir ortak davranış biçimini ortaya koyamıyor. Aksine annelik kavramının her kadın için, onu kültürüne, aldığı eğitime göre değiştiği ve annelik duygusunun da dış koşullara göre belirlendiği sonucuna varılıyor. Bunun yanı sıra yazarın da sık sık vurguladığı bir çelişki var ortada: Kadınlık duygusu ve annelik duygusu arasındaki çelişki. Bu iki kavram birbirinden çok ayrı görünmese de gerçek yaşamda birbiriyle çelişiyor. Özellikle “artık anne oldun” ile başlayan görevlendirmelerle, annelik, kadını pek çok şeyden alıkoyuyor. Anne olan bir kadının öncelikle yaşam biçimini değiştirmesi gerektiği gibi kariyer, arkadaşlık ilişkileri, aşk hayatı vb. birçok şeyi askıya alması ya da toptan reddetmesi gerekiyor. Bu durumda annelik ya da kadınlık duygusundan biri baskılanmak zorunda kalıyor.
Kitapta göze çarpan bir başka şey de bu: Diğer kadın karakterlerin annelik ile kadınlık arasındaki çelişkiyi, özneleri “annelik” ve “karılık” olarak değiştirerek çözmeye çalışması. Yani kadınlara özgü duyguları, arzu ve istekleri, bunların yanı sıra kendi kişisel hayatlarını görmezden gelerek yerine eşlerine karşı yapmak zorunda hissettikleri yatak oda- s1-mutfak görevlerini koymaları. Böyle olduğunda çözüme ulaşmak daha basit: “Çocuklarımız bizim yaşama sebebimiz.” Karılık görevleri de bunu içinde eritilebiliyor böylece. Fakat önce bir yemin etmek gerek:
“Kadınlık duygusu, kadınlık duygusu… Bir daha söylememeli dedin. Üçüncü kez tekrar etme- den onu orada bırakmaya yemin ettin.”(A.g.e s.14)
Kitapta çizilen, annelik ve “mutfakta robotluk” görevleri arasında sıkışan, aynı yemini etmiş karakterlerin aksine Didem, aykırı bir karakter. Yani toplumun ona biçtiği rolle uyuşamayan, aykırı bir anne. Yaşadığı birçok başarısız ilişkiden sonra otuz beş yaşında babasının kim olduğunu bile bilmediği kızını, Rüya’yı dünyaya getiriyor. Her kadın anne doğuyor ancak erkek egemen bir toplumda çocuklar babaya ait. Bu yüzden çevresinde bir “ecdad” baskısıyla karşılaşıyor. Özellikle annesi tarafından: “Kamil Beylerin kızı piç doğurmuş diyecekler.” Ailesi ecdadını bilmedikleri bir çocuğa emek vermenin anlamlı olmadığı kanaatinde. Babası da böylelikle reddediyor Didem’i.
“Şu Meryem Ana ne ballı kadındı. Dünya üzerinde babasız çocuk doğurup da kutsallık mertebesine konan tek anneydi. Gerçi annelerin en kutsalı sayılabilmesi için Tanrı’yla başgöz edilmesi gerekmişti. Ama maalesef Tanrı tekti. Onu da Meryem Ana’ya kaptırmıştınız işte.” (ag.e s.87) Buradan yola çıkarak muhafazakar toplumların ataerkil yapısını ve namus kavramını da eleştiriyor yazar. Her kadının doğuştan anne olduğu iddia edilen bir ülkede evlilik cüzdanı olmadan anne olunamıyor. Bu çelişkinin yanında babasız çocuk doğuran kadınlar “kurda kuşa yem olduğu” gibi hor görülüyor ve dışlanıyor.
Didem, annesi ve anneannesinin aksine çocuğunu sevmeye söz vermiş bir kadın. Onu seviyor da. Ancak sürekli anne doğmamış olmaktan ve kızını incitmekten korkuyor. Korkularına rağmen, “anneliğin gerektirdiklerinin” aksine onu, kendi seçimlerini yapmakta özgür bırakıyor.
Kıyafet seçimi, oyun seçimi, oda seçimi vb. birçok konuda kendi tercihlerini oluşturması için izin veriyor kızına. Televizyonun önünde mum gibi duran çocuk figüründense baş ağrıtan çocuğu tercih ediyor. Küçüklükten başlanarak kafamıza sokulan “günah-sevap” vb. mitlerden de uzak tutuyor onu.
Didem’in annesi ve anneannesi ise babaları tarafından uygun eşlerle evlendirilmiş, üniversite mezunu olmalarına rağmen görevleri “çocuk yetiştirmek” olduğu için çalışmaktan vaz- geçirilmiş “yalnız” kadınlar… Kısacası kadınlık ve annelik duygusu arasında sıkışarak toplum yapısına boyun eğmiş anneler… Bu da beraberinde Didem’in en korktuğu şeyi, yani ona göre bir genetik miras olan, çocuğa karşı sevgisizliği getirmiş.
Bu yüzden başını yastığa her koyduğunda şu diyaloğu tekrarlıyor didem:
“- Kızımı seviyorum.
- Kızımı gerçekten seviyor muyum?
- Tabi ki kızımı seviyorum.”
Üstelik bunun bir vicdan rahatlatma yöntemi olduğunun da farkında. Bir kadının aşık olması, her sabah uyandığında çocuğundan önce bir başkasını düşünmesi bile çocuğuna ihanet etmek gibi geliyor Didem’e. Arkadaşı Özlem, boşanmaya karar verdiğinde önce “Çocuğun ne olacak” diye soruyor örneğin. Oysa kendisi, kızı Rüya’ya; Rüya da ona ait. Araya bir erkek girmesine bile izin vermek istemiyor. Ancak Rüya doğduktan birkaç yıl sonra yeniden âşık oluyor ve bu kez “Kızımı da seviyorum.” diyerek azaltıyor hissettiği suçluluk duygusunu. Yazar, buradan yola çıkarak vicdan, suçluluk duygusu, aidiyet vb. evrensel kavramları da sorguluyor ve bunların toplumsal kavramlar olduğu sonucuna ulaşıyor. Örneğin, vicdan denen şeyin insanın kendisini yargılamasından doğmadığı sonucuna:
“Peki ama vicdan, kişinin kendisini yargılamasından doğmaz mıydı?
-Hayır yavrucuğum. Vicdan toplumsal bir kavramdır, öteki kişi yoksa vicdan da yoktur.” (a.g.e. s. 194)
Yazarın vurgulamak istediği bir diğer nokta ise kadınların onlara biçilen bu role nasıl teslim olduğu. Örneğin evli arkadaşlarının hamilelikleri müjdeli bir haber olarak verilirken Didem’inki onların gözünde babasız çocuk doğurmanın zorluklarından başlayan bir tartışma konusu ve gittikçe acıma duygusu uyandıran bir dedikodu kaynağı. Didem’in sinirini en çok bozan da annelik ve karılık görevleri arasında bocalayan, bu yüzden eşleriyle de büyük sorunlar yaşayan bu kadınların, onu evli olmadığı için yargılıyor olması. Ancak Didem bu eleştirilerin ve tavsiyelerin çoğuna kulak asmadığı gibi içten içe arkadaşlarına acımaya başlıyor: “Peki ya kadınlığını yaşayamamaları ne olacak?” Babasız çocuk doğurmanın maddi, manevi her türlü zorluğu beraberinde getirdiği ülkemizde, buna özellikle kadınların destek olmak yerine Didem’i yine önce onların taşlaması da açıkça gösteriyor bu teslim oluşu. Ancak bunlar karşısında “aykırı” bir kadının sergileyeceği tavrı da gösteriyor yazar:
“Kimsenin seni aforoz etmeye hakkı yok. Buna kalkıştıklarında onlara söyleyecek bir çift lafın var: İlk taşı günahsız olanınız atsın.” (a.g.e s.16)
Irmak Zileli, kahraman bakış açısıyla, ancak ikili bir anlatımla kuruyor hikâyeyi. Anlatıcı, Didem’in kendisi olduğu gibi kitaptaki alıcı da Didem’in kendisi. İki “kendi” arasındaki çelişkiler, karakterin yine kendiyle yaptığı tartışmalar üzerinden veriliyor. Böylece bir kadının çocukluğundan yetişkinlik dönemine kadar fikirlerinin nasıl geliştiğini, olgunlaştığını ve olayları sorgulama yöntemini açıkça görebiliyoruz. Yazar, anlatımı bu şekilde kurgulamasının nedenini de belirtiyor kitapta:
“İnsan kendisine rağmen kendi oluyor. Rağmen, iki kendi arasındaki edat şimdi de. İçindeki iki kişiden birini asimile edenler, ‘rağmen’i lugattan çıkararak yapabilirler bunu. Asimilasyona karşısın. Kişinin içindeki uzlaşmaz çelişki de en az toplumdakiler kadar gerekli.” (a.g.e. s.21)
Yukarıdaki alıntıdan yazarın, bir kadının yaşadığı psikolojik çatışmaları ve içindeki uzlaşmaz çelişkileri toplumla buluşturmak istediğini ve onları toplumsallaştırdığını da çıkarabiliyoruz. Kitap, bu anlamıyla sosyal çevreyle çatışmaya giren bir bireysellik koyuyor önümüze.
Yazarın kitapta kullandığı dilinse oldukça sade ve akıcı olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, gereksiz, doldurma cümleler ve uzun aforizmalar kullanmak yerine okuyucuyu düşündürmeye ve sorgulatmaya yönelik bir anlatım oluşturuyor. Flashback yöntemiyle geçmişe dönerek anlattığı olaylara sık sık Didem’in gördüğü rüyalarla girdiler yaparak metin üzerinde kendi kontrolünü azaltıyor. Bu şekilde bilinçaltının hikâyeye girebilmesini sağlıyor ve çağrışımlarla okuru yönlendirebiliyor. Bu da anlatımın akışını kolaylaştırdığı gibi okurun da kitaba dahil olmasını ve hikayeye girebilmesini sağlıyor.
“Kimileri bu konuda bir mühendis gibi çalışıyor olabilir. Hikâyenin ana hatlarını belirledikten sonra kurgunun başını sonunu tasarlayıp, yazı masasının başına oturanlar vardır mutlaka. Her yazarın bir yoğurt yiyişi olduğunu kim reddedebilir? Ama ben, o ilk sahneyi çağırmak yerine, ilk cümlelerin kendiliğinden gelmesi için sabretmeyi tercih ettim. Geldiklerinde de peşlerine takılıp gitmek istedim. “Metnin aklına” ve aslında dolaylı olarak da kendi sezgilerime güvenmeyi seçtim.”
(Yazının Bilinçaltı, Remzi Kitap Gazetesi)
Remzi Kitap Gazetesi’nde kitabı üzerine yazdığı yazıda anlatımı için bu cümleleri kullanıyor yazar. 0, dil işçiliği ve bir tür anlatım teknisyenliğine sıkışmak yerine kitabın aklına ve kendi sezgilerine güvenmeyi tercih ediyor çünkü;
“Okuyucunun bir gözü varsa kitabın binlerce gözü var.” (a.g.e)
Toparlamak gerekirse; günümüz edebiyat ortamının ne kadar kirli olduğundan, yazarlığın mistikleştirildiğinden ancak ortaya koyulan eserlerin de gittikçe niteliksizleştiğinden bugüne kadar çokça bahsettik. Kimi kitapların da okuyucuya “akıl verme” niyetiyle yazılmış oldukları aşikâr. Irmak Zileli ise edebiyattaki bu kuşatmanın karşısında duran bir yazar olduğu için ön plana çıkarmak istediğimiz bir yazar. ‘Gözlerini Kaçırma, teknik anlamdaki başarısının yanı sıra kadına uygulanan baskının gittikçe arttığı bir dönemde, bize edebiyatta “sorgulamayı” hatırlatan ve toplum yapısında kadının rolü üzerine düşündüren bir kitap. Bu anlamda kitabın kızlı-erkekli okunması gerektiğini düşünüyor ve tavsiye ediyoruz.