Mad Men: Beyaz Yakalılık, Dün ve Bugün

Mad Men bize ikinci savaş sonrası 50’lerin sert ve çetin koşullarından, 60’lar aracılığıyla, 70’li yıllara uzanan bir geçiş dönemi Amerika’sını resmediyor. Bu dönem muhafazakarlığın kural, ırkçılığın olağan, eril tahakkümün ahlaki kabul edildiği bir toplumsallıktan, gerek 60’larla filizlenen karşı-kültürel devrimlere, gerekse de ultra-liberalleşen bir tüketim toplumuna da tanıklık etmekte.

Dizilerin Amerikan televizyon yayıncılığında merkeze yerleşmesi ve izleyici sayısındaki buna mukabil artış, 2000’li yıllarla birlikte gerçeklik kazanmış bir durum. Uğruna milyon dolarlar dökülen böylesi bir tüketim endüstrisinin sinemaya alternatif bir iddia ile yol aldığını söylemek yanlış olmayacak. İşlediği konu, çekim tekniklerindeki estetik değer ve toplumsal, siyasal, kültürel etkileri itibarıyla belli başlı diziler (The Wire, Oz, Sopranos vb.) şimdiden kült yapımlar haline gelmiş bulunmakta; ‘’sosyolojik’’ optiğe kendini açmakta ve bilcümle moda analizinin, tarihi yorumlamaların, sinemasal okumaların kadrajına girmektedir. İşte Mad Men tam olarak böylesi bir iklime doğmuş, yedinci yaşına hazırlanan, günümüzde popüler kültür üretimi adına kendi klasmanında mühim bir yer tutan; takdire şayan bir yapım.

Diğer yandan Mad Men ‘’anlattığı’’ şeyin kıyasıya bir eleştirisi olarak da yorumlanabilir. Şu tespiti de pekâlâ yapabiliriz: Mad Men ile, katı fordist üretim koşullarından post-endüstriyel döneme geçişin doğum sancıları içinde kıvranan tekinsiz Amerika, krizleriyle (Küba ile füze gerginliği, SSCB ile nükleer gerginlik, Vietnam Savaşı) ve riskleriyle (1962’deki bir uçak kazası, Kennedy suikasti, ekonomik sallantılar) deşifre olmaktadır. Ya da siyah kimlik hareketinin doğuşuna değinilirken ırkçılık, 1968 demokratik ulusal kongre eylemlerinin polis zoruyla bastırılışı anlatılırken Amerikan demokrasisi eleştirilmektedir. Bunların yanı sıra Mad Men, paternalist ve heteroseksist cinsiyetçiliği, sosyal ilişkilerdeki içtensizliği, kişilerdeki sinizmi de ince darbelerle hedefe almaktadır, diyebiliriz.

Dolayısıyla Mad Men’in birçok farklı bakış açısıyla incelenmesi mümkün gözüküyor. Bu yazıda ise biz, bütün bu kapsamının yanında ziyadesiyle Mad Men’in beyaz yakalı kültürel kodları üzerinde duracağız. Ancak bunu yaparken kapsamlı bir orta sınıflar analizinden kaçınacağımızı da belirtelim. Zira toplumsal sınıf fraksiyonları tartışması çözülememiş bir tartışma olduğundan, yüksek sesli tespitler bizi bir uçuruma sürükleyebilir. Ayrıca Korkut Boratav’ın nasihatine de uyarsak, Marksist yorum gereği ‘’orta sınıflar’’ terimine kuşkuyla yaklaşmamız gerekiyor; kaldı ki salt Mad Men’e bakarak reklam sektörü çalışanlarının bir sınıfsal konum tespitini yapabilmek bambaşka bir çalışmanın konusu olurdu. Bu yazının sınırları dahilinde belki en fazla, belli karakterlere bakarak sınıfsal durumlarını tanımlayabiliriz. (örn: Peggy Olson’ın sınıfsal yükselişi, Pete Campbell’ın Don Draper gibi burjuvalaşamaması, Roger Sterling’in hamiliği.)

Yazımızın sınır ve ilkelerini böyle belirledikten sonra artık konuya odaklanabiliriz…

Mad Men’e Giriş

Mad Men bir kurgusal anlatı olmasına rağmen tarihi aktarıcılığındaki gerçekliği ile anılan bir dizi. Plazalarda şekillenen reklamcılık dünyasının altın çağının, yeni kapitalist insan modelinin, yeni tüketim davranışlarının ve belki bu anlamda çağdaş dünyanın; büyük oranda da Amerikan tipi gündelik yaşamın bir anlamda belgesel anlatımı niteliğiyle övünebilir Mad Men. Burada sadece misal 16 Şubat 1963 günü, Manhattan’da yağan yağmuru dahi hesaba katan detaycılıktaki çekimlerin yansıtıcılığından söz etmiyoruz.

Bununla beraber duyusal, görsel ve hatta duygusal, toplumsal bir geçmişi yeniden yapmasındaki mükemmeliyetin de altını çizmek gerekiyor. ‘’Mad Men bize ne anlatıyor?’’ diye sorabiliriz öyleyse. Mad Men bize ikinci savaş sonrası 50’lerin sert ve çetin koşullarından, 60’lar aracılığıyla, 70’li yıllara uzanan bir geçiş dönemi Amerika’sını resmediyor. Bu dönem muhafazakarlığın kural, ırkçılığın olağan, eril tahakkümün ahlaki kabul edildiği bir toplumsallıktan gerek 60’larla filizlenen karşı-kültürel devrimlere gerekse de ultra-liberalleşen bir tüketim toplumuna tanıklık etmekte. Öyle ki dizinin başkişisi Don Draper bize bu geçişlilikteki çatışmaların alanı olarak sunuluyor: Zenginliği, yakışıklılığı, ünü, zekâsı ve aile içi etkinliğiyle Don, başlarda yanki erkek tipinin Amerikan rüyasındaki temsili olarak görülüyor. Ancak alt-metinlerde Don’u yıkacak olan bir anlatıya tanıklık ediyoruz: Kadının iş dünyasındaki pozisyonunun mevkisel evrimi, Beat kuşağı ile filizlenen Woodstock’a ve Hippi hareketlerine uzanan özgürlükçü bir yeni jenerasyonun gelmekte oluşu, püriten ahlakın temeli sayılabilecek aile modellemesinin yıkılıp bekar-ebeveynliğin doğuşu, bize Don’un sembolik yıkımına dair bazı ipuçları sunuyor. Fakat yine de bencil iyilik ekonomilerinin ve bireyci bir iktisadi ethosun hala yerleşil olduğunu, dönüşümün tastamam neoliberal bir inşaya doğru olduğunu unutmayalım.

Kısaca Reklamcılık Analizi

Mad Men bize reklamcıların kim olduklarını, hangi pratikleri nasıl deneyimlediklerini, büro dışı yaşamlarını, birbirleriyle olan mesleki rekabetlerini anlatırken, aslında bir yandan ‘’reklamcıların sosyolojik analizini’’ yapma vizesi de veriyor. Diğer yandan ise, reklamın toplumda hangi etki, itki, meşruiyet ve işlev ile yer bulduğunu; ekonomik şartlar ile, medya ile, toplumsal olaylar ile ilişkisini aktarırken, diziyi ‘’reklam ve toplum’’ başlığında okumamıza da imkân veriyor. Bu bağlamda, reklamcıların kim olduğuna ve reklamın ne yaptığına kısaca göz atmamız elzem hale geliyor.

60’lar ile birlikte reklamcı, Madison Avenue’de, yeni bir dünyanın ütopyasını yeşertiyordu: Herkesin benzer davrandığı, benzer biçimde sevip nefret ettiği, benzer şekilde tükettiği bir dünya. Fakat bunun için birtakım yerleşik tüketim alışkanlıkları değiştirilmeliydi. ‘’İhtiyacı kadar’’ tüketen toplumsal birey, başta postmodern toplumun doğum yeri Amerika’da parçalanmalıydı. Kaldı ki neoliberal sistemde kamusallığın topyekun özelleşmesi, tüketici davranışlarına, toplumsal ödev bilincinin bireyselleşmesi şeklinde yansıyacaktı. Artık ‘’metaların görünür ticareti’’nin yerini ‘’hizmetlerin görünmeyen ticareti’’nin aldığı bu toplumda, reklamcı nesne değil davranış biçimleri ve tüketme arzusu pazarlıyordu (Virilio:48). İşte bu tüketim pazarında bireyin eylemi şu formülasyon ile gerçekleşiyordu: Ortada bir toplumsal sorun var (ekonomiye can ver sorunu) ve bunun acilen bireylerce çözülmesi lazım. Fakat bireyler yolunu bulamaz ve onlara rehberlik edecek kanaatlerin kurulması gerekir (Baumann: 226). İşte tam bu noktada devreye imaj ve nesneleri, arzunun bilinç dışı yatırımlarına yapılan bir müdahale (Berger:146) ile yeniden biçimlendirilen ve böylece yapay ihtiyaç algıları yaratan, Guy Debord’un deyişiyle ‘’sahte kutsallar’’ inşa etmekle yükümlü sektörel kahramanlar, yani Madison Avenue’nün beyaz yakalı ademleri giriyordu. Sonuç olarak da toplumsal ödev bilinciyle hareket eden bir önceki devrin bireyi, artık bireysel bir tüketme bilinciyle kendini mükellef hissediyordu. Hatta bu yeni toplum, Debord’a tekrar başvurursak ‘’var olmaktan sahip olmaya, sahip olmaktan ise ‘gibi’ görünmeye’’ doğru gerçekleşmiş bir yolculuğun sonucuydu. Bundan böyle insanlık Herbert Marcuse’un ‘’mutsuzluk içinde esenlik’’ tarifine uyum sağlamış vaziyetteydi.

Peki, bu yenidünyanın sürdürücüleri olan reklamcıların kendisi, bir sınıf olarak bugün nasıl ele alınmalıdır? Türkiye’de bu durumu nasıl analiz edebiliriz? Şimdi biraz da elimizden geldiğince bu kapıyı zorlayalım.

Sonuç: Beyaz Yaka Maviye mi Çalıyor?

Hatırlarsak, Marx iki uçlu bir sınıf analizi yapıyordu: Ona göre kişinin proleter mi burjuva mı olduğunu üretim ilişkileri içerisindeki konumu belirliyordu. Üretim araçlarına sahip olanlar burjuva, bu uğurda artı değer üretenler ise işçi olarak kabul görüyordu. Fakat Marx, bir ara sınıf durumu olarak küçük burjuvalığı da tespit etmişti. Bu kesim, tarihsel değişim sonucunda iki taraftan birine yönelim gösterecekti. Ancak zaman içerisinde görüldü ki, orta sınıflar daralmayıp, genişledi ve karmaşıklaştı. Bugün, bankacılık, sigorta, medya, pazarlama, bilişim, reklamcılık gibi sektörlerde çalışan, tam olarak işçi sınıfının bir parçası olduğunu söyleyemeyeceğimiz, ücretli bir zihin emeğinin söz konusu olduğu bir yeni orta sınıf durumundan söz edebiliyoruz. Peki, bu sınıfın tam olarak üst sınıfsallığı andıran bir maddi ferahlık içinde bulunduğu söylenebilir mi? Yoksa sinirsel bir aşınması ve maddi bir yoksullaşması da söz konusu mudur bu kesimlerin? Aslında bu soruyu politik ekonomik analizlerle hakkını vererek açıklamak gerekiyor, ancak bu ayrıca bir uzmanlık gerektirecektir. Biz burada bir sosyokültürel okumasını yapmakla yetinelim.

Sosyal bilimci Ali Şimşek bu yeni orta sınıfları, ‘’kendini mekânsal ve kültürel olarak geldiği alt-orta sınıflardan hatta burjuvaziden bile ayrıştırmaya çalışan, küresel etkilenmelere fazlasıyla açık, dinamik bir kesim … ebeveynleri gibi 1945 sonrası Fordist düzenin hiyerarşik disiplini, liyakatçılığı ve meslek ahlakıyla belirlenmemiş, çileci bir tasarrufçulukla malul olmayan; tüketim ve haz odaklı, uyarlanabilir esnekliğe alışkın bir arzulama pratiğine sahip olmaya çalışan vitrini patlak bir eğitimliler ordusu’’ olarak tanımlıyor. Ancak bugün sektöre 90’lı yıllarda adım atmış bu jenerasyonun yerini; 80’lerin sonu, 90’ların başında doğmuş yeni bir kuşak almakta ve biz yine bu kuşağı Haziran direnişinde ‘’gündüz işte gece direnişte’’ tanıdık.

Bugün Mad Men’in varsıl ve statik beyaz yakalıların aksine; neoliberal güvencesizliğin, geçici işlerin, uzun süreli ücretsiz stajyerliğin; 7/24 çalışmanın, hafta sonları da çalışmanın, evde de çalışmanın muhatabı olan bir genç emek dinamiğinin varlığından söz edebiliyoruz. İşte bugün bu kesimleri ele alırken, bir belirsizliğin sosyolojisine kanmayıp aksine, sınıfsal perspektiften kaçınmamak hayati gözüküyor. Beyaz yakalılığı bir belirsizlik alanı addedip, kimliksel analizler ile, hiçbir şey söylemeyen postmodernist sınıftan kaçış teorileriyle, yalnızca ‘’anlamaya’’ çalışabiliriz. Oysa durum bir emek sorununu içerdiğinden son derece net gözüküyor.

Sonuç olarak, Mad Men efsanesi bugün bir biçimiyle sonlanmıştır diyebiliyoruz. Artık plazalara girmek için bir süre yedek iş gücünün işsizler ordusunda görev almak birinci şart haline gelmiştir, dolayısıyla Mad Men’in panoramasından Madison Avenue’de başlayan hikaye, bugün belki de gelecekte patlayacak sınıfsak bir başkaldırıya yataklık yapıyor…

Kaynaklar ve Okuma Önerileri

Bauman, Z. (2012) Sosyolojik Düşünmek, çev: Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı.

Berger, J. (2008) Görme Biçimleri, çev: Yurdanur Salman, İstanbul, Metis.

Debord, G. (2012) Gösteri Toplumu, çev: Ayşen Ekmekçi & Okşan Taşkent, İstanbul, Ayrıntı.

Marcuse, H. (1968) Tek Boyutlu İnsan, çev: Seçkin Çağan, İstanbul, May.

Virilio, P. (2003) Enformasyon Bombası, çev: Kaya Şahin, İstanbul, Metis.

Ali Şimşek – Arzulayan Bir Sınıf Olmak: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-simsek/arzulayan-bir-sinif-olmak-83130

Ali Mert – Kavram Karmaşası: Orta Sınıflar. http://www.haberveriyorum.net/icerik/ali-mert-kavram-karmasasi-orta-siniflar

Korkut Boratav, röportaj. http://www.sendika.org/2013/06/her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/