Mülkiyet, Duvar, Kent

Dikenli tellerle çevrili, dört bir yanı güvenlik kameralarıyla dolu, insan boyunu üçe katlayan duvarları, özel güvenlik görevlileri ve turnikelerle dolu girişleri ile gecekondu mahallelerinin ortalarına dikilen rezidansları gözünüzün önüne getirin. Güvenlik endişesi adı altında karşımıza ne çıkmakta?

Ortaokuldayken, okuldan kaçmak en büyük eğlencemizdi. O duvardan atladıktan sonra kimse görmesin diye eğilip son arkadaşımızın da atlamasını beklerkenki tatlı korkunun ve sonra bir anda arkamıza bile bakmadan koşuşumuzdaki zaferin verdiği heyecan unutulmazdı.

Okulun büyük bir bahçesi ve uzunca bir duvarı vardı. Kot farkından dolayı okulun dış tarafı, iç tarafında çok aşağıdaydı. Ancak bir yer vardı ki orası bizim için ‘’cennetin kapısı’’ydı. Okuldan tüm kaçışlar kot farkının diğer yerlere nazaran daha az olduğu bu ‘cennetin kapısı’ndan yapılırdı.

Müdürümüz, aklınca kaçışları önlemek için bu duvarın dış tarafına bir çukur kazdırmıştı. Duvarı yükseltmek pahalı gelmişti anlaşılan. Bir hocamız isyan etmişti: ‘’Çocukların bacakları kırılacak, bu sefer hiç gelemeyecekler okula.’’ Müdür de: ‘’İyi ya hiç gelmesinler’’ diyerek bize sevgilerini sunmuştu.

Haddini bilen, ses çıkarmayan, sizin çizdiğiniz sınırın dışına çıkmayan, itaatkar bir nesil için; sorgulamayı dışlayan bir eğitim sistemi ve baskıcı disiplin politikaları kadar, üzerinde hakimiyet kuracağınız mekanın tanımlanması, sınırlandırılması gerekir. Duvar bu işi görür.

Bu hakimiyet alanına sığmayanlar ise ‘hiç gelmesinler daha iyi’dir.

Mekanın önemi ve mekan-denetim-duvar ilişkisine girmeden önce mülkiyet konusuyla ilgili teorik bir ara verelim. Çünkü duvar-mekan ilişkisine bütünlüklü bakabilmek için mülkiyet anlayışı da göz önünde bulundurulmalı.

Mülkiyet

‘’Biliyorum ki ben, ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında, hiçbir şeye sahip değilim. Biliyorum ki ben, tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında, hiçbir şeye sahip değilim.’’ Goethe

Mülkiyet, tarih boyunca, değişik biçimlerde karşımıza çıkmıştır. Kimilerine göre varlığımızın bir sonucu olarak doğal bir hak, kimilerine göre ise bir grup açgözlü insanın doğadan ve toplumdan çaldıklarıydı.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; mülkiyet anlayışı, üretici güçlerin gelişimiyle, değişen üretim ilişkileriyle birlikte; sınıfların, kentlerin, devletlerin ortaya çıkışıyla paralel bir gelişim süreci izlemiştir. Yani tarihsel bir süreçte meydana gelmiştir.

Özgürlüğün temeli olduğu safsatalarıyla sürekli çarpıtılan mülkiyet kavramı, açık anlamını, herhangi bir canlının genetik olarak sahip olduğu, hayatta kalmayı kolaylaştırmak ve birtakım fiziksel etmenlerden korunmak için kendine ait bir yaşam alanını ve yaşamsal ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli maddeleri sahiplenme güdüsünden çok; insana ait ve öğrenilen bir davranış olarak, miras anlayışında, meta fetişizminde, sermaye birikim modellerinde, sınırsız sahip olma tutkusunda ve bu tutkudan doğan tüketim hırsında bulmaktadır.

Bu konuda bütünlüklü bir bakış açısı ortaya koyan John Locke’un1 fikirlerinden yola çıkarak bir sonuca varabiliriz.

Locke’a göre; insan, yaşamı boyunca, hayatını kolaylaştırmak ve devam ettirebilmek için, doğanın ona sunduğu imkanları emeğiyle değerlendirerek bir şeyler yaratır. Haliyle de kendi eseri olan bu şeylere sahip olma hakkı da vardır.2

Ancak mesele bu kadar da masum değildi.

Mülkiyetin, emeğin karşılığı doğal bir hak olduğunu söyleyen Locke, buradan hareketle; ‘’Atımın yediği ot, bahçıvanımın biçtiği çim ve herhangi bir yerde açtığım maden çukuru, diğerleriyle birlikte ortak haklara sahip olsam da, herhangi bir kişinin belirlemesi ya da rızası olmadan, benim mülkiyetim haline gelir. Onları ortak mülkiyet olmaktan çıkaran emeğim, onlardaki mülkiyetimi belirler’’ diyerek sınırsız sermaye birikimine kapıyı aralamıştı.3

Yani, Locke’a göre, ağaçtaki elmayı toplayan ya da toprağı ekip biçen insan, sadece o elmanın ya da kaldırdığı hasadın değil; elma ağacının ve ektiği toprağın da sahibi olur.4

Bu ifadesiyle Locke, ‘’üreticilerin ürettiklerine sahip olma hakkı’’ nı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti meşrulaştırmak için kullanılır.

Mülkiyet anlayışına yönelik eleştirilerinde, tarihin akışı içerisinde değişen mülkiyet biçimlerine dikkat çeken Marx’la Engels, Komünist Manifesto’da şöyle demişlerdir:

‘’Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu ilan edilir.

Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçiminden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyoruz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hala da gün be gün yok ediyor.

Yoksa modern burjuva özel mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?’’5

Yani Marksizm’in kurucuları, mülkiyeti, tarihsel süreç içerisinde ele almış ve özel mülkiyeti, toplumsal olan sermayenin, üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucu, bir avuç zenginin elinde kalmasını ve toplumun büyük bir kısmının bundan mahrum bırakılmasını eleştirmiş ve hedeflerini ortaya koymuşlardır: ‘’ Özel mülkiyeti kaldırmak istediğimiz için dehşete düşüyorsunuz. Ama mevcut toplumumuzda özel mülkiyet üyelerinizin onda dokuzu için zaten yoktur ve tam da onda dokuzu için var olmadığı için vardır. Yani bizi, zorunlu ön koşulu toplumun çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmayı istemekle suçluyorsunuz. Kuşkusuz, tam olarak da bunu istiyoruz.’’6

Duvar

‘’Üretim biçiminden doğan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak eşitlik, eşitsizlik haline gelmiştir; özgürlüğün yerini kişisel çıkarlar almıştır ve güvenlik de, tüm insanlara ait olmasına rağmen, mülkiyetin korunması anlamına gelmektedir.’’7

Dikenli tellerle çevrili, dört bir yanı güvenlik kameralarıyla dolu, insan boyunu üçe katlayan duvarları, özel güvenlik görevlileri ve turnikelerle dolu girişleri ile gecekondu mahallelerinin ortalarına, halkın barınma hakları hiçe sayılarak yıkılan evlerin yerine dikilen siteleri, rezidansları gözünüzün önüne getirin.

Güvenlik endişesi adı altında karşımıza bir paranoya hali, keskin bir sınıfsal ayrım, kendinden olmayanı ötekileştiren, umursamaz, kendini beğenmiş ve yağmacı bir kültürün hegemonyası çıkmaktadır.

Küçükken, anneannemlerin mahallesindeki evlerin bahçe duvarlarını hatırlarım da; sokağın tozundan, pisliğinde bahçeyi korusun diye çoğu derme çapma, sağdan soldan toplanmış taşlarla yapılmış, bir tekmelik işleri olan duvarlardı. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçeler ve sıkı komşuluk ilişkileri vardı. Şimdi onların yerini apartmanlar ve çıkar ilişkileri aldı, tabii duvarlar da yükseltildi ve sağlamlaştırıldı.

Duvarlar salt güvenlik endişesiyle örülmez, bir diğer işlevi de otorite kurmaktır.

Yazının girişindeki okul macerasında da belirttiğimiz gibi; duvarlar, hakimiyet alanının sınırlarının çizilmesi ve tanımlanması içindir. Mekanın üzerinde dönem ilişkilerin kontrolü, bir yerde mekanın da kontrolünü geliştirir ve tanımsız, sınırları muğlak bir mekanda otorite kurmak zordur. Bu yüzden, o duvar dizisinin bittiği yerde bir kontrol bulunur. Zaten duvarın fiziksel işlevi de giriş-çıkışı denetim altına almaktadır.

Kent

Mülk sahibinin, mülk çevresine duvar örerek, mülki sınırlarına giriş-çıkışı kontrol altına almaya çalışması anlaşılır da, mesela, herkesin elini kolunu sallaya sallaya girebileceği bir devler hastanesinin ya da bilmem ne işleri müdürlüğünün çevresinde niye 5 metre duvar örülür?

Çocuk parklarının bile çevresine duvar dikmek, bu düzenin otorite manyaklığının ve mülk sevdasının sirayet ettiği bir mimari alışkanlığın en absürt örneği olsa gerek.

Bu manyaklık ve sevda, kentleri bir duvar, bariyer, tel örgütler çöplüğü haline getirdi. Kentlerde erişilebilirlik yok edildiği gibi birbirinden yalıtılan kentsel organizmalarla birlikte insan ilişkileri de birbirinden yalıtık, kopuk, soyut ve tümüyle çıkarlara dayalı bir hale geldi. Sadece ürettiklerimize değil, birbirimize de yabancılaştık.

Tarihsel, kültürel ya da yeşil, her mekanın ticarileştirildiği; evde, yolda, işte, okulda, her yerde ‘kutulara’ hapsedildiğimiz kentlerde, kamusal, açık ve yeşil mekanların bir bir yok edilmesine tanık oluyoruz. Artık girdiğimiz her mekanda kapladığımız alanın ya da aldığımız nefesin bir ücreti vardır.

İçerisine girdiğimizde hiçbir şey satın almak zorunda olmadığımız, gerine gerine kitap okuyabileceğimiz ya da ödev yapabileceğimiz, sıkış tıkış kütüphaneler dışında neresi kaldı?

En ilginci de, Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından zafer sarhoşluğu içerisinde ‘Tarihin Sonu’nu8 getiren ve tüm dünyayı sarıp sarmalayan ‘’özgür dünya’’, ne oldu da şimdi dünyanın dört bir yanında sınırlara duvar örme telaşına düştü.9

Konut surunu çözmek bir yana, barınmak gibi en doğal ve en temel hakkımızı savunmanın bile suç haline geldiği ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde, hatta en gelişmiş ülkelerinde bile, sokakta yaşayanların sayısı binleri bulmuşken, kentsel ve mimari projeler havalarda uçuşuyor.

Günümüz mülkiyet anlayışının sorgulanmadığı ve kamu yararı gözetmek gibi bir kaygıları olmadığı halde yaşanabilir bir kent hedefiyle ortaya konulduğu söylenen kentsel projelerde sıklıkla tekrarlanan; estetik ve işlevsel mimari çözümler, sürdürülebilir doğal kaynak kullanımı ve ekonomik kalkınma modelleri, katılımcı ve demokratik bir yerel yönetim, hatta özyönetim, hatta ve hatta yönetişim gibi ifadeleri duyunca kendinden geçmemek mümkün mü?

Bizce mümkün.

Çünkü yaşanabilir bir kent, ancak yaşanabilir bir düzende mümkün.

Dipnot

  1. Locke, emek-değer teorisiyle Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx gibi birçok iktisatçı üzerinde etkili bir filozof olmuştur. Ancak Marx liberal iktisatçıları ters köşeye yatırmış, Locke’tan yola çıkarak kapitalizmde emek sömürüsünü ortaya koymuştur.
  2. http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/302-lockeun-mulkiyet-teorisi-ve-marksist-eleleştirisi Erişim: 19.12.2013
  3. http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/302-lockeun-mulkiyet-teorisi-ve-marksist-eleleştirisi Erişim: 19.12.2013
  4. http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/302-lockeun-mulkiyet-teorisi-ve-marksist-eleleştirisi Erişim: 19.12.2013
  5. Marx Karl, Engels Friedrich, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, s. 146-147
  6. Marx Karl, Engels Friedrich, a. g. e, s. 148
  7. http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/302-lockeun-mulkiyet-teorisi-ve-marksist-eleleştirisi Erişim: 19.12.2013
  8. Francis Fukuyama’nın 1992 yılında yayınlanan ve artık ilerleme, toplumsal değişim, devrim gibi kavramların bir anlamının kalmadığını, kapitalizmin nihai bir sistem olarak sonsuza kadar var olacağını iddia eden kitabının adı: Tarihin Sonu ve Son İnsan, Profil yayıncılık, 2012
  9. ABD-Meksika sınırına ABD yönetimi tarafından, Gazze şeridine İsrail yönetimi tarafından, Rojava sınırına AKP hükümeti tarafından örülen duvarlar kaçak girişleri engellemek için olduğu söylense de aslında karşı tarafı baskı altına almak, dünyadan yalıtarak kendine bağımlı hale getirmek amacı taşımakta.