Act Of Killing Türkçe’ye Öldürme Eylemi olarak çevrilse de ‘’Ölümü Sahnelemek’’ çevirisinin daha yerinde olduğunu düşündüm filmi izledikten sonra. Çünkü act kelimesi eylemden çok oynamak, sahnelemek anlamında kullanılıyor filmde. Endonezya’da 1965 yılında gerçekleşen askeri darbeyi anlatan film, bir döneme ışık tutarken gerçeği de yeniden üretiyor.
Öldürme Eylemi, ilk kez 12. !f Film Festivali Kapsamında, Hangi İnsan Hakları Film Festivali’nde gösterilmiş ve yoğun ilgi görmüştü. 2013’ün en çok iz bırakan yapıtlarından biri olduğunu düşündüğümüz bu belgesel/filmi yeni yeni yılın ilk sayısına taşımak istedik. Yakın tarihimizle karşılaştırarak izlemenin de mümkün olduğu film hem Gezi Direnişi’ndeki polis ve sivil faşist vahşetini hem de Türkiye’de şiddetin nasıl normalleştiğini (her ne kadar film Türkiye’de geçmese de) gözler önüne seriyor.
‘’Act og Killing’’ Türkçe’ye Öldürme Eylemi olarak çevrilse de, filmi izledikten sonra, ‘’Ölümü Sahnelemek’’ çevirisinin daha yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü ‘’act’’ kelimesi eylemden çok oynamak, sahnelemek anlamında kullanılıyor filmde. Endonezya’da 1965 yılında gerçekleşen askeri darbeyi anlatan film, bir döneme ışık tutarken gerçeği de yeniden üretiyor. Karaborsa sinema filmi bileti satan Anwar ve arkadaşlarından oluşan küçük sinema çetesi bir anda aşırı sağcı bir infazcı ordusuna dönüşür. Çetenin soğukkanlılık ve gururla, anlattıklarına seyirci oluruz.
Film boyunca yaşanan, insanlık dışı olan, vahşetin çok da ‘’normal’’ insanlar tarafından işlendiğini görürüz. Asıl korkutucu olan da budur: Faillerin sıradanlığı. İzlerken seyirciyi rahatsız eden şey işkence sahnelerinin yeniden üretilmesi değil, Anwar ve çetesinin soğukkanlılığıdır. Filmdeki şiddet dolu sahnelere, günümüz sinemasındaki vahşet ve şiddet sahnelerinden aşina olduğumuz için şiddetin yapılışı bizi rahatsız eder. Filmde muhalif tüm kesimler ‘’marjinal’’ ve ‘’komünist’’ denerek hedef gösterilmiş ve devlet eliyle işkenceden geçirilmiş, öldürülmüştür. O güne dair belge, kanıt neredeyse yoktur. Elimizdeki tek şey faillerin bize ‘’oynadığı’’ kadardır.
‘’Şeytanın yaptığı en müthiş hile; dünyayı asla var olmadığına inandırmaktır.’’
12 Eylül döneminde de devlet eliyle faili meçhul infazları birinci ağızdan duymuş ya da kitaplardan duymuşuzdur. Film tam da bu noktada metod olarak farklılaşır. Filmin kurgusu sayesinde dönemin gerçeklerine ‘’tanıklık ederiz’’. Artık failler hem tanık, hem de aktörlerdir. Hem belgeseldir hem film… Gerçeğin sadece faillerin vicdanının izin verdiği kadarına tanıklık ederiz ki o bile korkutucudur. Geçmişle bir bağ kurarız. İşin korkutucu kısmı Anwar ve çetesinin sadece sıradan korsan film satıcıları olmalıdır. Yani ideolojik olarak şartlanmış, ‘’vatan için kurşun yiyenlerden’’ de değildir. Bu noktada Harrah Arrendet’in işaret ettiği Adolf Eichmann’in yargılanması akla gelir. Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi yaptığı kötülüğün çok da farkında değildir. Eichmann aslında iş bulmak için orduya başvurduğunu söyleyecektir. Kendisinin sadece yasaları uyguladığını ileri sürmektedir. Hatta kendisi birçok Yahudiyi de ölümden kurtardığını ileri sürmüştür. Aslında kötülüğün sıradanlığıdır bizi korkutan. Yani filmlerdekilerin aksine kötüler siyah şapka giymezler. Artık hem eylemi yapanlardır hem izleyenlerdir. Seyredilen, seyredendir aynı zamanda…
Gerçekten de korkutucu olan içimizde tetikte bekleyen öldürme tutkusudur. İşledikleri cinayetleri büyük keyifle anlatan kişiler ideolojik bir davaya inanmış kişiler değillerdir; sadece dönemin ruhuyla hareket etmişlerdir. Konformizm budur; çoğunluğun hareket ettiği yönde eylem yapmak. Sürüye uyarsak her şey daha kolaylaşır. Hatta ölmek öyle sıradanlaşır ki bir bakanımız Suriye’de ölenler ile Gezi’de ölenleri karşılaştırıp ‘’devede kulak’’ değerlendirmesi yapabilir. Ya da bir milletvekili şöyle demekte sakınca görmez: ‘’Erdoğan diktatör olsaydı Taksim Dersim olur, mezar taşına hasret giderdiniz!’’
Ölüm sıradanlaşmıştır. Zamanın ruhu ve çoğunluk meşruluk kazandırmıştır bu sözlere… Bu yüzden de aslında failler de izleyenler de aynı derece sorumludur. Sessiz kalmak da taraf tutmaktır. Günümüz popüler Žižek (ki popülerlik sınırlarının nne kadar tehlikeli olabileceğine 4.Sayımızda Alperen Bal yazdığı yazı ile değinmişti) kötülüğü 3 sınıfa ayırmaktadır; Ego kötülüğü, Superego kötülüğü ve Id kötülüğü, Ego kötülüğü bir amaç uğruna kötülük yapmaktır, örneğin; parasını almak için birini öldürmek ya da evine zorla girmek. Ego kötülüğü nedensellik bağı ile açıklanabilir olandır. Kocanın aldatan karısını vurması gibi, bize göre yanlış da olsa fail açısından mantık sınırları içerisindedir. Id kötülüğünü ise tanımlaması oldukça zordur; ‘’katil doğanlar’’ deyimi gibi; polisin işkence ettiği kıza tecavüz etmesi gibi ya da döverek öldürmek gibi artık amaçsal kötülük geride kalmıştır. Kötülüğün kendisi yüzeye çıkmıştır. Bir cinnet hali, bir trans hali gibi… Yüzleşilmesi imkansızdır. Ego kötülüğü, dış etkenler, yetiştirilme tarzı ya da kader mağduru gibi gerekçelerle meşrulaştırılabilir. Id kötülüğü ise izah edilemeyecek kadar kötüdür; katlederek öldürmek id kötülüğüdür ya da gaz odalarına atmak…
Superego kötülüğü ise kişinin kendinden daha büyük bir bütün, bir inanç sistemi uğruna yaptığı kötülüktür. ’’Superego kötülüğü, kendisini oluşturan bireysel id kötülüklerinin toplamından fazladır çünkü bir çağ yangını gibi tanık olan herkes faildir. Soykırımlar, savaş sonrası devlet müdahaleleri… Ya da Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.’’ Birileri ise ‘’Zaman zaman yaşanan faili meçhuller o ülkeye huzur getirir… Bu kadar konuşan olmaz… ortalık zevkle doldu’’ beyanında bulunabilir. Birileri açıkça fail ve Türk bayrağıyla poz çektirebilir. Burası ölümün normalleştiği bir coğrafyadır. Cumartesi anneleri; Roboski, Madımak, 6-7 Eylül olayları; Uğur Mumcu, Hrant Dink, Metin Göktepe, Kemal Türkler, Ali İsmail Korkmaz… İsimler değişir ama karşımızda hep aynı faili buluruz.
‘’Polisimiz adeta bir kahramanlık destanı yazmıştır’’
Çok da uzağa gitmeye ihtiyacımız yok aslında bu psikolojiyi anlamak için; Gezi sürecinde de Polis göstericilere şiddet uyguladı. Sosyal medyada an be an ‘’gerçek’’ konuşulurken ana akım medya uzun süre sessiz kaldı. Bugünün faillerine sorarsak pişmanlık duymayacaklarını tahmin etmek zor değil. Ne de olsa ‘’destan’’ yazmışlardır. Ne de olsa ‘’vatan için kurşun yiyen de sıkan da birdir.’’ Bayrak, ülke, toprak gibi kavramlar kutsallaştırılır.
Zygmunt Baumann şöyle ifade der: ‘’Ulus, kendi kendi sürdüren aidiyet gruplarının tersine varoluşunu savunmak zorundadır. Etkin olarak; her gün her zaman. Kimlik, gereksiz yere yinelenerek sürekli kılınır. Belirli öyküler yinelenip durur.’’ Aksi de gereklidir. Her öykünün antagonisti de gereklidir. Gezi süreci boyunca da direnişçiler canavarlaştırılmıştır. ‘’Camide içki içtiler’’, ‘’Bayrağı yaktılar’’, ‘’Benim başörtülü bacıma saldırdılar’’. İktidarlar her zaman bir suçluya ihtiyaç duyarlar meşrulukları için. Bir ‘’başkası’’ yaratırlar; bu başkası bizim değerlerimize ya açlıktan saldırıyor ya da bizden değildir. Ne yaptıklarının çok da bilincinde değildirler… Bir başka kimlik yaratırlar ki düşman somut hale gelsin. Cinsel yönelimleri, dini tercihleri, ırkları, milliyetleri ya da ten renkleri düşmanı belirlemek için yeterlidir.
Üstelik, filmdeki faillerin, yaptıklarından gururla bahsetmesi hatta suç olarak görmemesi seyircideki tedirginlik kat sayısını arttırır. Öyle ki Uluslararası Ceza Divanı’nda yargılanmaktan korkmuyor musun diye sorulur çete üyelerinden birine; O da suç işlemediğini söyler gönül rahatlığıyla ve ekler ‘’ben kaybeden tarafta değilim, neden yargılanayım?’’. Ülkemizde katiller ‘’bu ülke seninle gurur duyuyor’’ sloganlarıyla onure edilmiştir.
Çeteye, çekilen sahneler estetik bir öğe olarak izletilmiş ve onlar da kameraya alınmıştır. Artık Anwar ve çetesi sadece geçmiş bir trajedi’nin failleri değil; onu yeniden üreterek hem yeni gerçekliğin üreticileri hem de çektiklerinin izleyicileridir. Rol yaparak aslında gerçekle yüzleşir failler. Bir çeşit arınma içerse de aslında kendi yaptıklarına yabancılaşıyordu katiller. Bu yüzden adı ‘’Öldürme Eylemi’’dir. Çünkü bu kadar basittir aslında öldürmek… İşte bu durumlarda id kötülüğü superego kötülüğü birbirine karışır; bir insanı öldürebileceğini ve bunun yanına kalacağını bilmenin keyfini yaşarlar. Eğer kişi adam öldürmeyi suç olarak görmüyorsa ceza da caydırıcı olmaktan çıkar, öldürmek bir ayin halini alır. İlkel insan su yüzeyine çıkar… Karanlık yüzümüz… Çoğunluktan olmayanların öldürülmesi bir devlet geleneğidir. Gülerek kutlarlar ölümü, işkence eylemlerini taklit ederken hiç de rahatsız olmazlar.
‘’Öldürdükçe çoğalıyor adamlar / Ben tükenmekteyim öldürdükçe.’’
‘’Geçmişte trajik olaylar dahil tüm gerçekliğimizin medyanın dolayımından geçtiğini biraz façlaca unutuyoruz… Tarih, tarih varken anlaşılmalıydı. Heideger’i vakit varken ihbar etmeli ya da savunmalıydık. Bir dava, suçun hemen ardından gelen bir süreç olduğu zaman eğitici olabilir. Şimdi çok geç anlamak için. Ahlaksal bilinç ve kolektif bilinç etkileri tamamen medya etkisindedir. (…) Bildiğimiz tek şey ‘’İnsan Hakları’’ söylemini bağıra bağıra tekrarlamak’’ Diye yazmaktadır Jean Baudrillard. Bu yüzdendir ki aslında Ahmet Kaya’ya çatal fırlatanlarla bugün sahip çıkanlar aynıdır. 12 Eylül’de işkence yapan zihniyeti aklayan medya bugün de darbe karşıtlığını savunur. İktidar nerdeyse medya orada yer alır ülkemizde. Dönemin ruhu neyi gerektiriyorsa onu yapar. Rüzgarın estiği yönde ‘’demokrattırlar’’.
Artık Yahudi kampını, Pinochet darbesini, Dersim olaylarını, 1960 askeri darbesini, Hiroşima’yı yargılamak kolaydır. Çünkü geçmişteki gerçekle aramızda mesafe vardır. ‘’Artık,’’ der Baudrillard ‘’aynı zihinsel evrede değiliz.’’ Peki ya Suriye, Afganistan müdahalesi, Irak müdahalesi? Filmi bizle izlemiş gibi söz alır Baudrillard ‘’Kurban’ın ya da celladın yer değiştirilmesi, sorumluluğun kırılmaya uğraması ve erimesi… Muhteşem ara yüzeyimizin erdemleri bunlardır. Bir gün bu (Soykırım, Hiroşima, Vietnam vb.) tam anlamıyla unutulabilir. Bunlar gerçekten oldu mu?… Tehlikeli ve gülünç olan; herkesin gaz odalarının gerçekliğini yadsıyanlar gibi savunmaları ve neredeyse suç ortağı oyuncuları olduğudur.’’ Ya da ‘’Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz.’’
Seyirci olarak aklımızda sorular vardır; gerçekten insan bu kadar acımasız olabilir mi? Hangi koşullar buraya getirmiş olabilir? Cezalandırılması gereken sizce öldürme eyleminin kendisi midir? Yoksa maşa olarak kullanan devlet yapısı mı? Uluslararası Adalet Divanı tarafından yargılanan nedir? Suskunluğumuz? Vicdanlarımız? Yoksa kötülüğün sıradanlığı mı? Fail midir, dönemin ruhunun yansıması mı? Tüm bu karmaşa sonunda Anwar gibi bizi de bir ‘’bulantı’’ ele geçiriyor. Sizce faili meçhullerin faili kimdir? Tetiği çekenler mi, hedef gösterenler mi, koruyanlar mı? Belki de tüm bu eylemler karşısında susanlar ve öldürülmeyi normal karşılayanlar… Bir çağ yangını; herkes günahkar mı? Mesele unutmamak. Elimizden gelen tam olarak budur; unutmamak, hatırlamak, belgelemek… Unutmak yok olmaktır. Faili meçhuller aydınlanana kadar hepimiz failiz biraz…
Kaynakça
Ölümlülük, Ölümsüzlük Ve Diğer Hayat Stratejileri
Kötülük Üzerine Bir Deneme – Terry Eagleton
Kötülüğün Şeffaflığı – Jean Baudrillard
Kötülüğün Sıradanlığı – Hannah Arendt
Tarihin Bilinçdışı – Bülent Somay