30 Mart yerel seçimlerinden kısa süre sonra Fatih Yaşlı ile AKP hegemonyası ve çöken “liberal entelijansiya” tezleri üzerine sohbet ettik. Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra tekrar görüşlerini alarak güncellediğimiz sohbetimizi sizlerle paylaşıyoruz.
AKP 30 Mart seçmelerinden kitle desteğinin azımsanmayacak bir bölümünü koruyarak çıktı. Bu sonuç üzerine Haziran’dan itibaren hayli yıpranan ve tek çözümü daha da totaliterleşmekte bulan AKP’nin, kitlesini nasıl konsolide etmeyi başardığı sık sık soruldu. En çok referans verilen tespit ise Gilles Deleuze’ün faşizm-kitle ilişkisine dair yaptığı çözümlemelerde kullandığı “kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar” ifadesi. Çok yazılıp çizilen bu konu ile başlayalım isterseniz. Kitlelerin iktidarla kurduğu ilişkide böyle bir arzu/iktidar ilişkisinden bahsedebilir miyiz? Türkiye sağı ve bugün özelinde AKP (yoksa RTE mi demeliydik) bu arzu/iktidar ilişkisini nasıl yönetmiştir?
İktidarın “arzu ekonomi”sine yatırım yaparak, arzu üreterek ve kitlelerin arzularını manipüle ederek işlediği yönündeki tezlerin son derece ufuk açıcı bir nitelik taşıdığını; tahakküm ilişkilerinin iktidar teknolojileri, hakikat yaratımları ve özne inşa süreçleri üzerinden okunmasının iktidarın doğası ve mantığını anlamak açısından hayli verimli olduğunu düşündüğümü söyleyerek başlayayım. Ancak bu tezlerin ve genel olarak Foucault-Deleuze hattının tarihsel materyalizmle ilişkilendirilmesi, “arzu”nun üretiminin toplumun yeniden üretiminin maddi zeminine oturtulması şerhini düşerek, “Kitleler kandırılmadı, faşizmi arzuladılar” tezi bu açıdan doğru; “kandırılmayı arzuladılar” dersek belki daha da doğru olacak. Bunun ise öncelikle şöyle bir anlamı var: İktidar ilişkilerine taraflardan birinin aktif bir kandırma/aldatma sürecini işler kıldığı, diğer tarafın ise pasif bir şekilde kandırıldığı yönündeki beylik bakış açısının tuzağına düşmemek.
Bizim için daha önemli olan anlamı ise şu: Nazizm Almanya’da kitlelere bir “şey” vaat etti, o “şey” tarihsel bir zaman diliminde kitlelerin arzularına denk düştü ve faşistler iktidara geldiler. Peki, neydi o “şey” ? Bu sorunun yanıtının Reich ya da Fromm’un tezlerindeki gibi sadece Freudyen bir bakış açısıyla verebileceğini, yanıtın sadece bastırılmış cinsellikle, libidinal süreçlerle ve “arzunun karanlık nesnesi”yle ilgili bir içeriği olduğunu düşünürsek kanımca yanılmış oluruz. Faşizmin kitleler üzerindeki etkisinin iktidara gelecek kadar güçlü olmasının hem Almanya’da hem İtalya’da maddi hayatın yeniden üretilmesinin o anki pratiği olan kapitalizmle doğrudan bir bağlantısı var: Her iki ülkenin kapitalizmle girmiş olduğu ilişki, uluslaşma süreçleri, emperyalist sisteme dahil oluşları, finans kapitalin egemenliği, komünist hareketlerin varlığı ve antisemitizm gibi sayısız faktörün olumsal bir şekilde bir araya gelmesinin neticesi olarak iktidar oldu faşizm. Yine de şunun hiçbir zaman unutmamak lazım, en güçlü zamanlarında bile faşizm gerek Almanya’da gerek İtalya’da hiçbir zaman bütün bir toplumun desteğini kazanamadı, aktif destekçileri ise toplumun göreli olarak küçük bir kısmını oluşturuyordu. Alman ve İtalyan halkların çok büyük bir bölümü, faşizmin kendilerine sağladığı kriz sonrası istikrar ve refah nedeniyle pasif bir rıza gösterdiler rejime.
Buradan Türkiye’ye gelelim. İktidar partisinin Haziran direnişi ve 17 Aralık gibi iki büyük badireyi atlattıktan sonra dahi %45’ler civarında bir oyunun olduğu bu seçim sonucunda ortaya çıktı. Yani iktidarın sunduğu “şey” toplumun %45’inin arzularına tekabül etti, iktidarın ürettiği hakikat kendisine bu oranda alıcı buldu. Peki neden? Neden sadece güce tapma ya da Nietzscheci bir tabir kullanarak söyleyecek olursak “hınç” mı? “Karizmatik lider”le kendini özdeşleştirme mi? Ya da Suriye üzerinden hayata geçirilmeye çalışılan emperyal fanteziler mi? Bunların hepsinin belli ölçeklerde etkisi olduğunu kabul etmekle birlikte söz konusu %45 ‘lik dilimin sadece küçük bir bölümünün AKP’nin aktif destekçileri olduğunu, AKP ideolojisinin aktif taşıyıcıları konumunda bulunduklarını düşünüyorum. Geriye kalanlar, 2000’lerin krizleri sonrası kavuşulan “istikrar”dan enflasyonun kontrol altında tutulmasına, tüketici kredileriyle genişleyen borçlanma olanaklarından çocuğunun ders kitabını sıranın üzerinde görmeye uzanan genişlikteki bir maddi zeminde, kendi gündelik hayatları açısından en “rasyonel” olanı tercih ettiklerini düşünerek gittiler sandığa. Dolayısıyla liderin karizması, otoriteye biat, özgürlükten kaçış, din, emperyal fanteziler, biraz indirgemeci olma riskini göze alarak söyleyelim, bu “altyapı”nın, bu “temel”in üzerinde yükseldi. Yani maddi arzuların yeniden üretimi ve tatmininde belirli bir başarı sağlamasa diğer arzu mekanizmalarının hiçbir şekilde başarı şansı olmayacaktı.
Aydınlanma karşıtı eleştirilerin temelinde “totaliter rejimler aklın ürünüdür” tezi yatıyor. 60 sonrası postyapısalcı teoriler ve Frankfurt Okulu’ndan beri bu önerme farklı suretlere bürünerek pek çok çözümlemenin altından çıkıyor. Cepheden bir aydınlanma/modernite eleştirisine dönüşüyor. Türkiye’de de liberal “entelijansiya”nın pek çok analizinin altından bu tezin yattığını görüyoruz.
Fakat AKP’ye geldiğimizde, totaliter bir yönetim olduğu açık iken; toplum projesinin “Aydınlanmacı Aklın” bir ürünü olmadığı; hatta taassupçu, dinselci, tebaacı bir tarihsel dinamikten gelip, buna dayandığı gün gibi ortada. Daha doğru ifadeyle AKP bir modernleşmeden, özneleşmeden değil; gericilikten, bir tür mekanik dayanışmadan besleniyor. Ve üstelik bir akıl taşıyıp taşımadığı, bir delilik rejimi olup olmadığı bile zaman zaman tartışmalı hale gelebiliyor. Bu manzara Türkiye’de Aydınlanma karşıtlığı üzerinden inşa edilen siyasi kurguların dayanağını pratikte ortadan kaldırdı diyebilir miyiz? AKP “modern” midir?
Modernite ve aydınlanmanın ilk radikal eleştirmeninin Rousseau olduğunu aklımıza getirerek başlayalım. Rousseau “medeniyet” denilen şeyin insanın “öz” doğasından koparılarak kendine “yabancılaştırılması” olduğunu, bunun gerisinde ise sömürü mekanizmalarının bulunduğunu söylüyordu. Zenginler yoksulları kandırarak onlara “yalancı bir toplum sözleşmesi” imzalatmışlar ve özgürlüklerini ellerinden almışlardı. Rousseau bunları söylediğinde Fransız aydınlanmacıları dehşete düşürdüler ve Rousseau’yu aklın, bilimin ve aydınlanmanın düşmanı ilan ettiler. Oysa Rousseau aydınlanmayı bizzat aydınlanmanın içerisinden, aydınlanmanın diliyle eleştiriyordu. Ona göre yapılması gereken, insanın ilkel kökenlerine geri dönüş değil, “yurttaşlar”dan oluşan bir toplum kurmaktı, bunu için ise gerçek bir toplum sözleşmesi aracılığıyla cumhuriyet rejiminin tesis edilmesi gerekiyordu. Fakat Rousseau’nun göz ardı ettiği şey, üretim tarzını ve ilişkilerini değiştirmeksizin eşitlikçi bir yurttaşlar topluluğunun kurulamayacağıydı. İşte bu eksiği kapatan Marx oldu. O da tıpkı Rousseau gibi modernite ve aydınlanmayı eleştirdi ama bunu yaparken asla modernite öncesi zamanlara dönüşü vaz etmedi. Aksine eşitlikçi bir toplumun burjuva modernitesi ve aydınlanmasının, Hegelci bir terim kullanarak söyleyecek olursak “kapsanarak aşılması” yoluyla mümkün olabileceğini söyledi. Tam da bu nedenle, dikkat ederseniz, akla ve aydınlanmaya yönelik post-modernist saldırı aynı zamanda Marksizme yönelik bir saldırıdır. Çünkü Marksizm, 11. tezde de ortaya konulduğu gibi, akıl aracılığıyla mevcut dünyanın ve sömürü/tahakküm ilişkilerinin değiştirilebileceğini bilmek, buna inanmak demektir. Post-modernizm ise dünyayı değiştirme fikrini de bu fikrin somutlaştırdığı “büyük anlatı” olan Marksizmi de reddeder.
Buradan tekrar “burjuva aklı”na dönecek olursak; Marks’ın bütün eserlerinin leitmotivinin tam da bu akılla hesaplaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Kapital, sermaye birikim sürecini anlatırken, kapitalizmin “birikim için birikim” ilkesi uyarınca hareket ettiğini söyler, bir şeyi biriktiriyor olmak için biriktirmek bir saçmalıktan ibarettir ve tam da bu nedenle irrasyoneldir. Peki bu, kapitalizmin rasyonel hareket etmediği anlamına mı gelir? Şüphesiz ki hayır. “Biriktirmek için biriktirmek” anlamında kapitalizm irrasyonel olmakla birlikte bu birikim için kurduğu mekanizmalar, yani üretim sürecini ve ilişkilerin örgütleme tarzı baştan aşağı rasyoneldir. Yani plana programa, hesaba kitaba dayanır. Bu rasyonalite Frankfurt Okulu düşünürleri tarafından “araçsal akıl” olarak adlandırılmıştır ve aslında burjuva aklı budur, araçsal akıldır.
Bu aklın faşizmle doğrudan bir ilişkisi vardır elbette. Nazi ölüm kampları bu akıl üzerine inşa edilmiştir örneğin. Bu kamplardaki öldürme mekanizmaları “verimlilik” esasına göre düzenlenmiştir. Yani “en az maliyetle en çok insan nasıl öldürülür” sorusu Nazi ölüm endüstrisinin temel sorusudur ve bu soruyu dönemin Fordist üretim tarzından, yani “emeğin verimliliğini nasıl artırabiliriz” sorusundan ayırarak anlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, fordist fabrikalarda kitlesel üretim yapılırken, Nazi ölüm fabrikalarında da ölüm benzer bir şekilde, kitlesel olarak, düşük maliyet ve yüksek verimlilik esasına uygun olarak üretilmiştir.
Peki “Auschwitz insan aklının ürünüdür” diyerek faşizmle hesaplaşmak ya da faşizmin güncel versiyonlarıyla mücadele etmek, eşitlikçi ve özgür bir yurttaşlar toplumu için kavga vermek mümkün mü ? Elbette ki hayır. Tam da bu nedenle “araçsal aklın” günümüz Türkiye’sinde temsilciliğini yapan ve moderniteden anladığı “batının ‘ahlaksızlığını’ değil teknolojisini almak” olan AKP’ye bakarak ne aklı ne de moderniteyi mahkûm edebiliriz. Aksine, İslami bir totalitarizm distopyasının taşıyıcılığını üstlenen bu “akıl karşıtı akıl”la, bu “irrasyonel rasyonalite”yle tam da insanlığın geçmiş birikiminin mirasına yaslanarak, liberal-muhafazakâr tezlere zerre itibar etmeksizin ve taviz vermeksizin, bu tezleri tam da söylemsel mücadelenin karşı cephesine yerleştirerek mücadele etmemiz gerekiyor.
Yetmez! ama Evet!
Türkiye sağının, siyaset felsefesinin temel sorularına cevap verebilecek derinlikten uzak olduğunu görüyoruz. Bu sığlığa rağmen AKP’nin “Yetmez Ama Evet” dönemi ve sonrası boyunca liberaller aydınların da rızasını alarak bir baskı rejimi tesis ettiğini gözlemledik. Ne ki bugün bu birliktelik parçalandı. Ve liberal kesime yönelik olarak ilk kez Ariane Bonzon tarafından kullanılan “kullanışlı aptallar” ifadesi, tartışılır hale geldi. Birinci sorumuz şu: Kimdir bu kullanışlı aptallar? Bu dağılan ilişkiyi, AKP’nin birtakım entelektüel/akademik dayanaklarla normalize edilişinin sonlanmasını nasıl açıklayabiliriz? İkincisi ise, “Yeni Türkiye”nin yeni aydın tipolojisi nasıl olacak, yola kimlerle devam edilecek ya da buraya talip olanlar kim?
“Kullanışlı ahmaklar” ya da “kullanışlı aptallar” terimi ilk bakışta kulağa hoş gelmemekle birlikte, eğer kastedilen bir grup “saf” liberal entelektüelin iktidar tarafından kandırılması ve kullanılarak bir köşeye atılması ise, bunun gerçekçi olmadığı kanaatindeyim; çünkü bu entelektüeller basitçe kullanılmadılar ve “ahmak” değildiler, iktidarla “varoluşsal” bir ilişki içerisine girdiler. İktidarla yan yana düşmenin bu zevata açtığı ikbal kapılarını bir kenara bırakırsak, AKP’ye verilen desteğin gerisinde Türkiye’ye dair “liberal epistemoloji”nin bulunduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Peki, nedir Türkiye’ye dair bu “bilgi” ? Özetle şudur: Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihi ceberut devletle toplumun, merkezle çevrenin, laik elitlerle mütedeyyin halk kitlelerinin mücadelesinin tarihidir. Demokrasi için gerekli olan ise bu mücadelede toplumun, çevrenin, mütedeyyin kitlelerin yanında durmak, onların çıkarlarını savunmaktır.
Peki, bu pozisyonun güncel karşılığı nedir? Bu pozisyon AKP’nin ve 17 Aralık’a kadar gayri resmi koalisyon ortağı olan Cemaatin oluşturduğu bloğun yanında durmaktır. AKP ve Cemaat çevrenin siyasal temsilcileri olarak merkezi tasfiye edecekler, ceberut devlet yerine demokratik bir devlet kuracaklardır. AKP’nin devlet aygıtını ele geçirmek ve eski rejimin elitlerini tasfiye etmek için kullandığı, AB üyelik sürecinin derinleştirilmesiyle başlayan ve sonra siyasi davalarla devam eden “demokratikleşme” programı, bu entelektüellerin çoğu tarafından, programın araçsal niteliği bilinmesine rağmen, bile isteye desteklenmiş, askerin siyaset üzerindeki etkisinin ancak böyle kırılabileceği düşünülmüş ve “vesayet” rejiminden “sivil” bir rejime geçiş adına “ehven-i şer olarak görülmüştür.
Dolayısıyla Murat Belge, Ahmet İnsel, Fuat Keyman gibi yukarıda sözünü ettiğim epistemolojiyi Birikim, Toplum ve Bilim, Radikal 2 gibi aygıtlar aracılığıyla inşa eden ve Türkiye akademik/entelektüel hayatında hegemonik paradigma haline getiren isimlerin kandırıldıklarını söylemek olan biteni anlamamak anlamına gelmektedir. Bugün dahi, söz konusu isimlerin neredeyse hepsi, bir otoriterleşmeye gidişi kabul etmekle ve AKP’nin organik aydını pozisyonundan vazgeçmiş olmakla birlikte “yeni Türkiye”nin eskisinden çok daha demokrat olduğunu savunabilmektedirler.
Peki, AKP adına elde kalan “entelijansiya” nasıl bir profil çizmektedir? 17 Aralık Operasyonuyla birlikte, Cemaatin devindirdiği, gazetelerinde yazdırdığı, Abant Platformu’nda ağırladığı liberal entelektüeller AKP’yle köprüleri bütünüyle attılar; yanı sıra “Amerika’nın sesi” pozisyonundaki bazı isimler, örneğin Cengiz Çandar, yeniden “muhalif” oldular. Sahiden de bu, AKP rejiminin ideolojik hegemonyasına vurulmuş büyük bir darbe olarak kabul edilmelidir. Çünkü “organik aydın” olarak elde kalan Nagehan Alçı’dan Yıldıray Oğur’a, Markar Esayan’dan Rasim Ozan Kütahyalı ve Melih Altınok’a uzanan bir kifayetsiz muhterisler sürüsüdür. Bunların ise bir ideolojik hegemonyayı kuracak kapasiteleri yoktu, cahildirler.
AKP hegemonyası üzerine çalışan akademisyenlerin bir bölümü, AKP’nin pratiğini bir “pasif devrim” olarak yorumlamayı tercih etti. İlginçtir, Gramsci literatürü ülkemizin akademik ortamına AKP Türkiyesi süresince bir hayli etkide bulundu. Cihan Tuğal’ın “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” başlıklı çalışması bu tarz “akademik” çalışmaların en bilinenlerinden bir tanesi… Siz ise editörlüğünü Çağdaş Sümer ile birlikte yaptığınız 2012 tarihli kitabınızda “hegemonyadan diktatoryaya” demiştiniz. Bugün tekrar geri dönüp baktığımızda, AKP pratiğini bir “pasif devrim” olarak okuyabilir miyiz?
Eğer “pasif devrim” ile kastedilen “devrimci bir hareketin radikalizminin törpülenerek düzene eklemlenmesi” ise AKP’nin iktidara gelişini pasif devrim olarak nitelendirmenin ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor kanımca. Çünkü buradaki esas mesele AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün ne kadar devrimci, ne kadar düzen dışı ve ne kadar radikal olduğudur. Milli Görüş’ün kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerini ilga etmeye yönelik bir programı olmadığını da henüz AKP kurulmamışken kalkınmacı/millici iktisat programından vazgeçerek neoliberalizme doğru hevesli adımlar attığını da biliyoruz. Dolayısıyla burada “kapitalizm karşıtı” bir hareketin zamanla kapitalist sisteme eklenmesi gibi bir süreçten söz etmek fazlasıyla zorlama olacaktır.
“Murat Belge, Ahmet İnsel, Fuat Keyman gibi yukarıda sözünü ettiğim epistemolojiyi Birikim, Toplum ve Bilim, Radikal 2 gibi aygıtlar aracılığıyla inşa eden ve Türkiye akademik/entelektüel hayatında hegemonik paradigma haline getiren isimlerin kandırıldıklarını söylemek olan biteni anlamamak anlamına gelmektedir. Bugün dahi, söz konusu isimlerin neredeyse hepsi, bir otoriterleşmeye gidişi kabul etmekle ve AKP’nin organik aydını pozisyonundan vazgeçmiş olmakla birlikte ‘yeni Türkiye’nin eskisinden çok daha demokrat olduğunu savunabilmektedirler.”
Yine de bu, Milli Görüş’ün kapitalist dünya sistemi açısından bir “tehdit” oluşturmadığı anlamına gelmez. Anti-kapitalist olduğu için böyle değildir bu; Türkiye’nin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesinin bir parçası olan “Batılı” paradigmalarla, dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle olan problemi ve kavgasından dolayı böyledir. Buna bir de Erbakan’ın kapitalist dünya sisteminin düzenleyici kurumlarına alternatif bir takım birlikler kurma gibi fantezileri de eklenince, Milli Görüş sistem açısından “kabul edilebilir” olmanın ötesine geçmiştir.
Milli Görüş bu haldeyken temsil ettiği sınıf, yani “Anadolu Kaplanları” ne durumdadır peki? Onlar, dünya sistemine küresel kapitalizmin meta zincirlerinin bir parçası olarak çok daha entegre olmuş durumdadırlar 2000’lerin başına gelindiğinde ve daha “küresel” bir Türkiye istedikleri açıktır. Tam da bu nedenle ve 28 Şubat’ta yenilen darbenin de etkisiyle, “ılımlı” İslam, AKP şahsında ve “muhafazakâr demokrasi” adlı “melez” bir ideolojiyle sahneye çıkacaktır. Bu çıkış hiç şüphesiz, Türkiye kapitalizminin 90’lar boyunca yaşadığı “fetret”e ve bunun yarattığı meşruiyet krizine verilmiş bir yanıttır aynı zamanda ve hem küresel kapitalizmin merkezi ABD tarafından hem de küresel kapitalizme en entegre sınıf olan büyük burjuvazi tarafından desteklenecektir.
Eğer “pasif devrim”i “di Lampedusa” üzerinden okursak -ki o ilke şu demektir “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu”- Türkiye’de sermaye egemenliği değişmemiş, sermaye fraksiyonları içerisinde TÜSİAD sermayesi hâkim konumunu sürdürmeye devam etmiş, ancak siyasal egemenliğin doğası ve rejimin biçimi net bir şekilde değişmiştir.
Peki, ne kastediyoruz “egemenliğin doğası” e “rejimin biçimi” derken? Basitçe ifade edersek AKP’yle birlikte, “1923 paradigması sona ermiştir.” Söylediğimiz budur. Bu ise şu anlama gelir: Egemenliğin gökyüzünden alınıp “ulus” adlı seküler bir kolektif varlığa verilmesi olarak da görebileceğimiz cumhuriyet projesi tersine çevrilmiş, yerine egemenliğin kaynağı olarak “millet”i ya da aynı anlama gelmek üzere “Sünni-ulus”u geçiren, tam da bu nedenle egemenliği yeniden tanrıyla ilişkilendiren bir “cumhuriyet-olmayan cumhuriyet” kurulmuştur. Bu cumhuriyetin kurucu felsefesinde, hâkim paradigmasında, yurttaş tasavvurunda, yöneten-yönetilen ilişkisine bakışında bir üst ilke vardır ve bu üst ilke İslam’dır. Dolayısıyla “rejim değişikliği” önce bu dönüşüm üzerinden analiz edilmelidir.
Sadece bu da değil; tanıklık ettiğimiz kuruluş süreci “tek adam” şahsında somutlaşan bir partinin devletin bütün kurumlarını ele geçirmesi anlamında bir parti-devleti inşası sürecidir. Buna ise bir yandan otoriteleşme, öte yandan ise zaten cılız olan “kuvvetler ayrılığı”nın ilgası eşlik etmektedir. Artık parlamento, parti-devletinin hazırladığı “torba yasalar”ın onayladığı bir kurum konumuna indirgenmiştir; dahası, Kanun Hükmünde Kararnameler istisna olmaktan çıkarak kural haline gelmiş “yasa yapıcı” bir kurum olarak parlamento işlevsizleşmiştir. Anayasayı değiştirmek için yeterli çoğunluk sağlanamadığından fiili bir başkanlık sistemine geçildikten sonra, yeni Erdoğan köşke “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla ama fiilen başkan olarak çıktığında hem rejimin karakteri çok daha netleşecek hem de “parlamenter sistemin sonu” olgusu çok daha iyi anlaşılacaktır.
AKP’nin millet söylemi, Sünni-ulus dışındaki kesimin rızasını almak için pek de çaba sarf etmediğinin kanıtı. Sünni ulus dışındaki kesimin rızasını Zor (Zor ile rızanın birbirine her zaman karşıt olmadığını, Zor’un da bir rıza alma yöntemi olduğunu düşünürsek) ile almaya çalıştığını düşünüyoruz. AKP hegemonyasının bu “yeni” yönelimini nasıl değerlendirmeliyiz sizce? “Sünni-ulus vs. diğerleri” diye ikiye bölünmeye çalışılan bir toplumda sosyolojist yaklaşımlarla “muhafazakâr kesime de seslenme, onları anlama, anlama ve böylece bir kültürel melezlik vasıtasıyla bir demokratizm inşa etme” döneminin kapandığını söylemek abartılı olur mu? Ne dersiniz?
Eğer her yeni rejim inşası aynı zamanda bu yeni rejime uygun bir kolektif kimlik inşası anlamına geliyorsa, AKP rejiminin inşa etmek istediği kolektif kimliğe “millet” ya da Sünni-ulus adını vermek uygun görünmektedir. Bu kolektif kimliğin merkezindeki unsur ise İslam’ın Sünni yorumudur. Sünni-ulus, “doğal” bir kimlik değildir, dolayısıyla doğuştan Sünni olanları ifade etmek için kullanmıyorum bu terimi. İslam’ın bir “dünya görüşü” bir “ideoloji” olarak benimsenmesi, kişinin düşünce ve davranış kalıplarının “üst” ilkesi anlamına gelmesi ve kişiyi başka kişilerle birlikte “muhayyel bir cemaat”in hayal edilmiş parçası haline getiren ortak ve kurucu tutkal, harç anlamında kullanıyorum.
Sünni-ulus, hiç kuşkusuz kendini yeniden üretebilmek için rıza mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor elbette ama dini doğası gereği ister istemez büyük bir kalabalığı dışarıda bırakıyor ve tam da bu nedenle çubuğu “zor”a bükmeye mecbur kalıyor. Kim mi o dışarıda bırakılıp ulus inşasına dahil edilemeyenler? Hayli geniş bir toplamdan bahsedebiliriz: Sosyalistler, cumhuriyetçiler, kadınlar, Aleviler, eşcinseller, Kürt hareketinin seküler mensupları ve tabanı, gayrimüslimler…
“Muhafazakâr kesime seslenme”ye gelmeden, bizim esas meselemizin dışarıda bırakılanların, haydi buna şimdilik Negrilerden hareketle, “çokluk” diyelim, -çünkü ne de olsa sadece sınıfsal bir ortak payda bulunmuyor aralarında-, evet bu dışarıda bırakılanların kendi asgari müştereklerinde buluşup, ortak siyasal talepler, haklar ve özgürlükler, temsil biçimleri, kültürel konumlanışlar etrafında bir araya gelemiyor oluşları olduğunu belirteyim. Bu araya gelişle kastettiğim bir parti formu değil, bunun bir işe yaramadığını gördük ama her şeyden önce bu kesimlerin bir karşı-hegemonya dilini beraberce inşa etme çabası içerisine girmesi, bir dil ortaklaşmasına gitmesi gerekiyor. Sonrasının ise kültürel hegemonya adına yapılabilecek ortak işlerden tutun da, farklı siyasal eylemlilik biçimlerinde kolektif akılla hareket edebilmenin sevincinde buluşabilmek, “devrimci arzu”yu beraberce üretebilmenin coşkusunu paylaşabilmek diye tarif edebileceğim bir “birlikte varoluş” biçimini hayata geçirmek olduğunu, düşünüyorum demeyim de, bu cümleye yakışacak bir şekilde hayal ediyorum diyeyim.
Sünni-ulus, hiç kuşkusuz kendini yeniden üretebilmek için rıza mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor elbette ama dini doğası gereği ister istemez büyük bir kalabalığı dışarıda bırakıyor ve tam da bu nedenle çubuğu “zor”a bükmeye mecbur kalıyor. Kim mi o dışarıda bırakılıp ulus inşasına dahil edilemeyenler? Hayli geniş bir toplamdan bahsedebiliriz: Sosyalistler, cumhuriyetçiler, kadınlar, Aleviler, eşcinseller, Kürt hareketinin seküler mensupları ve tabanı, gayrimüslimler…
“Muhafazakâr kesime seslenme” meselesine gelince, bunu merkez-çevre ikliği üzerinden muhafazakâr mütedeyyin halk kitlelerinin yanında yer alma ya da söz konusu hassasiyetleri yeniden üreten politik özne inşa etme olarak tarif ediyorsanız, böylesi bir siyasal stratejinin herhangi bir karşılığını olduğuna inanmıyorum. Ancak yine de şunu unutmamak gerekiyor: Yoksulların çoğu Müslümansa ya da Müslümanların çoğunluğunu yoksullar oluşturuyorsa, solun buraya gözünü kapatması kendi varoluş nedenlerine aykırı bir tutum içerisine girmek olmayacak mıdır? O halde yoksullara “gitmek” gibi bir derdimiz var, bunu hepimiz biliyoruz. Meselemiz ise, o “gidiş”in nasıl olacağı. İşte bu noktada devreye “sınıf mücadelesi” giriyor. “Yoksulluk edebiyatı” yapmayacak, “halk güzellemesi”ne düşmeyecek, çubuğu sınıfsal olana bükmekle birlikte indirgemeciliğin tuzağına düşmeden “sınıf mücadelesi”nin hayatın her alanını kapsayan bir hegemonya mücadelesi olduğunu unutmayacak, dışarıdan basitçe “bilinç” taşımayarak maddi varoluşla bilinç arasındaki bağlantıyı kısa devreye uğratıp, başka bir dünyaya ve gelecek tasavvurunu gündelik hayatın pratikleriyle yoğurabilecek bir mücadele. “Kusursuz” ya da “imkansız” görülebilecek bir tanım yaptığımın farkındayım ama en imkansız görünenin en gerçekçi olduğuna dair sözü hatırlatarak tamamlamış olayım sözümü.
Bugün hala birtakım akademik mistifikasyonlar aracılığı ile Türkiye’de AKP’nin dayattığı, yönelimleriyle apaçık gerici baskı siyaseti, batı akademyasının birtakım moda kavramları veya evrenselleşen “bakış açılarıyla” estetikleştirilebilir mi? Bugün artık sahası son derece yakıcı olan siyaset, metinsel yaratıya sonsuz imkânlar sunan bir alan olarak kurgulanabilir mi?
Bunla bağlantılı olarak, bugün bir tür istibdat rejimi deneyimlediğimiz artık bir sosyal olgu haline geldi. Anayasal mekanizmanın işlemediği, demokratik seçim sisteminin işlemediği, hatta belki meclisin askıya alınabileceği bir yasa-dışının artık yasal olması haliyle iç içeyiz. Buna neredeyse “süreklileşmiş bir olağanüstü hal rejimi” tanımlamasını dahi yapabiliyoruz. Geçen günlerde 1 Mayıs ile ilgili bir tweetinizde, “Rejim, neyi/nereyi yasaklıyorsa direniş hattı oraya kurulur, sınıf savaşı semboller/mekanlar üzerine verilen bir savaştır da çünkü.” demiştiniz. Aslında sorumuz tam olarak bu: Türkiye bir kamp mıdır? Kampta mücadele mümkün müdür? Yolları nelerdir?
Foucault, Deleuze, Agamben, Ranciere, Badiou, Zizek, Arendt… Hep şunu merak etmişimdir, bu isimlerin bizdeki kadar popüler olduğu ama aynı zamanda ülkeye dair meselelerin bu isimler üzerinden neredeyse hiç tartışıldığı başka bir kara parçası daha var mıdır ? Sormaya devam edeyim: Anlı şanlı Foucault uzmanlarımızın aklına “Hayata Dönüş” Operasyonu ve F tipi cezaevleriyle ilgili bir söz söylemek ya da tek satır yazmak hiç gelmiş midir? Agamben’in “süreklileşmiş olağanüstü hal”e ve “kamp”a yaptığı vurgu üzerinden Silivri Cezaevi üzerine yazılmış akademik ya da değil kaç makale bulunmaktadır? Gösteri toplumu, denetim toplumu, tüketim toplumu, hukukun askıya alınması, totalitarizm ve benzeri sayısız kavramla, AKP rejiminin kurumları, ritüelleri, iktidar teknolojileri ve özne üretim süreçlerine dair söz söyleyen akademisyen/entelektüel sayısı kaçtır? Bu soruların yanıtını siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu, Marksizmle bağlarını koparan, onu aştığını iddia eden, düşünsel formasyonunu bütünüyle post-Marksizm üzerinden kuran Türkiye entelektüelinin/akademisyenin sefaletidir. Türkiye entelektüeli ölüdür ve düşünsel bir zombi olarak yoluna devam etmektedir.
Bize gelince, Marksizmin klasik birikimini yanımıza almış olmanın da avantajıyla, bu düşünürlerle “yapıcı” bir ilişki kurmanın mümkün olduğunu, söz konusu birikimle ilişkilendirilmiş okuma süreçlerinin hem dünyaya hem Türkiye’ye dair ufuk açıcı bir perspektif sunacağını düşünüyorum. Buradan hareketle “kamp”a geçelim. Türkiye bugün bir “kamp” mıdır? Agamben “kamp” için “olağanüstü halin süreklileştiği zaman dilimde ortaya çıkan mekânın adı” diyordu, eğer bugün dünya düzeni adı konulmamış, ilan edilmemiş bir olağanüstü hal üzerinde var oluyorsa, sadece Türkiye değil dünya da bir kamptır. Buna Foucault’nun hapishane analizlerini de ekleyecek olursak, hepimizin kampla hapishane arasındaki bir “belirsizlik mıntıkası”nda yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ben bu süreci bir yazımda “hayatın hapishaneleştirilmesi” olarak adlandırmıştım. Kameraların, dinleme teknolojilerinin, polisin rejimin teminatı haline gelmesinin, MİT yasasının göstermiş olduğu üzere bu bir süreç ve devam ediyor. “İktidarın her yerdeliği” tartışılmaz bir gerçeklik halini alıyor ve bir tür kara ütopya içerisinde yaşadığımıza dair algımızı giderek güçlendirecek gelişmelere ardı ardına tanıklık ediyoruz. Haziran eylemlerinden birinde, Kızılay meydanında bir akşam vakti, bir yandan polis helikopterinin kalabalığın üzerinde gezinmesini izlerken, öte yandan “dağılın” anonsunun nereden geldiğine anlamaya çalışıyordum. Anonsun polis araçlarından değil, meydanın ortasındaki direklere yerleştirilmiş hoparlörlerden geldiğini anladığımda distopik bir romanın ya da filmin tam ortasında olduğuma dair bir hisse kapıldığımı hatırlıyorum. Bu sahnenin tamamlayıcısı ise Roma lejyonları gibi halkın üzerine yürüyen robot-polisler ve havada uçuşan gaz fişekleri ve tazyikli suydu.
Bu noktada bir soru soralım. Kamp insana ne yapar? Kamp, insanı “çıplak varoluşu”na indirir ve dolayısıyla “insanlıktan çıkarır.” Nazi kamplarında insanlıktan çıkışın son noktasına gelen ve ölümle hayat arasındaki belirsizlik mıntıkasında salınan insanlara “teslim olmuş” anlamında “Der Muselmann” adı veriliyormuş. Türkiye’yi bir kamp-hapishane olarak tasavvur ettiğimizde aslında iktidar için potansiyel olarak hepimiz bu kertedeyiz ve Agamben’in Roma hukukuna atıfla dile getirdiği üzere “homo sacer” yani çıplak insanlarız. Bu ise şu anlama geliyor: Hepimiz “cinayet işlemeksizin öldürülebilenlerden, ölümü cinayetten sayılmayacak” olanlardanız. Dediğim şeyi daha iyi anlatmak için Ethem’in ya da Berkin’in davalarına bakmak yeterli olacaktır. O halde, iktidarın olduğu her yerde direnişin de olduğunu hatırlayarak söyleyecek olursak günümüz Türkiye’sinde hepimizin “homo sacer”leştirilmeye, çıplak hayata indirgenmeye direnmemiz bir zorunluluktur.
Tekel direnişinde direniş meydanında asılı olan bir pankartta yazan ve Deleuze’e alt olan şu sözü hatırlatarak bitireyim: “İktidar hayatı hedef aldığında hayatın kendisi iktidara direniş olur.”
Biz Yeni Yazılar ekibi olarak yola çıkarken, ütopyalı ve ihtilalci bir teorik duruşu temsil edeceğimizi söylemiştik. Örneğin,Türkiye’de “gericilik” eleştirilmeden bir “kültürel çalışma” yapmak bizce artık ne meşrudur, ne de mümkündür. Dolayısıyla, evet, bir yanımız akademiyi de yeniden yazmaya niyetli. Peki, sizce buraya kadar çizdiğimiz tablo da işin içine katıldığında, entelektüel düzlemde nasıl mücadele edilir? Bütün kavramsal karmaşaya, kafeinsizliğe, çaresizliğe, vasatlığa ve hatta ihanetlere rağmen Aydınlanmacı bir akademik tavır nasıl olmalıdır? Akademik alanda öğrenci gençlik nasıl mücadele etmelidir?
“Ütopyalı ve ihtilalci duruş.” Meselemiz tam da budur. Öğrenci hareketi bugün kendisini sadece “fiziksel direnç” üzerinden var edemez, aksine siyasete teorik/ideolojik alanda da ihtilalci bir perspektifle dahil olması gerekmektedir. FKF, eğer adının hakkını verecekse “fikir” kulüplerinin bir araya geldiği bir yapı olarak, hem fikri üretimde bulunmaya hem de bunu üniversite gençliğiyle buluşturmaya mecburdur. Yeni Yazılar’ı bu açıdan önemsiyorum ve hem yazar hem de okur sayısını artıran bir düşünce dergisi olarak, yoluna devam etmesini diliyorum. Yeni bir ülke kuracaksak, akademiyi de düşünce dünyamızı da biçimlendirecek yeni bir kuşağın artık sahneye çıkması ve “biz de varız” demesi gerekiyor. Bunun için benim ve benim gibi düşünen başka isimlerin hep yanınızda olacağımızı söylememe ise gerek bile yok.
Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda gerçekte %38’e tekabül eden %51 oranıyla kazandı. Seçimin öncesinde de sonrasında da CHP’nin aday politikası çok eleştirildi. Sağcı aday gösterme stratejisi yine eleştiri oklarının hedefi oldu. Sizce AKP’yi sağ oyları sağcı adaylar aracılığıyla bölerek sandıkta yenmek mümkün müdür? Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile başladığı iddia edilen “Yeni Türkiye” yi nasıl görüyorsunuz? Gerçekten “Yeni” bir süreç sayılacak mı Türkiye siyasetinde?
Mao’nun şu aralar sıkça zikredilen bir sözü var: “Gökyüzünün altında büyük bir kaos var ve bu çok iyi” minvalinde. Seçimin sonuçlarına böyle bakmamız gerektiğini düşünüyorum; bizim doğrudan müdahil olamadığımız bir seçimden ancak bu kadar iyi bir sonuç çıkabilirdi. Seçimin neticesinde Erdoğan, cumhurbaşkanı olarak köşke çıktı ama nasıl bir oy oranıyla? Seçmenin %38’i gerçekliğini şimdilik bir kenara bırakalım, %50 barajını çok az aşabilerek, yeni bir tür “topal ördek” olarak. Buradan 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek oy oranına ulaşmak imkansız göründüğü gibi, fiilen başkan gibi hareket etmenin sınırları da ortaya çıkmıştır. Bunun dışında yine bu “topal ördek” hali, parti içi muhalefetin gözle görünüyor hale gelmesine vesile oldu. Erdoğan kliniğe karşı Gül kliği, şimdiden bir güç mücadelesi içerisine girmiş görünüyor. Erdoğan’ın etrafındaki “çelik çekirdek” Abdullah Gül’ün genel başkanlığını şimdilik engelledi ama 2015’e giderken bu kavga daha da şiddetlenecektir diye düşünüyorum. Dolayısıyla 10 Ağustos AKP rejiminin inşasında bir merhalenin daha geride bırakılması anlamına gelse de, “rejimin yerleşmesi” meselesi hiç de kolay olmayacak ve istikrarsızlık inşa sürecinin karakteristiği olmaya devam edecek.
Despotik İslam’ın adayının karşısına çıkarılan ılımlı İslam’ın adayını aldığı oy oranı da son derece önemli. Ekmel Bey %40’ın üzerinde bir oy alsa idi CHP yönetimi, uzun zamandır devam ettiği Sünni-Ulus paradigması üzerinden siyaset yapma ve AKP rejiminin kırmızı çizgilerinin dışına taşmama anlayışını doğruladığını iddia edecek, dahası “sağcılaşarak büyüme” stratejisini daha kolay savunabilecekti. Oysa Ekmel Bey’in aldığı oy ve CHP seçmeninin asla ihmal edilemeyecek bir bölümünün sandığa gitmemesi CHP’nin içerisine bir ateş topu fırlattı ve kurultay kaçınılmaz hale geldi. Kurultaydan Kılıçdaroğlu zaferle çıkacak ve sağcılaşma siyasetini sürdürecek olsa da, burada bizim için önemli olan, CHP tabanı içerisinde mutlaka iletişim kurulması ve kapsanması gereken azımsanmayacak sayıda insanın var olduğunu ve bu seçimin bir kez daha ortaya konmuş olmasıdır. Üstelik, CHP tabanından sandığa gitmeyenlerin dışında, despot İslam’a karşı ehven-i şer diye sandığa gidenlerin önemlice bir bölümünün de yüzünün potansiyel olarak sola dönük olduğunu unutmamak gerekmektedir.
Dolayısıyla sosyalistler açısından durum Mao’nun sözündeki gibidir, “yeni Türkiye’de tam bir kaos var ve bu gayet iyi.” Durum buyken “ne yapmalı” diye sormak ise bizim kadim sorumuzdur. Hem sormaya hem de yanıt vermeye devam edeceğiz o halde.