“Sanırım dünya üzerindeki en merhametli şey, insan zihninin, içerdiği şeylerle bağlantı kurmadaki yetersizliğidir.”
Bu cümlenin yazarı Howard Phillips Lovecraft 1890-1937 seneleri arasında yaşamış Amerikalı bir korku edebiyatı yazarı. Kendisini yazı konusu yapmak istememizin birkaç sebebi var. Öncelikle Lovecraft’ın 1926’da Cthulhu’nun Çağrısı hikâyesiyle birlikte temelini attığı Lovecraft/Cthulhu Mitosu’nun korku türünde yeni bir çığır açması ve kendinden sonra gelecek çoğu sanatçıya ilham vermesi. Başka bir sebebiyse yazarın hikâyelerinde sıkça kullandığı “bilinmeyenin korkusu” üzerinde durma isteğimiz.
Başlangıç olarak Lovecraft’ın yarattığı bu evrenin üzerinde durmakta fayda var. Cthulhu’nun Çağrısı hikâyesine göre Dünya’da eskiden yaşamış olan Yüce Eskiler adında tanrılar vardı. Bunlar şu an ölüydü fakat ölmeden önce, şu an denizin altındaki R’yleh şehrindeki uyuyan Cthulhu, ilk insanlara rüyalar aracılığıyla sırlarını söylemişti. İnsanlar yeni bir tarikat oluşturmuştu. Bu mezhep kuşaktan kuşağa sürecek ve ‘bir gün yıldızlar hazır olduğunda, o çağrıda bulunacak ve gizli mezhep de her zaman onu özgürlüğüne ulaştırmak için bekliyor olacaktı.’
Fakat yazarı korku edebiyatı tarihine yerleştiren şeyin sadece yarattığı mitler olduğunu söylemek kendisine haksızlık etmek olur. Yazar müthiş hayal gücüyle bir evren oturtmakla kalmıyor, aynı zamanda hızlı cümleler kurmadan, basite kaçmadan, uzun tasvirleriyle ve detaylarıyla okuyucuyu anlattığı hikâyenin içine çekebiliyor. Hikâyelerinde okuyucuyu korkutmak için bilindik figürlerin (hayalet, zombi vs.) görüntülerini kullanmaktan ziyade karakterlerin karşılaştıkları yaratıklara dair en ufak fikirlerinin olmaması ve bu gerçekle karşılaştıklarında yaşadıkları telaş ve korku üzerinden sağlıyor. Bu noktada ‘Edebiyatta Doğaüstü Korku’ başlıklı denemesinin bugün klasikleşmiş olan ilk cümlesi de yazarın güçlü olduğu yönü vurgulamada bize yardımcı oluyor. ‘İnsanoğlunun en eski ve güçlü duygusu korkudur, en eski ve güçlü korku ise bilinmeyenin korkusudur.’
Yazarın edebiyata etkisi öncelikle günümüzdeki fantastik ve korku edebiyatı yazarlarında görülebiliyor. V for Vendetta ve Watchmen ile tanıdığımız Alan Moore ve Sandman, Amerikan Tanrıları gibi eserlerin yazarı Neil Gaiman gibi yazarlar başlıca esin kaynaklarında Lovecraft’ın bulunduğunu söylüyorlar. Lovecraft’ın ‘Charles Dexter Ward Vakası’ hikâyesi ise Stephen King romanlarının öncülü sayılabilecek nitelikte.
Müzikteyse İngiltere ve Amerika’da ise öncelikle ‘68 müziğine damga vuran yapısına rastlıyoruz. Black Sabbath’ın ‘Behind the Wall of Sleep’ şarkısı veya yazarın ismini taşıyan rock grubu bunlara sadece birer örnek. Daha yakın zamandaki örneklerse Metallica’nın “The Thing That Should Not Be, “The Call of Ktulu” şarkıları ve son zamanlarda her ülkeden türeyen Lovecraft’ın öykülerinin başlıklarını kendilerine isim seçen death metal grupları.
Buradan sonra bilinmeyenin korkusunun üzerinde durmak gerekiyor. Bunu anlatmak için sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyerek buradan açacağım. Lovecraft ırkçı bir şarkiyatçı ve bilinmeyenin korkusunu yerleştirirken de buradan güç alıyor.
Şark Dehşeti
Burada şarkiyatçılık meselesini biraz daha açmak gerekiyor. Şarkiyatçılık, ya da sıkça kullanılan tabiriyle oryantalizm için, kaba tabirle batının gözünden doğuyu genellemek ve onu bunun üzerinden incelemek, doğuyu yabancılaştırarak, onun temsil ettiği değerleri başka noktalara sürüklemek, ona dair değişmeyen yargılar ortaya çıkarmak diyebiliriz. Şimdiyse yavaş yavaş Lovecraft’ın neden şarkiyatçı olduğu meselesine gelelim.
Burada temel dayanak noktalarımızdan biri Innsmouth Üzerindeki Gölge hikâyesi olacak. Hikâye Arkham’a aile geçmişini araştırmak için giderken, çevre kasabalar tarafından sevilmeyen Innsmouth kasabasına uğramak zorunda kalan bir öğrenci üzerinden anlatılıyor. Robert Olmstead kasabaya gitmeden önce kasaba hakkında bir araştırma yapıyor ve anlatılanların genel olarak batıl inançlı önyargılar olduğunu düşünüyor. Innsmoutha vardığındaysa, sonradan ‘Innsmouth görünüşlü’ adını vereceği, insanların tamamına yayılmış fiziksel özellikleri fark ediyor. Şehirdeki herkesin yassı burnu, buğulu gözleri gri-mavi renkli bir cilt teni var ve ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Kasabayı araştırırken Zadok Allen isimli birinden kasabanın geçmişini öğreniyor. Kasabanın ileri gelenlerinden Obed Marsh deniz canlılarına kurban veren ve onlardan karşılığında altın ve yiyecek alan bir kabileyle tanışıyor ve onların Dagon tarikatını Innsmoutha getiriyor. İnsanlarla çiftleşebilen bu canlılar bir yerden sonra soylarını devam ettirmek için izin istiyor ve karşılığında daha çok şey vereceklerini söylüyorlar. Obed Marsh kabul ediyor ve kasabanın lanetini tamamlıyor. Zadok bunları anlatırken dinlenildiklerinin paranoyasına kapılıp dinleyicisini yolluyor. Akşam konaklayacağı otelde baskına uğrayan Robert buradan kaçmayı başarıyor fakat sonraki yıllarda ailesiyle ilgili araştırma yaparken Obed Marshin bu canlılardan olan kızının kendi büyükannesi olduğunu öğreniyor ve onların şehrini bulmaya çalışmak üzere yemin ediyor.
Şarkiyatçılık bunun neresinde? Öncelikle Dagon tarikatının batı hâkimiyeti olmayan, yerel bir kabileden gelmesi dikkat çekici. Lovecraft’ın hikâyelerinde bu mitlere tapınmayı seçen ilk kabile de değiller. Cthulhu’nun Çağrısı’nda da bu tanrılarla iletişim kurmaya çalışanların ‘aşağı ırklardan ve melez’ olmasıysa bu tezi destekler nitelikte. Benzer bir biçimde hikâyede Fenikelilerin aşk tanrısı Ashtoreth ile Yahudilikteki Altın Buzağı ve kendi yarattığı dindeki Dagon’u aynı yere koyuyor. Din kısmını bırakıp ırk kısmında biraz daha durmam gerekirse de ana karakterimiz Robert’ın daha Innsmouth’a giden otobüste şoförü hakkında yaptığı yorumun yeterli olacağı kanaatindeyim: ‘Hangi yabancı kanı taşıdığını tahmin bile edemiyordum. Garip özellikleri Asyalı, Polinezyalı, Levanten ya da zencilere has özelliklere benzemiyordu… Hikâyelerin dışında yazarın denemelerinde de aynı görüş hâkim. Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı “Yüzyılın Suçu’ başlıklı makalesinde Lovecraft İngilizlerin ve Almanların Dünya’nın medeniyet taşıyıcılarını olduklarını bundan dolayı birbirleriyle değil medeniyete düşman ırklarla savaşmalarını söylüyor ve şu cümleleri kuruyor: “İngilizler ve Almanlar kan kardeşidirler (…) Farklı düşman ırkların olduğu dünyamızda bu güçlü ırkların diğer Töton kardeşleriyle beraber diğerlerinin saldırılarına karşı uygarlığı koruyacakları bir görev uğrunda birleşmeleri gerekmektedir. Tötonlara düşen çok iş vardır. Yükselen Slav ve Moğol güçlerinin başını ezip muazzam Avrupa kültürünü koruması gerekmektedir.”
Hikâye boyunca Hıristiyan olmamasına rağmen batılı ahlakın simgesi olan ikinci kaptan Matt, Obed Marshi bu yeni dinden uzun bir süre caydırmaya çalışıyor. Benzer bir şekilde ana karakter Roberti da civar kasabalardaki insanlar uyarıyor. Burada Euripides’in Bakkhalar’ına kadar geri uzanabilen bir motif de var. Metni yorumlamada Saide başvuralım. “… (Pentherus’u kastediyor) bir Bakkha rahibi olduğunda, Dionysosa yenilmesinden öte, başlangıçta Dionysos’un tehdidini hafife aldığı için öldürülür. Euripides’in vermek istediği ders, Kadmos ile Tieresias adlı iki yaşlı bilge tarafından aktarılır oyunda; bu bilgeler insanları yönetenin yalnızca ‘egemenlik’ olmadığını, yazgıyı belirleyen yargı diye bir şeyin de var olduğunu, bunun ise yabancı güçlerin kaderini doğru tartmak ve onlarla ustalıkla uzlaşmak anlamına geldiğini söyler. Bundan böyle Şark gizemleri ciddiye alınacaktır; bunun öncelikli gerekçesi bu gizemlerin akılcı batı zihnini süregiden hırs ve gücünü yeni uygulamalarla ortaya koymada kışkırtmasıdır.”
Burada Hıristiyanlık şarkiyatçılığın temellerinden biri değil mi diyenler çıkabilir. Özellikle İslam devletlerinin yükselişiyle evet diyebiliriz. Fakat Napolyon dönemi ve sonrasında ortaya çıkan modern şarkiyatçılığın ertesinde gereğinin pek olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemle birlikte ön plana çıkan amaç doğuya modernizmi taşıma amacıdır. “Şark’ı moderniteye taşımış olan Şarkiyatçı, dünyevi bir yaratıcı olarak yöntemini ve konumunu kutsayabilirdi artık: Tanrı eski dünyayı yarattıysa, o da yeni dünyalar meydana getirmişti” diyor Said. Yazarımızın denemelerinde de benzer bir hava yakalayabiliyoruz yer yer: “Hıristiyanlığın Avrupa’yı medenileştirdiği iddia edilir. Fakat gerçek tam tersidir. Avrupa, Hıristiyanlığı medenileştirmiştir.”
Peki, şarkiyatçılık gibi kavramları çıkarmaya neden lüzum var? Neden Lovecraft’a klasik anlamıyla bir faşist demiyoruz? Faşist eğilimler taşıdığı aşikâr olmasına rağmen kendisinin tam anlamıyla bir faşist olduğunu düşünmüyorum. Büyük Buhranın yarattığı etkiye karşılık Franklin Roosevelt’in getirdiği nispeten sol çözüm olan, piyasanın belirli alanlarda denetimini kısıtlayan New Deal’a karşı çıkanlara yazdığı yazıya başvurmakta yarar var: “ ‘Denetim altına alınıyoruz’ , ‘kolektif kölelik’, ‘Anglosakson özgürlüğüne darbe’, ‘bireyin kendi kaderini çizme özgürlüğü’ çığlıklarını atanlaraysa en iyi cevabı, insanların kişisel entelektüel ve sanatçı hayatlarının, ekonomik özgürlüklerinin ve geleneksel alışkanlıklarıyla kültürleri üzerinde istedikleri gibi baskı uygulayan Hitler, Stalin ve Mustafa Kemal ve başka uç diktatörleri göstererek vermek lazım.” Kısacası Amerika’daki politikaları sahiplenirken Nazizm’i de karşısına alıyor.
Sona Gelirken
Toparlamamız gerekirse H.P. Lovecraft öykülerinin temelini (özellikle Cthulhu mitosunu içeren öykülerinde) doğuyu aşağılayarak ve yabancılaştırarak oturtan bir yazar. Bunu yapmasındaki tek sebebin ırkçı düşünceleri olduğunu söylemekse yazarın edebi aklını aşağılamak olur. Lovecraft hikâyelerinde, siyasi düşüncelerinin yanı sıra, yazının başlarında belirttiğimiz bilinmeyene duyulan korkuyu aşılamaya çalışıyor. Bunu yaparken de doğuyu egzotikleştiriyor.
Şarkiyatçılığın kültür alanına etkisini anlamak için kesinlikle okunması gereken yazarlardan biri olduğu söylenebilir Lovecraft’ın. Fakat bununla beraber korku hikâyeleri okumayan kişilerin korku hikâyelerinin gücünü görmeleri, okuyanlarınsa türün kökenlerine dair daha iyi fikirleri olması için okunmalı.
Kaynakça
• Lovecraft H.P, Toplu Eserleri 3, Dost Kitabevi Yayınları, 2004
• Lovecraft H.P, Collected Essays Volume 2: Literary Criticism, Hippocampus Press, 2004
• Lovecraft H.P, Collected Essays Volume 5: Philosophy; Autobiography & Miscellany, Hippocampus Pres 2004
• Said Edward, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, 2012