Dergiler edebiyat dünyasının laboratuvarıdır. Sık sık söylenir. Doğrudur. Bu yüzden birer sızlanma merasimine dönen edebiyat sohbetlerinde “artık edebiyat dergileri okunmuyor” yakınması olmazsa olmazdır. Doğru bir tespit olduğu kesin. OT ve Deve gibi dergileri edebiyat dergisi saymayacaksak (ki biz sayılmaması gerektiği kanaatindeyiz) edebiyat dergilerinin en fazla 1500-2000 satabildiği bir ülkede bu yakınma gayet anlaşılır. Fakat dergilerin niteliği, nedense okur niceliği kadar sorunsallaştırılmıyor.
Dergiler diğer dergilere yüklenir,
yayınevleri yazarlara,
yazarlar dergilere,
sonra hepsi okura…
Derdimiz “okur”u el üstünde tutmak değil. Bir tür “edebi popülizm” hiç değil. Edebiyat pratiğini var eden faktörlerden biri olan okurluk (bunu Okur diye adlandıralım) yüklenilmeyi hak ediyor. Hem de fazlasıyla. Bayağılaştıkça popülerleşen edebiyat ortamında yerleşik Okur’dan hiza alarak yön bulmaya çalışmak sadece daha da kaybolmamızı sağlayacaktır. Fakat Okur yaratmanın edebiyat pratiğinin amaçlarından biri olduğunu gözden kaçırmak, Okur’a değil, okura yüklenme hatasını beraberinde getiriyor.
Kavramların iç içe geçtiğinin farkındayız. Bu karmaşa edebiyat dünyasının ciddi sorunlarından birinin uzantısı: Edebiyat dünyası bir kategorizasyon krizi yaşıyor.
Bu krizin sebebi ise, kavramları yerli yerine oturtması gereken “eleştiri” kurumunun eksikliği. Nesnel ve analitik bir yanı olması gereken, dolayısıyla edebiyat pratiğine içkin olmakla birlikte “edebiyat” yapmaması gereken eleştiri pratiği ile bugünün edebiyat ortamında ancak ve ancak rastlantısal olarak karşılaşabiliyoruz. Dergilerden, yani edebiyat ortamının laboratuvarından, eleştiri çıkartılınca, geriye bugünkü kağıt israfı kalıyor.
Peki eleştiriden ne anlamamız gerekir? “Edebiyat yapmayan” edebiyat eleştirisi ne demektir? Bu soruların cevabını bulmak için ülkemizdeki edebi eleştiri pratiklerinin günümüze kadar olan gelişimine, uğraklarına kısaca göz atatacağız. Ardından aynı zamanda ideolojiler alanında yer tutan edebiyat dergilerine “estetize edilmiş mesajlar” olarak nasıl bakılması gerektiğine değineceğiz.
Nesnel Eleştirinin Gelişimi
Edebiyat eleştirisinden ne anlamamız gerektiği bugün de önemli bir soru olarak karşımızda duruyor. Bu soruyu cevaplayabilmek için Türkiye’de edebiyat eleştirisinin tarihini iki temel eğilim üzerinden inceleyeceğiz. Bunlardan bir tanesi 30’lu ve 40’lı yılların Nurullah Ataç’ında somutlayabileceğimiz öznel eleştiri, diğeri ise 50’lerde kendini hissettirmeye başlayan, özellikle 60’ların Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci örneklerinde somutlayabileceğimiz nesnel eleştiri.
Bu iki eğilimden öznel eleştiriyi kısaca eleştirmenin, eleştirinin nesnesi olan metnin kendi üzerinde bıraktığı izlenim üzerinden metni değerlendirmesi, eseri bahane ederek metin üzerinden bize kendiyle ilgili hikayeler anlatması olarak özetleyebiliriz. Örneğin 70’lerin İstanbul’unda geçen bir romanı inceleyen eleştirmen, eğer kitaptaki İstanbul tasvirlerinin gerçekçiliğini, “sıcaklığını” çocukluğunda yaşadığı anıları anlatarak, “bizim zamanımızda da İstanbul böyleydi”, diyerek kanıtlamaya çalışıyorsa, roman üzerinden bize çocukluğunu anlatmayı dert ediniyorsa, yapılan eleştiri öznel eleştiri olarak kategorize edilebilir.
Nesnel eleştiri ise bir metni ögelerine ayırmayı, örneğin kullanılan sözcüklerin neden tercih edildiğini sorgulamayı esas alır. Metnin niteliğini tartışırken çağrışımlar üzerinden değil, metnin okuyucuya sunduğu veriler bütünü üzerinden metni değerlendirir. Belli bir kavram setine, yönteme bağlı kalarak bu kavram seti ve yöntemin güdümünde metni inceler. Aynı roman örneği üzerinden değerlendirirsek; eleştirmen bize romanda İstanbul’a dair tasvirlerin kaç sayfa yer kapladığını, yazarın nasıl bir perspektiften İstanbul’a baktığını anlatıyor, bunu da bir kurama dayandırıp metinden alıntılarla örneklendiriyorsa ilgili metnin bir nesnel eleştiri olduğunu söyleyebiliriz. Bu örnekten anlaşılacağı gibi nesnel eleştiri tarafsız eleştiri demek değildir. Eleştirmenin metni hangi kuramın veya kuramların penceresinden incelediği eleştirmenin tarafını gösterir. Bu karşıtlığın ve tanımların kabaca yapıldığını ve basitçe kategorize edildiğinin altını çizdikten sonra bu iki eğilimin Türkiye’deki serüvenini ve nesnel eleştirinin 50’lerin ortasında bir dip dalga olarak kendini var ettikten sonra 60’larda nasıl hegemonik konuma geçtiğini inceleyeceğiz.
Dönemi bu kategorizasyonlar üzerinden inceleyen kaynaklar oldukça sınırlı. Yazımızın bu kısmına bu sınırlı kaynakçanın dikkate değer metinlerinden biri olan M. Bülent Kılıç’ın Saklı Rönesans Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri için Bir Hat adlı kitabı ve bu kitabın genişletilmiş ikinci baskısında yer alan, 50’lerdeki Büyük Kültürel Nebülöz ve Nesnel Eleştiriden Öznel Eleştiriye Geçiş adlı makalesi eşlik edecek.
30’lu ve 40’lı yılları Nurullah Ataç örneğinde somutlayarak bir “öznel eleştiri dönemi” olarak gören bu makale, önemli bir eklemeyle devam ediyor ve öznel eleştirinin en önemli temsilcisi olarak gösterilen Ataç’ın neden tipik bir öznel eleştirmen olarak görülmemesi gerektiğini şöyle özetliyor: “Nurullah Ataç öznel eleştiri tutumunu benimsemiş maddeci bir aydındı (…) öznelci bir eleştirmen fakat maddeci bir aydın olması bütün benzemezliklere karşı onu döneminin bu yazıda adını andığımız belli başlı pek çok eleştirmeniyle yakınlaştırıyordu. “(A.G.E s. 15)
Türkiye’deki “maddeci eleştiri” (kavramı daha sonra açmaya çalışacağız) birikiminde Ataç’ın önemli bir yeri olduğuna dair bir dipnot olarak bu alıntıyı aklımızda tutalım. Fakat öznel eleştirinin en görkemli temsilcisi olan Ataç, öznel eleştirinin meşruiyetini kaybetmeye başladığı 50’li yıllarda döneminin diğer eleştirmenlerinin hışmından doğaldır ki kurtulamadı. Her akım gibi nesnel eleştiri de karşıtı olan akımın en gelişkin temsilcisine yüklenmeliydi ve bunu yaptı. Örneğin Adnan Benk’in 1953 Ekim’inde yayınlanan Tenkit Dedikleri… başlıklı yazısı Nurullah Ataç’a ve eleştiri anlayışına oldukça sert yükleniyordu:
“Tenkit öznel değildir. Bu yüzden örneğin Nurullah Ataç için tenkitçidir ya da eleştirmendir diyemem. Şu veya bu eseri beğenip beğenmemekle demek isterim ki eserler hakkında bu çeşit yargılar vermekle hem esere hem kendisine eder.”
1953 tarihini taşıyan bu yazı ile birlikte öznel eleştiriye tepkiler gelmeye başlamıştır. Benk’in itirazı başka eleştirmenlerce de dillendirilecek ve 50’lerde nesnel eleştiri adına ciddi bir birikim elde edilecektir. Örneğin Atilla İlhan, Ataç’ı tek parti rejiminin İnönü’süne benzetecek, Garip şiirine verdiği destekten dolayı Ataç’ı merkez edebiyatın temsilcilerinden sayıp polemiğe girişecektir. Dönemin önemli entelektüellerinden Metin And ise çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarda Avrupa’da tartışılan edebiyat eleştirisi kuramlarını tanıtacaktır. Metin And böylece edebiyat eleştirisinin yöntemine dair tartışmalar açmış kuramsal bir temele oturtmaya çalıştığı yazılarıyla nesnel eleştiriye giden yolda önemli bir katkı sunmuş olacaktır. Şimdiye kadarki isimleri birer nesnel eleştirmen olarak sayamayacağımız gibi nesnel eleştirinin yol düzleyicileri1 olarak düşünmek yerinde olacaktır. Nesnel eleştirinin kapılarını tamamen açan ismin ise, nesnel eleştiriyi kurumsallaştırıp bir bütünlüğe oturtma çabası ile Hüseyin Cöntürk olduğunu söyleyebiliriz:
And’ın ve özellikle Cöntürk’ün sert darbeleriyle 55 yılında komaya giren öznel eleştiri tutumu, en büyük belki de tek temsilcisi olan Ataç’ın 1957’de ölmesiyle meşruiyetini iyice yitirdi ve yerini nesnel eleştiri tutumuna bıraktı. (A. G. E)
Türkiye’de nesnel eleştirinin iki önemli isminin özellikle 60’lı yıllarda yazarlıkları ve örgütçülükleri ile Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci olduğunu söyleyebiliriz. Bu cümle bahsi geçen iki isimi aynı kümenin elemanlarıymış gibi gösterse de aslında Cöntürk ve Bezirci arasında küçümsenemeyecek farklar olduğunu not düşmeliyiz. Siyasi görüşünü liberalizm olarak tanımlayan Hüseyin Cöntürk, 60’lar boyunca New Criticism (Yeni Eleştiri) ekolünün etkisindeyken, sosyalist Bezirci politik görüşüyle bağlantılı başka bir eleştiri ekolünün takipçisiydi. Ancak bu iki isim nesnel eleştiri akımının temsilcileri olarak beraber çalışabilmiş ortak üretimlerde bulunabilmişlerdir. Örneğin yayın kurulunda beraber çalıştıkları Dönem dergisi ve birlikte yazdıkları Turgut Uyar- Edip Cansever incelemeleri bu ortaklığın örnekleri olarak verilebilir. 60’lar her iki eleştirmenin de en verimli yılları olacaktır. İki eleştirmeni bir araya getiren edebiyat eleştirisinde bir yöntem oturtma, bir eleştiri yordamı geliştirme çabasıdır. Bu çabanın her iki ismi de dönemi için devrimci kıldığı söylenebilir. Bugün ise edebiyatımızı çıkmaza sokan işte bu yöntem kaygısının tamamen ortadan kalkmasıdır. Edebiyatımızın bundan 60 yıl önce yaşadığı gelişmelerden, bugünün edebiyat ortamı habersiz gözükmektedir.
Lassie Bize Bir Şey Anlatmaya Çalışıyor
Türkiye’de edebiyat eleştirisinin tarihine yönelik gerçekleştirdiğimiz bu küçük kazıdan sonra edebiyatımızın bugününe birkaç örnek üzerinden göz atıp bir mukayeseye girişecek, edebiyatımızın son yirmi yılda ileriye değil geriye doğru gittiğini göstermeye çalışacağız. Geriye gidiş tespitimiz nesnel eleştirinin edebiyat eleştirisi tarihinde bir dönemeç, gerisine düşülemeyecek bir mevzi olduğu varsayımına dayanıyor. Aşılmış bir anlayışın eskisini bile mumla aratacak bir türevi (Ataç bugünün edebiyat pratiklileriyle kıyaslanamayacak denli nitelikli bir isimdi) bugün edebiyat ortamında hüküm sürüyor.
Bu geriye gidiş tezimizi günümüzün en popüler şair ve yazarlarından biri olan Haydar Ergülen üzerinden temellendireceğiz. Türkiye’deki popüler bütün mecralarda ve kitap eklerinde yazan pek çok şiir ödülünün jürisinde yer alan Haydar Ergülen’in bir edebiyat pratikeri olarak nerede durduğunu analiz etmeye çalışacağız. Çünkü Edebiyat ortamında iktidar olan bütün kurumların içerisinde yer alan Haydar Ergülen’i incelemek, edebiyat ortamında iktidar olanın ne olduğunu da gösterecek. İlkesizlik ve yönetmesizliğin normalleştiği “Merkez Edebiyat” kendine “starlar” yaratır. Bu starlar bulundukları “mevkiler” sebebiyle haşmetli gözükseler de üzerlerindeki haleyi kaldırınca geriye pek bir şey kalmaz. Sayısız unvan sahibi Ergülen’in de sadece metinlerine odaklandığımızda ortaya aynı manzara çıkıyor.
Merkez edebiyatın yazarları birbirlerini “şair”, “yazar” olarak parlatır. Yazdıklarına değinmez. Haydar Ergülen de “parlatmalarıyla” bu anlayışın bir prototipi olarak yazımızın odaklanacağı “vaka” olacak. Kötü metin yazarları, kötü metinlerle, diğer kötü edebi ürünleri parlatır. Bir önceki bölümde değindiğimiz eleştiri anlayışlarının aksine, günümüzde böyle bir tanıtım/ parlatma kültürü egemendir. Ne söylediği anlaşılamayan, bir yöntem derdi olmayan, çoğunlukla eleştirinin nesnesiyle alakası olmayan metinler.
Oldukça “ilginç” yazılara sahip olan Ergülen’den eleştirilecek sadece birkaç yazı seçmek hayli zor oldu. Ama sonunda evdeki Varlık Dergilerini kurcalarken iki yazı seçebildim. Bu yazılardan ilki Haydar Ergülen’in günümüzün popüler İslamcı şairlerinden biri olan Ömer Erdem’e Varlık Dergisi’nin Haziran 2012 sayısında Günler Geçer adlı köşesinde yazdığı methiye (inceleme demeye dilim varmıyor) diğeri ise yine Varlık’ta aynı isimli köşesinde yazdığı Kuzey başlıklı yazı. İlkinden başlayalım:
“(…) Kültür AŞ’nin bir etkinliği olarak Türk şiirinde öncü kitaplar programı kapsamında yaptığım konuşmanın metni. Ne var ki içe sızamayıp yüzeyde kaldığını kabul ve itiraf etmem gerekiyor. Peki niye yayınlıyorum. Daha sonra Ömer Erdem şiiri ile ilgili yapmak istediğim daha içli bir çalışma için önsöz niyetine okunması (…) en nihayetinde yazının içinde hadi yazarken bulduğumu da itiraf edeyim birkaç kavramın yer alması. Gördüğünüz gibi bunlardan birini başlığa da taşıdım.”
Ergülen daha sonra Ömer Erdem şiirini 10 başlıkta ele alacağını söylüyor. Başlıkların hepsi aynı düzeyde gülünç olduğu için buraya birkaçını almayı yeterli görüyoruz:
1. Herkesi olan ve hiç kimsesi olmayan bir şiir
2. Bir ve çok, birden çok olarak şiir
3. Dalın değil ağacın şiiri
7. Eski bir şair, sanıldığından da eski: yeni bir şair, sanıldığından da yeni
10. Üzerine uzun uzun konuşulacak değil, üzerine uzun uzun susulacak bir şiir.
Edebiyat dünyasının özneleri köşe tutmayı severler. Haydar Ergülen de öyle. En son, geçtiğimiz sayılarda kısaca değindiğimiz, bir süre genel yayın yönetmenliğini Palacı Esra Elönü’nün yürüttüğü (son sayıda genel yayın yönetmeni gözükmüyordu) Deve dergisinde Yüzler isimli bir köşeye başladı. Bir sağdan bir soldan köşe kapmak merkez edebiyatın olmazsa olmazıdır. Köşeyi doldurmak ise ikinci plandadır. (Ergülen son sayısında Hüseyin Akın imzalı bir yazı ile Tuzluçayır halkını ürkekçe provokatörlükle suçlayan bir yazıyı barındıran Deve’de yazıp Alevi kimliği üzerinden söz söyleme hakkını kendinde görebiliyor. Biz de bu ilkesizlik üzerine söz söylemeyi kendimizde hak görüyoruz.) Asıl konumuz olan Varlık’taki yazıya dönelim. Yazıyı niye yayımladığını; ileride daha ayrıntılı bir yazı yazacağını, bu yazının ise sadece önsöz olmak gayretinde olduğunu belirterek izah ediyor. Bir de bulduğu birkaç kavramı bizimle paylaşmak istediğini belirtiyor. Ergülen’in bulduğu kavramlara başka bir yazısına bakarak geleceğiz. Ömer Erdem yazısına dönersek; ortada bir önsöz değil, pazarlama olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Daha yumuşak bir şekilde tanımlayamayacağımız bu çaba bize Ömer Erdem’in şiirine dair hiçbir veri sunmuyor. Aksine basit zıtlıkları bir araya getirerek Ömer Erdem edebiyatı üzerine edebiyat yapıyor. Ergülen’in dilinden Ömer Erdem’in şiirine dair “Çarşıdan aldım bir tane, eve gelince bin tane” düzeyinde çıkarsamalar yapabiliyoruz ancak.
Bir diğer yazısı Kuzey’e bakalım. Yazı Ergülen’in kuzey ve güneyin bileşiminden güz’ey diye bir sözcük üretmesi üzerine kurulu. Şairleri kuzeyli ve güneyli olarak kategorize etmeye çalışıyor. Kuzey ve güney tanımları çok uzun olduğu için buraya almıyoruz. Onca laf kalabalığından çıkarabildiğimiz sadece kuzeyin yalnızlığı temsil ettiği:
(…) Güneye inmesine iner de doğuyu Anadolu’yu iç doluyu da dolaşmayı ihmal etmez sözü şiiri ve yolu uzatma bahasına Nevşehir’den de Malatya’dan da Van’dan da geçer kuş uçumu iç uçumu (…) Cansever’in şiirlerinde hep bir yolculuk hali sezilir bunu niye söylüyorum bilemedim. Tekrar düşündüm niye söylediğimi çıkaramadım. Dursun belki yazının devamında aklıma gelir saptamanın açıklaması.
Yazının devamında bu saptamanın açıklaması gelmiyor. Edebiyatta yer tutmak için köşe tutulmak zorunda. Köşe tutuluyor ama doldurulamıyor. Ergülen yazıyı bu yüzden iç dökmeye çeviriyor. Döktükçe sayfanın dolacağını varsayıyor. Herhangi bir eleştiri yöntemiyle temas etmekten kaçınıyor.
Edebiyat dünyasının söyleyecek bir şeyi olmayan özneleri Deve Dergisi Yazarı Ergülen gibi edebiyat üzerine edebiyat yapıyor. Böylece aslında hiçbir şey demeyen yazılar, okuyucuya müthiş buluşlar gibi yutturuluyor. Amaç okuyucu eleştirinin nesnesi olan metnin içerisinde dolaştırmak değil dışında tutmak ve metnin dışını parlatmak. Ergülen bunu kelime oyunları ile türettiği kavramlarla yapıyor. Örneğin Arkadaş Z. Özger’den bahsederken “adı arkadaş şiiri arkadaş olan bir şair”, Cahit Zarifoğlu’ndan bahsederken “şiirimizin zarif oğlu” demeyi üslup zannediyor.
Son on beş yıldır şairliği için de benzer şeyler söylemek mümkün. Ancak bu yazının konusu olmadığı için bu kısmı geçiyoruz. Bir eleştirmen olmamasına rağmen Haydar Ergülen’in bu yönüyle uğraşmamız bir eleştirmen olmamasına rağmen Haydar Ergülen’in bu yönüyle sürekli karşımıza çıkmasıyla açıklıyoruz. Dergilerde yer alan inceleme yazılarının her zaman bu kadar gülünç olmasa da benzer bir özensizlik ve yöntemsizlikle yazıldığını görüyoruz. Ne deneme ne eleştiri/inceleme sayılacak bu tarz yazılar kimi isimleri tedavüle sokmak, kimi isimleri de tedavülden kaldırmak için kullanılıyor. Edebiyat dergilerinde bir ağırlık oluşturuyor. Dergilerin bu tarz yazıları tercih etmesini Okur’u edebiyatın dışında tutma çabasının bir parçası olarak görüyoruz: Edebiyat ortamı okur sayısından şikayet etse de Okur’dan korkuyor.
İdeolojiler Alanı ve Edebiyat
Edebiyat gündelik hayatı, gerçekliği yansıttığı ölçüde ideolojiler alanının bir parçasıdır. Metinlerde gündelik hayatta yer kaplayan maddi pratiklerin yansıtılması, bu pratiklerin olumlanması ya da eleştirel olarak yansıtılarak kırılmasını sağlar. Buraya kadarki denklem çoğumuzun daha önce de duyduğu, bir şekilde kabul ettiği bir denklem olduğu için üzerinde uzun uzun durmuyoruz. Ancak ideolojiler alanına belli mecra (medium) aracılığı ile giren metinlerin dolaşıma hangi mecralarla girdiğinin tartışılması, son yirmi yıllık süreçte önemini yitirdi. Zaman gazetesine röportaj veren solcu sanatçılar üzerinden zaman zaman tartışılsa da önemli olan nereye konuştuğu değil ne dediği diyerek geçiştirildi.2 Bir kitabın aldığı ödüller üzerinden tanıtılmasının aynı zamanda ne tür bir edebiyat pratiğini olumladığının üzerinde durulmadı. Zaten sayısı az olan “ilerici” aydınları bu eleştiri süzgecinden geçirilmesinin sayıyı bir elin parmakları ile sınırlandıracağı endişesi pek çok çevrenin belli eleştirileri hasır altı etmesine yol açtı. Eleştiri bir yazarın edebiyat ortamındaki koordinatlarını belirleme aracı olarak değil, sadece birilerini parlatma birilerini batırma aracı olarak görüldü. Eleştiri sindirildi. “Sevgide tenkit aşkta şiddet”3 ise tamamen ortadan kalktı.
Ortaya çıkan bu tablo edebiyat pratiğini yeniden örgütleme cüretini gösterecek öznelerin yokluğu sayesinde kendine yer buldu. Cüret edebiyat dünyasında sadece Nazım’ın putları yıkıyoruz kampanyası ile anılan nostaljik bir tavır olarak anılır oldu.
Peki bu çöplüğün dışında yeni bir edebiyat pratiği örgütlenebilir mi? Yeni bir edebiyat pratiği örgütlemek ne demek? Edebiyat pratiğini yeniden örgütlemek eleştiriyi örgütlemek, maddeci bir eleştiri4 pratiğini örgütlemek demek?
Peki maddeci eleştiri ne demek?
Maddeci eleştiri metni ve metni dolaşıma sokan mecraları metnin üzerini bir haleyle kaplayan (ödüller örneğinde olduğu gibi) kurumları bir bütün olarak değerlendirme çabasındaki eleştiridir. Bu ilişkiler bütünü içerisinde metni değerlendiren maddeci eleştiri, edebiyat, okur gibi kavramları yeniden tanımlamak yerli yerine oturtmak zorundadır. Aksi takdirde edebiyat ortamına hakim olan bayağılık düzeysizlik ve ilkesizlik yerli yerinde duracak, yeni bir insan yaratma mücadelesinin bir parçası olan yeni bir Okur yaratma mücadelesi yerinde sayacaktır.
Edebiyatın sığlığa ve ilkesizliğe mahkum edilmesi ancak ve ancak gençliğin bu alana el atması kendi edebiyat pratiğini dayatması ile durdurulabilir. Edebiyat tarihimizdeki ilerici çıkışların tamamında “evdeki hesabın” bu şekilde bozulduğu ortadadır. Ama unutulmuştur. Öyleyse hatırlatılmalıdır:
Gençlik neydi?
Gençlik cüretti!
Kaynakça
Ataç, Nurullah, Dergilerde, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006
Ataç, Nurullah, Günlerin Getirdiği- Sözden Söze, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2013
Bezirci Asım, Sosyalizme Doğru, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 1996
Benk Adnan, Tenkit Dedikleri, 1953
Cöntürk Hüseyin, Çağının Eleştirisi-1, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006
Cöntürk Hüseyin, Çağının Eleştirisi- 2, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006
Kılıç, M. Bülent, Saklı Rönesans; Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri için Bir Hat, Ankara, Notabene Yayınları. 2012
Varlık, Haziran-2012
Varlık, Eylül 2012
Dipnot
- Tespit M. Bülent Kılıç’ın yazıda bahsi geçen makalesinden alınmıştır. Bu bölümünde geçen tespitler ve ilgili makaleler Kılıç’ın Nazım Hikmet Akademisi’nde 50ʻlerin ve 60’ları eleştiri anlayışlarını incelediği dersinde alınan notlar ve paylaşılan kaynaklar üzerine kuruludur.
- Konuyla ilgili daha önce Gülten Akın’ın Zaman gazetesine röportaj vermesi vakasından yola çıkarak bir yazı yazmıştım. İnternette mevcut ve kolayca ulaşılabilir olduğu için meseleyi burada tekrar açmaya gerek duymadım. İlgilisi için linki: http://www.insanbu.com/a_haber.php?osu=1051
- Bu cümle “Yalçın Küçük’ün Kolay Okuyucuyu Aşmak ve Aydıncıklar” başlıklı makalesinden esinlenmiştir.
- Bu kavramın izine ilk rastladığım yer Edebiyat Dostları dergisinde yer alan bir dizi yazıdır. Kavramın çıkışının ve kavramın sistematize edilişinin bu dergi olduğu kanısındayım. Daha erken bir örneğine okumalarımda rastlayamadım.