Güven Erkin Erkal ile Türkiye’de Rock Müzik ve Saykodelik Yıllar Üzerine

Güven Erkin Erkal ile birinci cildi yakın zamanda “Saykodelik Yıllar” alt başlığı ile yayınlanan Türkiye Rock Tarihi çalışması üzerine sohbet ettik.

Daha önce başka mecralarda cevaplamış olmamız muhtemel birkaç soruyu okurlarımız için tekrar sorarak başlayalım dilerseniz. Türkiye’de “Rock Müzik Tarihçiliği”, ”Rock Müzik Arşivciliği” dediğimizde akla belki de ilk gelen isimsiniz. Rock müziğe ilgi duymanız, bir “Rock emekçisine” dönüşmeniz nasıl ve ne zaman başladı? Bu birikimi bir “Rock Tarihi” kitabına dönüştürme ihtiyacı neden duydunuz? En çok beslendiğiniz kaynaklar nelerdi?

Rock müziğe yönelmem, 8-9 yaşlarındayken dayımın eve getirdiği bir Elvis Presley plağıyla başladı. Çocuklukta bende alışkanlık yaptı, kim olduğunu bilmediğim halde onun sesini duyarak uyuyabiliyordum. Derken 1977’de Ankara’ya gidiyorum, bir yıl orada kalıyorum. Orada Shirley adlı bir plakçı var. O günlerde Abba, Boney M gibi o dönemin popüler isimlerin kayıtlarını yaptıran bir müşteriyim. Gazeteler “Elvis Presley öldü” haberini verdiğinde “ben bu adamı tanıyorum” diyerek o plakçıya gittim. 60’lık kasetin bir yüzüne Elvis öteki yüzüne de, plakçının tavsiyesi, The Beatles ekleniyor. Müzik serüvenim aşağı yukarı böyle başlıyor. Filmlerden etkileniyorum. Mesela o zamanların korku filmi Suspiria ilgimi çekiyor ve o filmdeki müziğe benzer bir şeyler bulmaya çalışırken Pink Floyd’a ulaşıyorum. Rock’la, dinleyici olarak tanışmam bu şekilde. Arşivcilik açısından 80’li yılların başıydı ve ben yavaş yavaş yüksekokul olarak neyi tercih edeceğime karar vermeye çalışıyorken, resim ve grafik çok ilgimi çekiyordu. Annem ve babam matbaacıydı. Babıali’yi sevmiştim ve oralarda yapabileceğim bir uğraşım olsun istedim. Maddi sıkıntılar nedeniyle yüksekokul hedefi bir kenara kalktı. Çalışmak zorundaydım. Ne iş yaparım dediğimde müzik konusu içerisinde bir şeyler olmalı diye düşündüm. Konser organizasyonu işine girdim. Grafiğe ilgim nedeniyle de bir yandan konser afişleri toplamaya başladım. Ra, Asım Can Gürbüz, Devil, Whiskey gibi grupların afişlerini duvarlardan sökmeye başladım. Konser organizasyonları işine girdiğimde bu müzik hakkında daha iyi birikimim olsun diye o dönemlerde basında çıkan haber, dergi ve afişleri toplamaya devam ettim. Birlikte çalıştığım grupların demo kayıtlarını toplamaya başladığımda bugüne kadar getirmiş olduğum zengin bir arşiv oluştu. Bunu tam da bu konuların başladığı 80’li yıllardan bugüne yaptığım için değerli bir arşiv oluştu. 2000 yılına geldiğimizde geride 20 yıllık bir birikim söz konusuydu. Dünyada blues, rock ve caz için yapılan soyağacı posterlerine benzer bir çalışma yaptım; “80’den 2000’e Türkiye’de Rock Antolojisi”. Bu çalışma tükendi ve bir daha baskısı yapılmadı – hala gittiğim kimi rock bar ve kafelerde bu posteri görüyorum-. O zamanlar çevremdekilerin “bunu kitap olarak, yanımızda taşıyabileceğimiz bir formata çevirebilir misin?” demesi üzerine “neden olmasın?” dedim. O zaman çalışmama derinleşmek istedim. “80’lerin rock oluşumuna neler neden oldu, nasıl başladı?” sorusu çıktı. Sonra da tüm bunlara neden olan daha öncesini merak ettim. “Caz nasıl başladı?” diye sorduğumda, mütareke döneminde İstanbul’a gelen ilk saksafonun bilgisine kadar geldim. Takip eden süreçleri daha iyi anlayabilmek adına öncesini bilmek yararlıdır diye düşündüm. Sanırım okuyucular rock’nroll’a bağlanan dönemin öncesini okurken sıkılmazlar diye düşünüyorum.

Türkiye’de rock müziğin gelişimini anlatmak için cazın New Orleans’tan adım adım günümüze gelen macerasını anlatarak başlıyorsunuz. Rock’ın gelişimini buraya dayandırıyorsunuz. O sayfalarda işlediğiniz, bir “marjinal” olarak (tabi bugün iktidarın kullandığı anlamda değil) gördüğünüz Neyzen Tevfik’in musikiyi yeren, caz müziği taze bir başlangıç olarak gören bir diyaloğundan bahsediyorsunuz. Sizce Türkiye’deki rock müziğin öncülleri var mı? Varsa kimler?

1957 yılında Deniz Harp Okulu içerisinde kurulan bir grup ki Erkut Taçkın gibi o dönemlerin çok popüler olan solistini içeren bir ekip bu işin başında duruyor. Aynı yılın sonunda Galatasaray Lisesi’nde bir hareketlilik başlıyor. Erkin Koray, Alman Lisesi öğrencisi o zaman, konuk olarak Galatasaray Lisesi’ne gidiyor. Piyanosu ile rock’nroll parçalardan oluşan bir resital veriyor. O sırada okulun bir öğrencisi ve henüz ortaokul ikinci sınıfta olan Barış Manço, Erkin Koray’ı görüp etkileniyor. Bu öncülerin de öncüsü var. İlham Gencer, İsmet Sıral, Erol Büyükburç gibi isimler de onlara ilham veriyor. Tabi bunlara da Celal İnce diye birisi ilham veriyor. O da tango çağının ilk yıldızlarını örnek alıyor ve bu daha da gerilere böyle böyle gidiyor.

Türkiye’ye rock müziğin girişi Deniz Harp Okulu’nda 1957 yılında kurulan bir grup ile oluyor. İlk rock’nroll grubunun Türkiye’de askeriyede çıkması hayli enteresan diye düşünüyorum. Neden böyle? Tarihin de manidar olduğunu düşünüyorum. DP dönemi ve NATO’ya girilmesi ile birlikte Türkiye’nin entelektüel ortamının odak noktasının Fransızcadan İngilizce konuşulan ülkelere kaymaya başlaması ile ilintisi olabilir mi? Bunun, müzik alanına başka yansımalarından da söz edebilir miyiz?

Sadece askeri okullarında çıkmıyor. Alman Lisesi, Galatasaray Lisesi var ve yabancı dilde eğitim veren çeşitli okullarda da bu hareketlilik başlıyor. Deniz Harp Okulu da askeri askeri okullar arasında entelektüel düzeyi yüksek olan bir okul. Çünkü yurtdışı ile bağlantıları var. Mesela Deniz Harp Okulu öğrencileri mezun olacaklarken, o zamanlarda okulun emrinde olan Savarona gemisi işe Avrupa kıyılarındaki ülkelere götürülüyorlar. Orada gözlemler yapabiliyorlar, yabancı kültürleri takip edebiliyorlar. Bu öğrenciler aynı zamanda batıda edebiyat ve müzik akımlarında yeni neler oluyor onları da takip edebiliyorlar. Yani askeri eğitim öğrenciyi sadece savaşa hazırlamıyor, entelektüel anlamda da donanımlı kılıyor. Ancak askeriyenin komuta katında, Rock’nroll gibi, müzik bizim öğrencilerin disiplinini olumsuz etkiler diye bu çalışmalar o zaman yasaklanıyor. Sonuçta yabancı dilde eğitim yapma şansına sahip oldukları için, kafası çalışan öğrenciler yurtdışındaki akımları buraya getirmeyi başarıyor. O süreçte ABD Türkiye’ye kültürel anlamda da bir şeyler getirmeyi hedefliyor. Louis Armstrong ve Dizzy Gillespie gibi dönemin rock starları diyebileceğimiz caz yıldızları Türkiye’ye gelip konserler veriyorlar. O zamanlar buradaki caz yıllarının parlak bir dönemi yaşanıyor. Yabancı örnekleri, filmlerden de olsa, izleyebiliyorlar. Birbirleriyle fikir alışverişinde bulunabiliyorlar ve en önemlisi dostluklar kurulabiliyor. Örneğin Muvaffak Falay, Dizzy Gillespie ile çok iyi arkadaş olabiliyor. Quincy Jones’la Arif Mardin tanışıyor. Arif Mardin bestelerini veriyor. Quincy Jones bunları çok beğeniyor ve kendi adına Berkley’de açılan bir bursu Arif Mardin’e verdiriyor. Arif Mardin’in, ABD’li müzisyenlerle çevresi genişliyor. Bir etki de şöyle: İncirlik hava üssünün Adana’da kurulmuş olması çok önemli. Hava üssünde görev alan askerler, uçaklarla kendilerine aylık düzenli gelen bir takım plaklara, dergilere, kitaplara sahipler. Buradaki görevleri bittiği zaman tekrar Amerika’ya taşımaktansa, buradaki bit pazarına bırakıyorlar ve ikinci elden de olsa bir kültürün oradan yayılması söz konusu oluyor.

Yine 1957 yılında Ankara’da “Rock Around the Clock” adlı filmin gösteriminden sonra seyircilerin gürültülü bir şekilde dans etmesinden sonra gelen polisler kitleyi coplarla dağıtıyor. Yine kitabınızdan öğrendiğimize göre, Milli Türk Talebe Birliği rock’nroll dinleyenleri hedef alan, bu müziğin nasıl yoz bir kültürü örgütlediğinden bahseden bir açıklama yapıyor. Rock’nroll, sonrasında; 80’lerde, 90’larda Metal Grunge vs. neden bir tehlike olarak anılıyor sizce?

Önce İstanbul’da gösteriliyor. Olay şöyle gerçekleşiyor. Atlas sinemasına, Beyoğlu’na geliyor film. 1957’nin sanırım Ocak ayında oluyor, ve polis bir takım duyumlar almış. İşte dünyada bu film gösterime girdiğinde, dans edilen sahnelerde gençler coşuyor ve koltukları kırmaya başlıyor. Salonun iki tarafında polisler de ayakta duruyor. O konseri Halit Kıvanç izliyor ve izlenimlerini Milliyet gazetesinde yazıyor. Bu filmin İstanbul’daki gösteriminin ardından bir iki hafta sonra Ankara’ya gidiyor film. Ankara’da gösterildiğinde salonda gene insanlar uslu uslu izliyor ama kanları alevlenmiş. Filmden çıkıp parka gidiyorlar. Orada park ışıkları altında gürültü edip dans etmeye başlayınca, çevrelerindeki apartmanlardan şikayet geliyor. Polisi çağırıyorlar, polis bu sefer copla dağıtıyor grubu. O yıllarda Milli Türk Talebe Birliği tutucu bir tavır sergiliyor. Aynı zamanda striptiz dansı denilen bir dans da var. Onların tutucu tavırlarına ters düşen esas şey striptiz dansı. Çünkü caz müzik çalınırken fonda, önde bir kadın yavaş yavaş müzik eşliğinde soyunuyor ve en sonunda çırılçıplak kalıyor. Fakat o dönemlerde, 1950’li yıllar içerisinde bu gösteriyi izleyenler aslında çok da avam bir kesim değil. Ailelerin de yani bir karı kocanın da o zamanlar gidip izlediği gösteriler bunlar. Ve nezih mekanlarda yapılıyor. Ama dediğim gibi tutucu kesime ahlaki açıdan çok ters geliyor bunlar. Rock’nroll da bu kesim tarafından yatakta yatay olarak yapılan hareketlerin, dans ederken dikey olarak yapılması gibi algılanıyor. Ve bunların yasaklanması için harekete geçiliyor derken konu Ankara’daki siyasi partilerden birtakım insanların çocuklarının da gittiği, kabul görmüş nezih bir dans salonunun kapanmasına kadar dayanıyor. O zaman “hop, bir durun” diyorlar. Bir de şöyle bir durum var: Milli Türk Talebe Birliği’nin, 1970’lerde kendi bünyesinden yetiştirdiği gençler arasında Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimler var. Bu isimlerin günümüzde de bu konulara nasıl baktığı malum. Daha birkaç yıl öncesini hatırlayalım: Bir heavy metal festivali öncesi parkta oturan çocuklar, başbakanın arabası geçerken heavy metal selamı vermişler ve başbakanın talimatıyla karakola çekilmişlerdi.

Gelelim 80’ler ve 90’lar sırasında heavy metalin, rock ve türevlerinin nasıl tehlike olarak algılandığına: Basın o zamanlar heavy metal konserlerine gidip oradaki seyircileri ve seyircilerin üzerindeki tişörtleri gördüğünde manzarayı oldukça yadırgıyor. İzleyicilerin hallerine tavırlarına bakıp “Şeytanla buluştular” ve “Şeytanın Çocukları” gibi abartılı manşetler atıyor. Sonra da aileler çocuklarına, “Sen ne konserine gidiyorsun böyle” demeye başlıyor. Gerçekten de o müziğin etkisine kapılıp da her müzik tarzı içinde olabileceği gibi -arabeskte mesela- dinleyip, sevdiği kızı doğrayan adam hikayeleri çok öne çıkmazken, var olduğunu bildiğimiz maceralardır. Burada da tuhaf bir şeyler olmaya başlıyor. Bu müziği de dinleyen bazı gençlerin başına bazı olaylar geliyor. Öncelikle intihar olayları gerçekleşiyor. Ataköy’de iki genç el ele 14. kattan aşağıya atlıyor. Dinledikleri müzikten yola çıkıp, “acaba bunlar şeytana mı tapıyorlardı?” sorusu gündeme geliyor. Ortaköy’de birkaç kişilik grup, mezarlığa gidip kafaları çekiyorlar, “sulu”su, “kuru”su karışınca iyice kendilerini de kaybediyorlar. Aralarındaki bir kızı öldürüyorlar. Bu kızın ölümünden sonra ilk kez Türkiye’de ritüel suçlar olarak dünyada bilinen, ama burada bilinmeyen bir suç şekli ortaya çıkıyor ve polisin aklı karışıyor. Aynı zamanda bir hapishanedeki isyanı sonucunda o isyanın şiddetle bastırılması ve gündemin karmakarışık olması gibi bir durum da var. Hemen bu konu daha öne çekiliyor. Akmar pasajı baskınları oluyor, polis giriyor oraya. Bütün müzik mağazalarında anlamadığı şeyleri karıştırıp suç delili çıkarmaya çalışıyorlar. Yani bunun cevabı da -80’ler ve 90’larda tehlike olarak görülmesinin nedeni- bu. Günümüzde rock dediğimiz zaman, ana akım içinde yerini almış, artık “rock dinleyen çocuk kötü çocuk değildir” gibi bir algı yerleşti. Televizyonlarda zaten jüride yer almaktadır vesaire. Yani sokaktaki adam için rock artık bir tehlike değildir.

Sizce Türkiye’de rock müziğin öncü, kurucu isimleri kimlerdir? Neden?

Tabii her dönemin öncüleri, kurucuları farklı farklı oluyor. Başta 60’ların, 70’lerin öncülerinden söz ettik. 80’lerde yeni bri dönem başlıyor. Bu dönemde öne çıkan isimler Whisky, Egzotik Band, Devil, Asım Can Gündüz, Ra gibi isimler oluyor. Daha sonra artık Türkiye’nin kayıtlı tarihi başlıyor ve albümler basılmaya başlıyor. Bunlar basıldığı sırada da Türkiye’de yeni bir politik müzik dönemi başlıyor. Burada Bulutsuzluk Özlemi başı çekiyor. Heavy metal diye bir alan tam anlamıyla açılıyor. Pentagram bir başka öncü durumuna geliyor. Tabi bu konularda sıralanması gereken daha çok isim var. O dönemden birkaç yıl sonra 96 yılında bu kez rock’ın Türkiye’de ana akıma dahil olma süreci başlıyor. Orada da Teoman, Şebnem Ferah, -ama öncelikle- Kargo gibi isimlerle bu yeni dönem başlıyor. Daha sonra 2000’li yıllarda da -senin de takip ettiğin süreç olmalı- artık Manga ve Gripin gibi isimlerle başka bir süreç başlıyor.

60’ların sonundaki “saykodelik yıllar”, 70’lerde, özellikle ikinci yarısından itibaren, Cem Karaca gibi öncü bir isim üzerinden bir nebze görebileceğimiz gibi “politik yıllar” haline gelmeye başlıyor Anadolu Pop Rock aleminde. Anadolu Pop Rock kültüründe kırsala odaklanma (hatta köycülük) olduğunu söyleyebiliriz. Kırsal odaklılık ya da köycülük diye tanımladığımız politik eğilim (30’ların ve 40’ların Kemalizminde bir eğilim, MHP’nin dokuz ışığında bir ilke olarak var örneğin) sola olduğu kadar sağa, hatta daha çok sağa savrulma olasılığı yüksek bir eğilim. Örneğin Cem Karaca sola gidiyor ama daha sonra bambaşka sebepler ile birlikte tabii ki başka politik yönlere savruluyor. Barış Manço’nun milliyetçi olduğu sık sık iddia edilir. Erkin Koray’ın çok daha geç bir dönem de olsa MHP’ye sempatisini açıkladığını biliyoruz. Siz ne dersiniz Kırsal-Politika ve Anadolu Rock üçgenine dair. Arada nasıl bir ilişki var?

Evet 60’lı yıllar Saykodelik olarak tanımladığımız yıllar. Çünkü bize özgü tuhaflıklar var o yılların. İkinci yarıdan itibaren Cem Karaca gibi öncü bir isim üzerinden politikleşerek, artık Anadolu pop-rock’ın da önü açılıyor. Anadolu dediğimiz zaman Anadolu neyi kapsıyor: Dediğin gibi bizim kırsal kesim, kent yaşamı dışındaki yaşamdan yola çıkıp yapılan şarkılar. Önceleri politik değil. Şehirdeki insanın yakaladığı bir şey var. Oyun havalarını batı müziği formunda kullanırken, biraz daha Anadolu içerikli, türkülere yakın beste yapalım duruşu var ve yeni türküler çıkıyor buradan. Fakat bir uyuşmazlık, bir anlaşmazlık var. Mesela Barış Manço kent kökenli bir adam, fakat “Zeynebi bekletmemek için kuyu başına varıyor” derken “dayı emmi orada” falan… Bunlar çok yabancı kalıyor, yani bir kurgu içerisinde kalıyor. Gerçeği yansıtmıyor. Sonra politik rock daha çok öne çıkıyor, daha geçekçi kabul ediliyor. O dönemin pop sanatçıları da denemeler yapıyor. Tanju Okan’dan tut, kitapta da yazdığım birçok isme kadar böyle denemeler var.

Barış Manço’nun milliyetçi olduğu sık sık iddia edilir. Öte yandan Cem Karaca daha halkçı kabul edilir. Cem, Bakırköy çocuğu. Barış Manço’da Kadıköy tayfası diye sınıflandırılır. Böyle ayrımlar yapılmış ama böyle bir şey yok. Hepsi bir ortalamadan yürüyen ama onları kabul eden kitleler açısından farklı farklı konumlandırılan isimlerdir.

“Sert Kalın Taviz Vermeyin.” Bu cümle adeta sizin mottonuz haline gelmiş durumda. Yüxexes programının her kapanışında söylersiniz. Bu söz elbette müzikal bir bağlamda söyleniyor. Ama ben müziğin yanında hayata karşı bir tutumu da içerdiğini düşünmüşümdür bu cümlenin? Haklılık payım var mı? Ne demek “sert kalmak, taviz vermemek”?

Bunu, belli konularda “sabit fikirli olun, kendinizi geliştirmeyin” demişim gibi algılayanlar olmuştur. Aman ha! Böyle anlaşılmasın. Demek istediğim; “Bir duruşun olsun, hayata karşı bir tavrın, söyleyeceğin bir sözün olsun; onun arkasında dur”

Son olarak okuyucularınıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Sert kalsınlar, taviz vermesinler.