Lars von Trier’in Eleştirisi

Kimine göre dogma 95 tekniğiyle bir yeniliğin, kimine göre Avrupa sinemasının dehası,, onlarca ödüllü/ödülsüz kült filmin üreticisi Lars von Trier’nin bugün ne kadar popüler olduğu tartışmaya kapalı bir olgu. Onun sinemasını idealleştirmeden bir sinema okuması yapmak pek tercih edilen ir tutum değil. Peki, Trier’nin bu denli” sevilmesinin” nedenleri nelerdir? Bu yazı boyunca sıklıkla deşifre edip temellendireceğimiz şey; yarı-yetenekli post-politik bir entelektüel formasyona neden aşırı imtiyazlar verip, sanatsal ve düşünsel yaratıcılıkta orijinalitenin timsaliymişçesine yüksek ihtimaller addetmekteyiz, bu sorunu araştırmak olacak. Meseleyi doğru kavrayabilmek için Trier sineması içerisinde çok kısa bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.

Filmografik İnceleme: Trierolojiye Giriş

1984-1991 arası Avrupa üçlemesi olarak bilinen “Suç Unsuru”, “Epidemic” ve “Europa” ile Trier yeteneklerini alıcıya çıkarmış, sahnesi Avrupa sinemasına doğru genişlemişti. Ardından 1996 ‘da ”Dalgaları Aşmak”,1998’de”The İdiots” (Dogme 95 ile direkt anıldığı ve teknik bir analizden kaçındığımız için değinmedik) 2000’de “Karanlık Dans” ile ödüllendirilme dönemi başlayan Trier’nin;2003 sonrası henüz tamamlanmamış Amerika üçlemesinden ilk ikisi “Dogville” ve “Manderlay” i seyirciyle buluşmuştu. Son olarak “Anti-Christ” ve “Melancholia” ve bugün Türkiye’de dinci-gerici istibdadın sansürüne takılmış “Nymphomaniac” vitrine çıkmıştı.

Tüm bu filmler birbirinden bağımsız veya yukarıda yapılan benzer biçimlerde birbirleriyle örgülenerek pekala ilişkilendirilebilir. Örneğin Trier külliyatına bakarak, dogville ve Manderlay’de “Trier’in toplum karşıtlığı “Nymphomaniac’ta ve Europa’da “Trier’in öz-nefret taşımayananti-liberal karakterleri ve politik doğruculuk karşıtlığı” ile ilgili çalışmalar yapılabilir. Yahut hemen bütün filmlerinde “Trier ve Kadın”, dalgaları aşmak ile “Trier ve din”, melancholia ile “Trier’in son’lu kurguşları” gibi anlarca başlık altında analizler yapmak mümkündür. Zira Trier bir host-entelektüel dönem sanatçısı olarak kendi problematiklerini benzer yollarla defaatle sinemasına yediren bir yönetmen. Nedir bu tür bir kendini tekrarlama? Ne anlama gelmektedir ve nedeni nedir? Biz bunlara bakalım.

Liberal dejenerasyonunun entelektüel iklimi olağanca sefaletiyle kuşattığı ortamlar içerisinde ağırlıklı kanı, Trier’in bir anti-aydın olarak kabul edilmesi ve böyleliğiyle beğenilmesi yönündedir. Anti-aydın, sosyal sorumluluklardan arınmıştır. Tarihsel yaraları ve güncel dinamikleri, içinde bulunduğu/ona atfedilen ideolojiler- üstü bir imtiyazla ele alınır. Politik gerçeklikteki onulmaz yaraları estetize ederek normalleştirmekten ve dahi küçümsemekten asla imtina etmez anti-aydın. Epidemic’de , siyah karakterin azap içinde ölmeden evvel son sözü “bir zencinin tek dileği, kullanılmış ayakkabı, bir fahişe ve içine sıçabileceği bir evdir.” İken, bu “yavan söylem” sanatkarı, hala “demokrat” kalır. Zira kimse suç unsurunda kahire’den, Europa’da ise Amerika’dan gelen iki farklı kültürel temsiliyeti, aynı ölü Avrupa topraklarında boğan Trier’ye kolonyalist demiyordur. Keza yine Manderley’da, Amerika’nın siyah köle sorununaTrierci bir skandal/ şok izleğiyle değinmek onun yıkıcı-yapıcı sinemasının biçemi gibi gözükür. Trier, “hem kendi bedenimden, hem ırkımdan, hem de ırksal arketipleriyle bende yaşayan atalarımdan sorumluydum”, “bir beyaz değildim henüz ve safkan bir zenci de sayılmazdım artık; lanetlenmiş biriydim öyleyse” diyen bir Fanon bir siyahtır, öyle pazarlanır. Peki, gerçekte böyle midir? Europa’da Nazizmi kendi yöntemince eleştirirken, 2011 Cannes Film Festivalinde, “Hitler’i anlıyorum, naziyim”diye demeç veren, bir tür iktidar apolojisti olan anti-aydın Trier, nasıl olurda karşı devrimci olarak değilde bir afili filinta suretinde entelektüel meşruiyet ve alan kazanmaktadır?

Bir başka örnekle yanıtlayalım: dalgalı aşmak’ta tanrı ile konuşan (din dışı), belki psişik (akıl dışı) alenen erkek egemen bir şehirde yaşayan toplum dışı bir kadının; başka tür bir dinsellikle, metafizik bir kaderi mümkün kılmasından başka başardığı bir şey yoktur. Tıpkı karanlıkta dans’ta olduğu üzere baş karakter öyle bir trajedinin içindedir ki, ölmeli ve kozmos ideal dengesine kavuşmalıdır: “İyileştirdi ve öldü”. Kısacası iki kadının ardından baki kadın, öldükleri taktirde sevdiklerinin yaşayacağını duyulan tutucu ve inanç, mistik bir sezgidir. Açıklanamazsa teslimiyeti dayatan böylesi estekikleştirilmiş dinsel bir politizim, sis tabakasının ardındaki bilinmezden vaad etmiyorsa, kanaatimizle masum değil, tehlikelidir: zira bu basitçe siyasallaştırılmış din sistemlerinin tipik metodolojisidir ve tekrarlayalım, pek masum değildir.

Buna ek olarak, Trier yine birçok filmde mesele ettiği “kibri” bu sefer bilimin içinde sunarak reddedip, tarihi apokalitik sonlandırmaya dahi cüret eder. Yine filmlerden örneklere ilerleyelim: epidemic’de doktorlar bir diktatoryayı simgeler, diş macunu “çürükleri ortadan kaldırdığı” için imalı “gösterilir” filmin çift katmanlı anlatım mekanı salgına yenilir. Antichrist’ta kadın araştırmaları yapa sosyal bilimci, çaresizce doğadaki sanatik kötülüğe ve “kadına doğanın yönettiği” doğalcı teze teslim olur; buna göre insanın doğası kötüdür, doğal olan budur, dolayısıyla doğadaki kötülük baştan kazanadır. Melancholia’da ise dünyaya çarpmak üzere yaklaşan gezegen ölümün yaşam üzerindeki hükmünü simgeler ve buna ilk yenilen; başta çarpışmayı inkar eden, sonra verileri tutmadığı için inkara kaçan bir gökbilimcisidir. Suç unsurunda şöyle bir önerme geçer; şöyle bir önerme geçer: “bilim adına olabilecek en kötü şey, sitemin en önemli şeyi olmaya başlamasıdır.”

Bu alıntıyı Epidemic’de yazılan film senaryosu için yapılan “ayakkabıdaki çakıl taşlarına benzeyecek” nitelemesiyle birleştirelim. İşte karşımızdaki, umut makinesi olarak işlemeyi reddetmiş, kapitalizmin kültürel ve politik tahakkümünü bir gizemli özgünlük oyunuyla onaylayan ütopyasız ve pesimist bir şok-estetizmdir. Son tahlilde siyasal bir gericiliği normalize eder. Fakat bunu inkar edecek bir çok motto ve düşünüre sırtını güvenle dayamıştır: örneğin, Trier pesimizmine öyle kolayca “gerici” diyemezsiniz: Nietzsch’nin, optimist, bir bilimselliğin, hakkikatte var olan kötümserlikten bir kaçış yöntemi olduğunu söyleyişi suratımıza çarpılacaktır. Kötümserliğin aslında bir yalınlık felsefesi olmadığı, başka bir çok postyapı salıcı teorizastyonla- size karşı ifade olunacaktır. Bunlar olmazsa, Trier’nin flimlerinden Epikür’den veya bir başka estetik figüründen alıntı yapan karakterlerini duyulan hayranlık ululanacak, Trielrolosiyle bir tür gizli-cemaatsel ikna süreci örgütlenecektir. Bu durumda tek yol engele engel olmaktır.

Art-metin, Anti-metin ve Trierci Melodramın Eleştirisi

Başlarken, sanatçıyı içinde bulunduğu tarihsel şartlara bakarak incelemek gerektiğinden söz etmiştik. Zira bu sayede, Trier’nin zamanının ruhunu taşıyan sıradan bir sanatçı olduğunu, ona atfedilen filozofik derinliğin aslında bir derya-deniz olmadığını tespit edebileceğimizi tasarlamıştık. Öyleyse şimdi, burada bir argüman koyalım: Trier, post-modernist ifade teknolojilerinden farklı bir dilselliği üretemeyen bir sanat kişisidir. Ve şimdi bunu savunalım.

1979’da Fransız düşünür Lyotraf , bir ; ‘’postmodern durum’’ tespit ediliyprdu : Ona göre Hristiyanlık, Aydınlanma veya Mkarksizm gibi ideolojiler ve üst-anlatılar,yani kuruluş anlatıları, bir meşrutiyet krizi içindeydi.Dolayısılya ‘’ gerçek’’, evrensel niteliğini kaybetmiş ve tekil durumlar kendilikleriyle anlamlı hale gelmişti. Özne – nesne hiyerarşisi ortadan kalmıştı, bu bakış açısına göre. Dolayısıyla; artık gayrimeşrulaşmıs öznenin’’ bilinç taşıma ‘’ nesnesi yitikti. Postmodernist teorinin psikanaliz ve Marksizm ‘e eşbiçimli saldırganlığı tam olarak bu determinasyondan dolayıdır: Buna göre psikanalist hastaya, entelektüel sınıflara, kilise ise halka ‘’ öğretemez” savunusu aktüeldir. Bu üç öge, Trier sinemasında fazlasıyla işlenmektedir: Antichrist ‘ ta anlalist eş, eşinin atipik yasına karşı bilimsel bir kibirle yaklaşır, eşinin metafizik kaygı ve kaosa teslim olmasına itiraz eder, fakat yenilir ve cezasını çeker ; Dogville ‘ in köylülerini ve Manderlay ‘in kölelerini demokratize etmeye giden Grace, başarısızlığa uğrar; çünkü entelektüel ideali postmodern durumdan dolayı geçersizdir. Dalgaları aşmakta Bess, Tanrı ile konuşmak için kiliseye ihtiyaç duymaz, bir Protestan misali kiliseyi aradan çıkartmıştır. Trier böyle anlatmayı seçmiştir ve böyle anlatmanın teorize edilişi tipik bir Aydınlanma ve Modernite eleştirisinden ileri gelmektedir Avrupa Aydınlanması ile derdin temellerinde ne vardır peki ?

Aslında bütün hikaye Descartes’in ego-cogito’suna, yani öznenin ‘’ben’’ haline gelerek nesneyi kurmasına getirilen eleştiriyle başlıyor. Zira 17.yy Aydınlanma düşüncesinin gayesi, doğayı açıklamak, ona egemen olmak ve maddeye uygulamaktı Descartes ile birlikte, insan evrene değil, evren insanın düzenine bağlı hale gelmişti. Dünya, skolastik kabulün reddi ve yeni düşünce kategorilerinin icadı ile dönüştürülmeye açık hale getirilmişti. Kant, Aydınlanma için ‘’İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır’’ derken, bireyin metafizik çaresizliğe teslimiyetini aşmayı önermişti. İşte postmodernist teori, bunun bir insan-doğa, özne-nesne iktidar ilişkisi yarattığını savunur ve Aydınlanma düşüncesini reddeder. Trier’nin de doğa mistikifasyonlarına bu kadar bağlı olması bundandır. Dahası Trier, ilerlemeci tarih anlayışını da aynı ‘’ilke’’ ile reddeder; yerine, post-politik karşılığı ’’tarihin sonu’’ tezleri olan, sonlanmış dünya tahayyülünü koyar. Postmodernist teori tüm bu durum analizlerine ek olarak, 20.yy Modernitesini, akılsal vaatlere karşı savaş, soykırım ve yıkımdan başka bir şey getirmediği savıyla suçlamaya başlar. Karşılık olarak, ise gerek popüler kültürde, gerek akademik cenahta, gerekse de sanatlarda yeni ifade biçimleri bina edilir. Sonuçta aydınlanmanın totaliter olduğu tezi ortaya atılmış, buna karşı aklı ve bilimi reddeden, anlama, bilince, dile, doğrusal zaman ve statik mekan algısına karşı bir yeni teorisizm doğmuştur. İşte tam bu nedenle sanat yeni ifade biçimleri inşa eder. Örneğin Benjamin ‘’Modernizm, kahramanın yıkımıdır’’ der. Trier ise bu saiklerle simemasını kahramansızlaştırır, politik umuttan arındırır. Yerlerine anti-metin-kahraman ve daimi yok-oluş koyar.

Gerçek Yaşamda Son Yoktur

Aydınlanmanın ve Modernite’nin mirasını topyekun reddetmek bir moda tavrı olarak vuku buldu. Dönem entelektüeli Nazizmm yüzünden bütün bir Avrupa’yı hatta faşizmi ezmiş bir tarihsel mirası dahi ‘’söylem analizlerine’’ tabi tutup, krimanilize etme girişiminde bulunabildi. Bu nedenle Trier çekinmeden ‘’İnsanın doğasında suç vardır’’ diyebilmişti. ‘’Toplum korkaktır, eşitlik insana aykırıdır çünkü insan aptaldır’’ yollu düşünceler sergileyebilmişti. Burası ise, Trier’nin temsil ettiği abti-aydın tipolojisinin muazzam çelişkileri ile deşifre olduğu andır: Psikanalitik belirleme ilişkisini reddedip, Avrupa üçlemesinde pisikanalitik yöntemle Avrupa’nın belleğine inen Trier; filmlerimde, Hristiyanlığa uygun olmayan ‘’kibrin’’ yerine, şeytanın doğadaki apriori kötülüğünü koydu. Dogville’de köylülük eleştirisi mi yapıldı, mafyatik iktidar mı övüldü, bu bahiste sorumluluk almadı: Çünkü her ne kadar Nymphomaniac’ta karakterler; Bach’tan Goethe’ye, Freud’dan Poe’ye üst düzey bir sosyokültürel sermayeyi gösteren bir sohbet içinde sunulsalar da her şeyi bilen tanrı-yazar ölmüştü, buna sığınıldı. Metin, yazarı, sadece bazen öldürdü. Halbuki biz biliyoruz, idealleştirilmiş her anti-kahraman Trier’nin ta kendisiydi Trier asla eserinden kendini ayrıştırmış değildi. Hep gibi yaptı.

Okuma Listesi

  1. Immanuel Kant, ‘Aydınlanma Nedir? ‘’ Sorusuna Yanıt, Toplumbilim 11- Aydınlanma Özel Sayısı, Bağlam yayınları, İstanbul-2007
  2. Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çevirmen: Cahit Koytak, Versus, İstanbul-2009, sayfa: 140
  3. Friedrich Nietzche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çevirmen: Gürsel Aytaç, Say yayınları, İstanbul-2003
  4. Herbert Marcuse, Karşıdevrim ve İsyan, çevirmen: Güral koca-Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-1998
  5. Theodor W.Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çevirmen: Nihat Ülner, Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayınları, İstanbul-2010
  6. Walter Benjamin, Pasajlar, çevirmen: Ahmet Cemal, YKY, İstanbul-2009
  7. Tülin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul-2010