Tayyip Erdoğan’ın, Gülen Cemaati için yaptığı “Haşhaşi” benzetmesine ne diyorsunuz?
Dünyayı dinsel referanslarla algılayan bir adam olarak Tayyip Erdoğan’ın, dinsel referanslara sahip hasmını İslam tarihinden bir figür üzerinden vurmaya çalışması şaşırtıcı değil. Üstelik bütün İslam dünyasının kınadığı ve mahkum ettiği bir figür üzerinden… Böylelikle dünyayı yine din temelinde anlamlandıran ortak tabanlarına da mesaj vermiş oluyor. Dolayısıyla cemaat cephesinde ağır bir itham olarak algılanması da şaşırtıcı değil. Hasan Sabbah ve örgütünün afyon kullanımıyla ve suikastlarla anılmasının ötesinde, sadece Şii geleneğin parçası bir tarikat olması bile cemaate ağır gelmesi için yeterli olmuştur.
Ama bence de yakışık alan bir benzetme değil tabii. İslam’ın iktidarlaşmasına karşı açıktan bayrak açmış, bunun için gözü kara bir mücadele sürdüren, sefahat içindeki saraylara karşısında yandaşlarıyla birlikte “bir lokma bir hırka” yaşayan Hasan Sabbah ve tarikatının Gülen cemaatiyle ne benzerliği olabilir ki? Tayyip Erdoğan Emevi’den Osmanlı’ya İslam saraylarındaki güç savaşlarına, entrikalara, kliklere baksaydı oralardan daha uygun benzetmeler bulabilirdi eminim. Örnekleri çok fazla çünkü.
Diğer yanda, Hasan Sabbah ve tarikatına dair yakıştırmalar var tabii üzerinde durulması gereken de budur. Hasan Sabbah, haşhaşla uyuşturduğu müritlerini hurilerle dolu sahte cennet bahçeleriyle kandırıp suikastlere gönderiyormuş falan…Burada derin bri cehalet var ne yazık ki. Erdoğan’ın kitap okumayı pek sevmediğini biliyoruz ama gazetelerde, internet sitelerinde Başbakanın sözünü ettiği Haşhaşiler kimdir?” başlığı altında sözde bilgi vermek için yazılanlarda bile bu saçmalıklar var. Bunları magazin muhabirlerine yazdırıyorlar merak ediyorum. Gerçi tarihçi olarak televizyonlarda gördülerimizin de aynı şeyleri yazdığına şahit olduk daha önce…
Peki bu efsaneler nereden kaynaklanıyor?
Kökeni çok eskidir. Hasan Sabbah ve Nizariler – Haşhaşi diye anılan tarikatın gerçek adı budur -hak-kında yazılanların iki kaynağı var: Birincisi Ortodoks Sünni geleneğin kaynakları… Bunlar, tahmin edebileceğiniz gibi, en baştan sapkınlıkla suçlayan taraflı metinlerdir. Bir de Haçlı seferleri sırasında bölgeye gelmiş Batılıların bu İslam kaynaklarından ve kendi gözlemlerinden hareketle aktardıkları var. Bunlar ise hem bu taraflılığın izlerini taşıyor hem de, dönemin ruhuna uygun olarak, Batının yeni keşfettiği Doğu hakkında efsaneler üretme eğilimini yansıtıyor. Batı dünyası, bu en uç noktaya daha sonra Marco Polo’yla ulaşmıştır. Hasan Sabbah ve tarikatı hakkındaki efsanelerin bugünkü halinin kaynağı Marco Polo’dur. Yani kalenin gizli bir köşesinde sahte bir cennet bahçesi, huriler, şarap akan ırmaklar ve tabi esrarla kandırılıp suikasta gönderilen gözü kara müritler…
O gün, yani bundan sekiz yüz yıl önce, bu efsanelerin doğup dilden dile dolaşmasını bir yere kadar anlarım. Ama ilginç olan bunların o haliyle, bugün hala doğru kabul edilmesidir. Üstelik bu kadar popüler bir biçimde ve üzerine ciddi araştırmalar yapılmış, kitaplar yazılmışken… Efsaneler eski ama bunun popüler kullanımı pek de eski değil aslına bakarsanız. Örneğin bu efsanelerin Türkiye’de çok yaygınlaşmasını sağlayan bir kitap var. Vladimir Bartol’un Alamut adlı romanı. 1938’de, sanırım Slovence yazılmış. İlk defa bir batı diline, Fransızca’ya çevrilmesi 1980’leri buluyor. İngilizce çevirisi ise 2000’lerde yapılmış. Bu konuda Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis’in kitapları var. Birinin ön sözünde, 1960’larda yazdığı kitabı ilk defa yayımlandığında hiç ilgi görmediğini ama 1980’lerde -ne hikmetse- birdenbire bir ilgi patlaması olduğunu ve çeşitli dillere çevrildiğini söylüyor.
Bu ilgi patlaması İslam’ın Batı için SSCB’yi çevreleyen yeşil kuşak çerçevesinde dost bir güç olmaktan çıktığı döneme denk geliyor aslında. Hasan Sabbah figürü ve gözü dönmüş tarikat efsanesi İslam’ı terörle özdeşleştirmekte çok elverişli tabii. Dünyada bu benzetme El Kaide için de, Hizbullah için de kullanıldı zamanında. Ama bu efsaneyi elverişli kılan esas öğe İslam değil. Çok ilginç, aynı benzetme Fransız devriminin Avrupa’ya etkisinin yayıldığı sırada muhafazakarlar tarafından Jakobenler için de kullanılmış. Uyuşturulmuş, amacı için her türlü sapkınlığı, şiddeti meşru gören bir tarikat olarak itham edilmiş. Aslında esas hedef olan, bir siyasi amaç uğruna kendi yaşamını ortaya koyacak bir bağlılıktır; bu gözden düşürülmeye çalışılıyor bir anlamda. Bu erdemi gözden düşürmeye çalışan ya da böyle bir şeyi tahayyül dahi edemeyen egemen düşünce, böyle bir bağlılığın ardında hep başka şeyler arıyor. Esrarla uyuşturulmak, hurilerle, cennet vaadiyle kandırılmak gibi…
Yani egemenler için bu çarpıtılmış efsane, işine geldiğinde kullanacağı bir araç işlevi görüyor. Güç sahipleri, bütün akıl dışılığına rağmen, bu “bilgileri” gerçekmiş gibi sunuyor, kendilerine göre bir popüler tarih yazıyor. Oysa bunun gerçek Hasan Sabbah ve Nizarilerle neredeyse hiçbir ilgisi yok.
Peki gerçekte kim bu Nizariler ?
İsterseniz önce hızlıca bu efsanelerin gerçek dışı olduğuna nasıl bu kadar emin olabildiğimizi söyleyelim. Şu cennet bahçesi hikayesiyle ilgili olarak, İngiliz arkeolog Peter Willey’in Alamut Kalesi’nde ve civarında yaptığı çok detaylı incelemeler var. Coğrafi olarak orada böyle bir gizli bahçenin kurulabilmesi mümkün değil diyor. Buna uygun tek yer yaklaşık 50 metre uzunluğunda 10 metre genişliğinde bir alanmış. Buraya da rivayet edildiği gibi kanallardan şarap ve bal akan, hurilerin gezip tozduğu, girenin kendisini cennette sanacağı bir bahçe inşa etmek mümkün değil.
Afyon kullanımı meselesine gelince; şöyle bir gerçek var ortada: O dönemde bu tür şeyler Hindistan’dan İran’a, Ortadoğu’ya, hem tıp için hem de keyif için ithal ediliyor. Yani bu bakımdan Nizarilerin de haşhaş kullanması mümkün. Ama öte yandan, tam da bu nedenle, efsanedeki anlatım inandırıcılığını yitiriyor. Çünkü; şeyhin, zaten kullanılan ve etkileri bilinen bir maddeyi kullanarak müritlerini kandırması hepten mantıksız. Bir de Nizarilerin suikastlardan önce cesaret vermesi için bilerek afyon kullandıkları söyleniyor. İncelikle planlanmış ve herkesin gözü önünde açık bir eylem gibi gerçekleştirdikleri suikastları düşününce bu da pek mantıklı gelmiyor. Aslında bakarsanız, kendilerine takılan ad dışında Nizarilerin haşhaşla, afyonla ilişkisine dair başka bir şey yok. Bu tür itham ve adlandırmalara Ortodoks İslam’ın, sapkın dediği mezheplere karşı sık sık başvurduğunu biliyoruz.
Yirminci yüzyılda Nizarilerle ilgili çok ciddi araştırmalar yapılmış aslında, Lewis’in örnek verdiğim çalışmalarının yanı sıra Marshall Hodgson’un tüm modern araştırmalara kaynaklık eden bir eseri var. Tüm bunlar bu efsanenin aslının astarının olmadığını ortaya koyuyor. Ancak popüler kültürün gücünü kırmak için yeterli olmuyor demek ki. Hatta ne yazık ki bu iki eserin başlıklarında bile tarikat için Haşaşiler adlandırması, kullanılıyor, üstelik içeriğinde bu adlandırmanın yanlışlığını vurgulamalarına rağmen… Yazarların günahını almayalım, belki yayıncıların işgüzarlığıdır ama sonuçta popüler kültürün basıncını gösteriyor.
Hasan Sabbah gerçeğine gelelim mi? Siz çalışmanızd Nizarilerin devrimci bir geleneğin parçası olduğunu ve ezilenlerin tarihinde “özgün ve dikkate değer bir yere” sahip olduğunu söylüyorsunuz. Nedir Nizariliğin kökeni ve neden devrimcidir?
Bunun kökeni İslam’ın ilk büyük ayrışmasına kadar gidiyor. Biliyorsunuz, Arap yarımadasında doğan İslam devleti hızla gelişiyor ve bir imparatorluğu dönüşüyor. Arap kabilelerin dışında pek çok kavmi kendisine katıyor. Bunlar, İslam öncesi dinsel inanç ve geleneklerini kısmen koruyarak İslam’a dahil oluyorlar. İslam’ın başlangıçta vaat ettiği adil dünya ve bunun yanı sıra fetihlerle elde edilen zenginlikler, bölge halklarının İslam’la buluşmasını hızlandırıyor. İmparatorluğa dönüşmesiyle birlikte sınıflaşma ve devlet yapısındaki hiyerarşi de katı şekilde gelişiyor. Hoşnutsuz kitlelere yeni bir yaşam vaat eden başlangıçtaki devrimci İslam; statükocu, durağan ve zengini daha zengin kılan, fakiri yoksulluğa mahkum eden bir düzene dönüşüyor. Üstüne fetihlerin de hız kaybetmesiyle bu hayal kırıklığı artıyor. İslam’a sonradan dahil olan Arap olmayan Müslümanlar, yani mevali, bu hızlı gelişim içinde kabile yapısı parçalanmış ve ortada kalıp güvensizleşmiş Araplarla birlikte İslam dünyasında geniş bir hoşnutsuz kitleyi oluşturuyor.
Bu kitle kendisini ancak İslam’ın içinden bir dayanak bularak ifade edebiliyor. Ortaçağ’ın bütün toplumsal hareketleri böyledir. Dinin toplum üzerindeki egemenliği düşünüldüğünde, ezilenlerin egemenlere karşı başkaldırısı, ancak egemen dine karşı muhalif bir din ileri sürmekle olur. Bu da hep sapkınlıkla damgalanır.
İslam dünyasının mazlumlarının bulduğu bayrak da, İslam’da iktidar savaşının ilk mağduru olan Ali’nin bayrağı oldu. Ali ve oğullarıyla devam eden peygamber soyunun hakkını geri alarak İslam’ı o ilk çıkışındaki adil temellere oturtma savı, kendisini Allah’ın halifesi ilan eden Emevi iktidarı karşısında, en az onun kadar güçlü bir meşruiyet temeline sahip olmalarını sağladı.
Dolayısıyla Şia, İslam’daki tüm muhalefetin toplandığı bir ana damar haline geldi. Tabi bu hiç de homojen bir toparlanma değildi ve kendi içinde bölünerek, ayrışarak gelişti. Bu tür ayrışma süreçleri de, yine siyasal ve toplumsal hesaplaşmaları örten dinsel görüntülere bürünerek gerçekleşti. Siyasal önderliğe soyunanlar, kah imamın soyundan gelen benim diyerek kah kendisini imamın vekili gibi ortaya atarak öne çıktı. Başarılı olanlar yeni bir yol açarken başarısızlar sahte imam diye yaftalanıp unutuldular.
Nizarilik böyle bir ayrışmanın sonucunda mı çıktı?
Evet ama önce İsmailik doğdu. Şia’nın beşinci imamı Cafer, dinle siyaseti birbirinden ayrı tutmalıdır gibi, uzlaşmacı; siyasi bir lider olmaktan kaçınan bir tutum içindeydi. Şiilik bu dönemde etkisini önemli ölçüde yitirmişti ve dağınık durumdaydı. Caferi ölmeden önce kendinden sonraki imam olarak büyük oğlu İsmail’i tayin etti. Ancak İsmail, radikal ve durumdan hoşnutsuz Şiilerin etkisindeydi ve bundan rahatsız olan çevrelerin de baskısıyla, Cafer imamlığı İsmail’den alıp diğer oğlu Musa’ya devretti. Bu da yeni bir bölünme ortaya çıkardı. Esas imam İsmail’dir diyenler, Şia’nın radikal kanadını oluştururken Musa bugünkü İran’ın resmi mezhebi olan 12 imam Şiiliğine uzanan ana akımı oluşturdu.
İsmail’in yolundan gidenler o dönemde aşırılıkçı anlamında gulat diye adlandırılan, İslam öncesindeki Ortadoğu dinlerinin izlerini hala koruyan, Şiiliğin kökten bir yorumunu kabul eden gruplar oluyor. Yani İslam’da muhalif geleneğin en geniş cephesi Şiilikse, bunun hem düşünsel hem de siyasal olarak en dinamik, radikal kesimini İsmaililer oluşturuyor.
Fatımi devletini kuranlar da, Arabistan’ın güneyinde yaklaşık iki yüz yıl boyunca devam eden eşitlikçi bir düzen kuran ve Sünni İslam’ın başına büyük bela olan Karmatiler de İsmaili geleneğin içinden çıkıyor. Bir yanda da bu ikisi arasında bir rekabet ve çatışma var tabii.
O dönem İsmaililiğin altın çağıdır. Çok büyük bir etkiye ulaşıyorlar. Düşünsel olarak da İslam’ın en verimli kanadı haline geliyorlar. İsmaililerin dai denen propagandacı ve örgütçülerinin eğitiminde kullandıkları İhvan-ı Safa adlı ansiklopedik bir eser var. Çağının ilerisinde bir düşünce birikimine sahip oldukları buradan da görülüyor. İsmaililerin altın çağı ancak Selçukluların gelip Sünni egemenliğine taze kan vermesiyle son bulabiliyor.
Kısaca bu dailerden de bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Daieler, İsmaililerin gizli örgütlenmesini oluşturuyor. Hiyerarşik bir yapısı vardır, şimdiki hücre tipi örgütlenmelere benziyor. Sıkı bir eğitimden sonra değişik bölgelere gönderiliyorlar. Orada kendi öğretilerini anlatıyor, taraftar kazanıyorlar. Temsilciler sık sık başka bölgelere gidiyor. İsmaililiğin büyük baskı altında olduğu dönemde bile varlığını sürdürebilmesi bu örgütlenme sayesindedir. Dai örgütlenmesi üzerinden kendisini geliştiriyor, genişletiyor. İslam’ın ana hattından hoşnutsuz kesimleri etkileyip başka bir dünyaya, başka bir din kavrayışına, başka bir sosyal düzene çağrı yapıyor.
Hasan Sabbah da bir İsmaili daisidir aslında. Fatımi bir dal tarafından örgütleniyor. Bir süre sonra İran’dan kaçmak durumunda kalıyor ve eğitimini tamamlamak için Mısır’a geliyor. Bu sıralarda Fatımiler bir yozlaşma içindedir. İktidara gelmek, bir imparatorluğa dönüşmek onları da bozmuş. Yönetim, askeri ve siyasi bir kliğin elinde, halife ise kuklaya dönüşmüş durumda; saray entrikaları ise had safhadadır. Burada yine bir ayrışma yaşanıyor: Halife ölünce kliğin başına geçen vezir, halifenin büyük oğlu Nizar’ı hapsettirip, kontrolü altında tutabileceği küçük oğlunu halife ilan ediyor. Nizarilik böyle doğuyor.
Hasan Sabbah da sürülen Nizar yandaşlarından biridir. Sürgünden kaçıyor, on yıl kadar Suriye’de “yeni davet” dediği Nizariliği örgütledikten sonra İran’a gidiyor ve efsanelerin merkezindeki Alamut Kalesini ele geçiriyor. Mücadelesine orada devam ediyor.
Yani Hasan Sabbah ve Nizarilik, İslam’da çok köklü muhalif bir geleneğin devamcısı ve bu geleneğin bir anlamda çözülüp yozlaşmadan önceki en son ve en radikal halkasıdır.
Alamut sonrasndaki süreç nasıl devam ediyor?
Hasan Sabbah Alamut’u merkez haline getirip Hazar Denizi’nin güneyinden başlayarak İran’ın içlerine doğru yayılmayı öngören bir yol izliyor. Selçukluların, her sultanın ölümünden sonra şehzadeler arasında parçalanan istikrarsız yapısında kendisine yaşam alanları yaratıyor. Cepheden, Selçuklu merkezi güçleriyle karşı karşıya gelmek yerine, erişilmez, zapt edilmesi zor kalelerde “kurtarılmış bölgeler” yaratıyor. İran’ın bütününde, kendi içinde toprak bütünlüğü olan, her biri üç dört kaleden oluşan devletçikler oluşturuyor. Bu arada Suriye’ye gönderdiği bir dai de çok başarılı oluyor ve benzer bir yapıyı orada oluşturuyor. Bazı bölgeleri ciddi halk ayaklanmaları sonucunda ele geçiriyorlar. Bazı bölgelerde ise çok kanlı katliamlara uğruyorlar. Suikastlar; korku salmak, istikrarsızlık yaratmak ve tabii intikam almak için başvurdukları en önemli mücadele yöntemleridir. Kendilerine yapılan bir sefer sırasında Selçuklu veziri Nizamül-mülk’ü öldürüyorlar ve bu sayede kuşatmayı engelliyorlar. İsmaili kıyımlarını kışkırtan din adamlarına karşı çok sayıda suikast düzenliyorlar. Suikast eylemini gizli kapaklı yapmıyorlar, aksine kalabalık bir Pazar yerini, cami çıkışını tercih ediyorlar ve hasımlarını öldürdükten sonra kaçmıyorlar, linç edilmek pahasına sakince durup bir de ajitasyon yapıyorlar.
Hasan Sabbah’ın yaşadığı dönem Selçuklularla çok sıcak bir mücadelenin yaşandığı bir dönem. Dışarıda bu mücadele sürerken içeride geçimlik tarım ekonomisine dayanan eşitlikçi bir düzen kuruyorlar. Kölelik yoktur. Hasan Sabbah’ın ailesi de dahil, kimseye ortak çalışmaya katılma ve ürünleri paylaşmakta sağlanan bir ayrıcalık yoktur. Zaten münzevi bir hayat sürüyorlar. Ganimetleri eşit paylaşıyorlar. Kalelerin içinde, biraz da uzun kuşatmalara dayanabilmek için, döneminin en gelişmiş şu şebekelerini ve yiyecek depolarını yapıyorlar. Bunun dışında zaten kapalı ve kendini dışarıya açmayan bir anlayışa sahip olduklarından toplumsal yaşamları hakkında pek bilgi yok. Şarap içmek yasak. Hasan Sabbah’ın bu yüzden bir oğlunu cezalandırdığı biliniyor. Bazı başarılarını kutlamak dışında eğlencelere de kapalılar. Abbasi saraylarındaki sefahatin tam aksi bir yaşamları var yani.
Öğretilerinde devrimci bir içerik var mı?
Devrimci diyebilir miyiz bilmiyorum ama Hasan Sabbah’ın geliştirdiği öğretide, şöyle özgün bir yan var: İmamlığı, bir soyun tekelinden çıkarıp, kendisini ispatlayarak kazanılan bir rütbe haline getiriyor. Bugünkü toplumsal ve siyasal önderlik kavramına ya da belki daha eski toplumların askercil demokrasilerine benzer bir biçime yaklaşıyor.
Hasan Sabbah şöyle diyor: Sıradan bir Müslüman dinin gerçek bilgisini kendi başına öğrenemez. Bu zaten Batıniliğin temelinde de var. Dinsel bilgi gizlidir, görünür değildir ve onu edinmek için muhakkak bir aracıya ihtiyaç duyarsın. Bu aracı imamdır. Peki karşındakinin imam olduğunu nasıl anlarsın? Hasan Sabbah bu noktada bir soy ağacını ya da mucizeyi devreden çıkararak öğretenle öğrenen arasındaki ilişkiye yöneliyor. Bu karşılık ilişkide, kişinin başka türlü karşılanamayan öğrenme ihtiyacına yanıt verebilen kişi imamdır diyor. Aydınlandığını düşünüyorsan, bu, sana yol gösterenin imam olduğunun ispatıdır yani. Bu ne demek? Senin imamlığın milleti ikna edebildiğin kadardır. Bu tanım, imamlığı gerçek dünyaya ait bir önderlik rolüne yaklaştırır. Gerçekten de toplumun ekonomik, toplumsal ve siyasi ihtiyaçlarına karşılık düşen bir siyasi projen varsa, bu kitleyi ikna edebiliyorsan, sana güvenmesini sağlayarak harekete geçirebiliyorsan siyasi öndersindir.
Yani önderliği soydan çıkarıp bir öncülük niteliği içerisine oturtuyor. Böyle bir ilerici yanı olduğundan bahsedebiliriz.
Bununla da kalmıyor. Her imamın kendinden öncekilerden farklı bir görüşü olabilir; imam kendinden sonra gelecek olanın varlığı ve aklıyla sınırlanmıştır diyor. Bu önceki peygamberleri ve öğretilerini yadsımaya çok elverişli bir zemin aynı zamanda.
Hasan Sabbah, imam olduğu iddiasında bulunmuyor. İmamın görünür olmadığı zamanlarda onun temsilcisi olan hüccet unvanını taşıyor. Bunu benimseyen yandaşlarıyla çok sıkı ve otoriter bir ilişki kuruyor. Böylelikle sıkı bir disiplin içinde münzevi bir hayat yaşayan ve bir amaca, kendi öğretilerini yaymaya kilitlenmiş, hayatlarını bunun için ortaya koymuş bir topluluk ortaya çıkıyor. İnsanları şeyhe sımsıkı bağlayan şey; gerçeğin bilgisine, gerçek dine ancak onun aracılığıyla ulaşabilecekleri düşüncesidir.
Burada islam felsefesi üzerine çalışan Henry Corbin’in önemli bir saptaması var bence. Batınilikte gizli cennet bahçesinin İslam’ın gerçek öğretisini simgelediğini ve Alamut şeyhinin müritlerine cennet bahçesi vaat ederek kandırması biçimindeki efsanenin buradan çarpıtılarak çıkmış olabileceğini söylüyor. Gerçekten de mümkün; fukara bir anlam dünyasına sahip Ortaçağ Batılısı, cennet bahçesi denince hurilerden, şarap akan derelerden daha fazlasını tahayyül edememiş olabilir.
Bilim ve Gelecek Dergisi’nin Şubat 2012 sayısında Ortadoğu tarihinin aynı bölgelerde gerçekleşmiş bir başka büyük halk hareketi olan Mazdek isyanını ele almıştınız. Nizarilerin bu gibi toplumsal pratiklerle bağı var mı?
Doğrudan, adım adım izi sürülebilecek bir bağ kurulabileceğini sanmıyorum. Ama sözünü ettiğim, İslam’ı sonradan benimsemiş Arap olmayan kitleler kendi inanç sistemiyle geliyorlar ve İslam çerçevesi içerisinde, kendi ritüellerini ve inanç biçimlerini sürdürmeye devam ediyorlar. İslam öncesindeki dinsel inançlar için aynı şey söylenebilir. Bugün mesela Anadolu Aleviliğinin kökenlerinden birinin İslam öncesine uzandığını ileri süren icddi tartışmalar var ve bence böylesi İslam dışı izleri gözlemek mümkün. Bu son derece normal. Özellikle kendi içine kapalı, merkezi düzenle kaynaşamamış bir topluluk için, biraz da silah zoruyla hızlıca bir dini benimsemek, ertesi gün kendi geçmiş inancını unutup yenisinin gereklerini yaşamak anlamına gelmiyor. Eskisinin belki birkaç bin yıllık bir kökü var, toplumun dokusuna yerleşmiş keza.
Mazdekçiliğin, İslam dünyasında böyle bir etkisinin varlığından söz edebiliriz. Zaten İsmaililere karşı düşmanca yazılmış Sünni kitaplarda sık sık Mazdek göndermelerine rastlarsınız.
Nizarilerin, Hasan Sabbah efsanelerinden bildiğimiz, politik muhtevaya sahip sıkı örgütlenmesi bir gerçek. Bu politik örgütlenme geleneği ve feda kültürü bugünün siyasi örgütlenme kültürüne bir şey devretmiş ya da sonrasındaki örgütlenmeleri etkilemiş midir?
Doğrudan etkilediğini sanmıyorum. Çünkü o mücadele geleneği zaten. Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra giderek tavsıyor. Selçuklularla bir denge içinde, içe dönük bir yaşamı benimsiyorlar. Hatta bir dönem Sünni İslam şeriatını benimsiyorlar, sonrasında şeriatı reddedip kıyameti ilan ediyorlar. Tüm bunlar Hasan Sabbah’tan sonraki üç dört kuşak içerisinde oluyor ve sonunda kendi birliğini sağlayacak bir mücadele de olmayınca çözülmüş, dağılmış bir görüntü veriyorlar. Son kalelerinin de yıkılmasıyla dağılıp gidiyorlar. Aslına bakarsanız Pakistan’a uzanmış olan kanadı yozlaşmış biçimde hala varlığını koruyor. Sanırım başlarında 49. İmam Ağa Han var. Ama zengin, mülk sahibi, bir vakfın başına oturmuş bir iş adamından ibaret, yani bizim anladığımız anlamda bir gelenekle alakası yok. Zamanında bu gidişatı tersine çevirmeye çalışan bazı çıkışların olmadığını söylemek mümkün değil tabii, bunlar olabilir ama olmuşsa da başarıya ulaşmadığı kesindir. Bugüne kalan benim bildiğim böyle bir bilgi yok en azından.
Örgütlenme kültürüne devreden bir şey var mı, bu konuda şöyle bir şey söyleyebilirim: Örneğin Lenin’in Bolşevik örgütlenmeyi tasarlarken, profesyonel devrimciler örgütü fikrinde Narodniklerden esin alması gibi bir bağ yok sanırım. Nizarilerin bu anlamda bir takipçileri yok. Ama bence şu nokta daha önemli: Bir dava için amaç birliği etmiş insanlar arasında kurulmuş, çok sıkı bir iç disipline dayanan bir örgütlenme modeli olmak bakımından İslam dünyasındaki muhalif hareketler tarihinde bir ilktir. Dünyada da bu kadar etki yaratmış olanı yok sanırım.
Bu bakımdan Hasan Sabbah ve örgütü, yaşadıkları dünyayı değiştirmek isteyen ve bunun için güçlü bir şiddet aygıtı olarak örgütlenmiş merkezi bir yapıyla mücadele etmek zorunda olanların, meşruiyetini kendi amaçlarından alan eylem ve örgütlenme geleneğinin bir parçasıdır bence. Yani devrimci örgütlenme ve eylem geleneğinin bir parçasıdır.
Bilim ve Gelecek dergisi Ortadoğu tarihinde eşitlikçi nüveler taşıyan, devrimci, toplumsal hareketlere özel bir ilgi gösteriyor. Aksine bu konuda Türkçe’de çok kaynak da yok. Sizin ilginizin ve bu konuda bu kadar az kaynak olmasının nedeni nedir?
Daha önceki dosyalarımızda Şeyh Bedreddin’i, Karmatileri, Babaileri ve ayrı bir dosya olarak Mazdekleri ele almıştık. Önümüzdeki sayıda daha eskinin, antik çağın halk isyanlarını inceleyeceğiz. Birkaç nedeni var bu ilginin: Egemenlerin yazdığı tarih zaten bunlardan bahsetmiyor, bahsetse de gerçekte ne olduğunu anlatmayan çarpıtmazlarla yazıyor. Bugün de öyle değil mi? Bizim yazmadığımız bir tarih, 2013 yılı için, faiz lobisinin kışkırttığı çapulcuların kargaşasından bahsedebilir örneğin yüz yıl sonra. 2013’ün kahramanları, tarihin kayıtlarına düşen isimler Ethem-ler, Ali İsmailler değil, Tayyipler, Fethullahlar olabilir. “Böyle tarihin içine tükürürüm!” desek de bu böyle. Egemen olan biz olmadığımız sürece, tarih diye bilinen onların yazdıkları olacak ne yazık ki…
Burada bizim, bir bilim dergisi olarak, yapabileceğimiz şey; geçmişe bakıp bir karşı tarh için kayıtlar düşmektir. Bu karşı tarihte elbette ezilenlerin dayanışması, mücadelesi, tecrübeleri olacaktır. Bir diğer derdimiz, herkesin bildiği modern çağdaki örnekler dışında da, kitlelerin tarih yapan sürekli bir etkinlik içinde olduğuna işaret etmek. Böylelikle, bizim coğradyamız da dahil olmak üzere doğuya ilişkin üretilmiş bir yanılsamayı; despotik devletin yönetiminde sürüleşmiş atalet içinde yığınlar, durağan bir toplumsal hayat ve ancak yukarıdan gerçekleşen toplumsal dönüşümler şeklindeki imgeyi yıkmak mümkün olacak. Yaşadığı topraklardan süzülen devrimci mirasla buluşmak, oradan uzanan bir devrimci geleneği de kendisine katmak güç verir bir devrimci ideolojiye. Bedreddin’in yârin yanağından gayrı her şeyde ortaklık çağrısı kime coşku vermez ki?
Ezilenlerin mücadelelerini öne çıkaran bir tarih yazımının anlamı bizim için budur. Yeni devrimci kuşaklara esin olabilecek, cesaret ve kendine güven aşılayabilecek örnekleri gün yüzüne çıkarmak…