Yanlış Bir Ölüm Kültürü Üzerine Düşünceler

Ölüm ve yaşam insanlık tarihinde en çok tartışılan ve insanı en çok etkileyen olgulardandır. Bu iki önemli olgunun siyaset ve ideolojiler alanına da yansıması kaçınılmazdı. Zira ölüm ve yaşam diyalektiği üzerine birçok farklı bakış şekillenmiş ve kimi kültürler yaratılmış, kimi kültürlere eklemlenilmiştir. Haziran Direnişi hepimizin hafızasına ve tarihe kazındı. Gençlik direnişin en önemli odaklarındandı ve direnişe rengini çaldı. Haziran’da kaybettiğimiz arkadaşlarımızla beraber bir tartışma da tekrar alevlendi. Ölüme, yaşama ve birbirleriyle olan ilişkisine nasıl bakıyoruz? Bu sorunun cevabım hepimiz birbirimize pratik olarak defalarca verdik. Bu yazı gerek bu cevaplardan, gerekse daha bütünlüklü bir tablodan hareketle sorumuza cevap arayacak. Haziran’da kaybettiğimiz ve birlikte mücadele ettiğimiz tüm dostlara saygıyla…

Haziran’da ölenler değerlidir, çünkü;

Haziran’ın en hareketli günleriydi. Bir arkadaşımla sohbet ederken, belki biraz da olayın sıcaklığıyla bana şöyle demişti: “Abdocan öldüğünde ben de onunla ölmek istedim, onunla ölemediğim için utanıyorum.” Kelimesi kelimesine hatırlayamıyorum ancak ifadenin anlamı bununla eşdeğerdi. Bence oldukça çarpıcı olduğundan aklımda yer etmiş. Bu tür örneklere sosyal medyada, internet ortamında veya arkadaş sohbetlerinde sıkça rastlıyoruz.

Bazı olaylar anlatılıyor ve “yüce” ölümlerden bahsediliyor. Ülkemizin en aydınlık, en güzel insanlarında dahi bu eğilimi görüyoruz. İnsan ölmeyi isteyebilir mi? Ölümü yüceltebilir mi? Haziran’da çok değerli arkadaşlarımızı kaybettik. Peki, neydi onları bizim için bu kadar değerli kılan? Eğer, bir önceki paragraftaki sorulara cevabımız evet ise, onları değerli kılan sebep daha güzel bir ülke uğruna canlarını “feda etmeleri” diyebiliriz. İnsanın aydınlık yarınlar için canı pahasına mücadele etmesi elbette değerlidir. 19 yaşında bir genci kaybetmek bizi gururlandırmaz, canımızı yakar. Burada sorguladığımız olgu, kişinin mücadelesinin ölümle sonuçlanmasının hem mücadeleyi hem kişiyi daha değerli bir konuma getirmesi. İnsani değerli kılan ölümü olamaz. Ali İsmail’i düşünelim. Eskişehir’de adice öldürülen arkadaşımızı. Ali İsmail bu memleket için, gençlik için çok değerlidir. Değerlidir çünkü bu memlekette başı dik gençler olduğunu bize tekrar göstermiştir. Değerlidir çünkü; hiç çekinmeden omuz omuza mücadele edeceğiniz bir dosttur Ali İsmail. Değerlidir! Bize, güzel yarınlara taşımak için mücadele ettiğimiz memleketimizin ne güzel insanlarla dolu olduğunu bir kere daha göstermiştir. Ali İsmail bize bir kere daha, bu memleket için yaşanır, bu memleket için mücadele edilir dedirtmiştir! Kendisi de bu mücadeleyi sürdürürken öldürüldü. Ali İsmail değerlidir. Öldüğü için değil, ona her bakışımızda, onu her hatırlayışımızda bizi mücadeleye ve yaşama biraz daha fazla bağladığı için değerlidir! Biz onun ölümüyle değil, mücadelesiyle gururlanırız!

Ölüm ve Yaşam: İki Olgu, İki Perspektif

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Necip Fazıl Kısakürek

1961’de yazmış şiiri Necip Fazıl. Kendisi cezaevinde, şiirini yazarken. Şiirin genelinde oldukça karamsar bir hava var. Biraz yenik bir adam görüyorsunuz. Ancak bu dizelerinin şiirin geneline göre daha umut dolu olduğunu söyleyebiliriz. Ölümü anlattığından mı umutlanmakta bilmiyorum. Bu yaklaşım biraz uç veya zorlama görünebilir ancak bana kalırsa ölümle umudun şiirin yükseldiği bu noktada kesişmesi tesadüf “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!” dizesini okuduğumuzda mücadeleye umutla bakan birini görüyoruz sanki. Ancak sonraki dize bize meramı açıklıyor: “Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” Küçüklüğümde babam bu şiiri okurdu bana. Benim aklımda elbet bizimdir diye kalmış. Yıllar sonra tekrar okurken fark ettim. Öyle olsaydı mücadeleye umutla bakan bir yerde olurdu Necip Fazıl. Ancak o ölümden sonrası için umutlu. Ebed, yani sonsuzluk, yani ölümden sonrası… Zira ölüme de seviniyor kendisi. Ölüm yüce bir kurtuluş, ölmek yüce bir eylem oluyor. En azından ödenen bir bedel…

(…) Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve

rüzgarıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

Nazım Hikmet Ran

Yıl 1948… Nazım cezaevinde. Dediği gibi çıkmasına da on sekiz sene. Ancak hala yaşama hırsıyla, azmiyle ve sevinciyle dolu. Bu karşılaştırma solun ve sağın yaşama ve ölüme nasıl baktığı konusunda çok aydınlatıcı. Şiiri yazarken on beş senedir cezaevindedir Nazım Hikmet ve hükmünün dolmasına da on sekiz sene vardır. Bütün bu koşullara rağmen büyük bir ustalıkla ve sadelikle “yaşamı” haykırıyor Nazım ve yüceltiyor. Yaşayacağız; kavgayla, sevinçle, azimle, insanca…

Kendi Mahallemiz

Sağ ve sol arasındaki ayrımı yukarıda belirgin bir şekilde çizdik. Ancak arkadaşımın söylediklerinin ideolojik kökenini algılamakta bu ayrım bize yetmiyor. Şimdi kendi mahallemize girmek ve kimi ince hatları şekillendirmek gerek. Egemen ideoloji yapıcılık-üreticilik anlamında öznesi olmayan, ama taşıyıcılık anlamında tüm toplumu saran ideolojik yapıdır. Bu anlamda bütün bireyler ve sınıflar egemen ideolojinin hem üreticileri hem de tüketicileri -alıcıları, etkilenenleri- konumundadır. Buradan hareketle burjuva iktidarların yönetimde olduğu ülkelerde, egemen ideolojinin belirleyeninin salt burjuva ideolojisi olmadığını ve etki alanının toplumun tüm kesimlerini kapsayan en geniş skala olduğunu saptamak gerek.1

70’ler Türkiye’de kırdan kente göçün yoğun olarak yaşandığı yıllardı. Göç dalgası beraberinde kentlerde gecekondu mahallelerini gelirdi. Gecekondu mahalleleri zamanla kendi kültürlerini oluşturdu. Aynı yıllarda yeni yeni filizlenen arabesk müzik, bu kültürün önemli bir harcı, yönlendiricisi ve belirleyeni olmuştur. Arabesk kültür elbette ki müzikle sınırlı kalmadı ve sanatın birçok dalına ve topluma etki etti. “Kent yaşamının güvensizliği ve kaosu karşısında feodal değerlerine sıkı sıkıya bağlanan, mertliği, dürüstlüğü, haksızlıklara karşı gelmeyi, namusunu canı pahasına korumayı, aileye bağlılığı, sevdiği insanlar için kendini feda etmeyi düstur edinen bu mutsuz film kahramanlarında kitleler kendilerini buluyordu.”2 Bu kültürün kitleler gibi sola da etkileri oldu. Arabesk kültürden etkilenen sola aynı düsturun kimi yönleri sirayet etti. 12 Eylül 1980 darbesinin fiziksel şiddeti solcuları ölümle sık sık karşıya getirdi. Ancak daha önemli bir etken darbenin ideolojik şiddetiydi. Darbe kimi ideolojik savrulmalar yarattı. Elbette ölüm yaşam ilişkisine bakışta da. Özellikle darbeden sonra, 80’lerin ikinci yarısında sol arabesk bir tarz doğmuştu artık. Bu savrulmanın sola bazı pratikleri soyutlayıp mistikleştirme ve ölümü kimi bağlamlarda “metafizikleştirme” gibi etkileri de oldu. Nihayetinde bir kültür ortaya çıktı ve bugün sınırlı da olsa etkileri sürmekte.

Ölümü metafizikleştirmekten bahsetmişken bir noktanın altını çizmekte fayda var: Şehit kategorisi… Şehit kelimesi insanın “yüce” bir amaç uğruna kendini feda etmesi anlamına gelir. Bu yönüyle kişinin ölümü bir rütbeye erişir. Daha basit ifade edersek: Kişinin şehit olarak ölmesi hem kişiyi hem ölümünü yüceltir. Burada başlı başına ölüm yüceltilirken, kişi de ölümü üzerinden yüceltilmektedir. Bizim böyle bir kategorimiz olmamalıdır.

Tekrar Nâzım’a kulak verelim:

(…) Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.

Yaşamak: Dün, Bugün, Yarın

Yaşamı yüceltmekten bahsettik şimdiye kadar. Burası tamam. Pekala, ölü ozanlar derneği misali Carpe Diem diyip duracak mıyız? Şimdiye takılıp kalmak ve “şimdinin” yarınla bağını kopartmak insanın birey olmasının önünde bir engeldir. Birey olmanın önemli koşullarından biri de dünle bugünün bağını kurabilmek, aralarındaki diyalektiği kavrayabilmektir. Daha basit bir ifadeyle tarihsel bilince sahip olmaktır. Yarından kopuk bir şimdi içinde hapsolmak bizi güncelin mutlaklığına inandırır. Güncelin mutlaklığına inanan insan tarihin akışını kavrayamaz ve bu akışa müdahale edemez.

Mücadele eden insanlara yöneltilen en büyük eleştirilerden birisi de soyut bir yarın uğruna, hali hazırda yaşanan somut bugünü feda ettikleridir. Oysa bugün somut yarın soyuttur diyen insan birey olarak tarih sahnesinde yerini alamaz. Tarihin akışında rol oynayacak olan birey bugünü soyutlayarak, yarını somut bir şekilde öngörmelidir. Tarih bilinci dün, bugün ve yarın arasında bağlayıcı bir işlev görür. Siyasette ise bugünün mutlaklığına takılmak, mevcut konjonktürün değişmezliğine inandırır. Yeni bir ülke için kolları sıvamış gençlik kendini bu dar kalıba sokamaz. Aksi yeni bir ülkeye veda etmek demektir.

Dipnot

  1. Çulhaoğlu, Metin, 1998, İdeolojiler alanı ve Türkiye örneği, Öteki yayınevi, s. 36
  2. Yücel, Kerem, Aralık 1996, Gelenek dergisi