Primatlar memeli sınıfında bulunan birçok takımdan yalnızca bir tanesidir. 250’ye yakın farklı türü tanımlanan bu takımın insan dışındaki tüm üyelerine günlük hayatta “maymun” denilip geçildiğine şahit oluruz ve genellikle akıllara evrimsel olarak en yakın akrabamız olan şempanze gelir. Bu yanlışı gidermek için primat takımının ortak özelliklerini ve evrim sürecini inceleyelim. Bu evrim sürecinden insana miras kalan biyolojik ve davranışsal özelliklere bakalım. Ardından bizlerin de içinde bulunduğu hominidae (insansılar) ailesine odaklanacağız. Böylece bu yazıda primatların diğer memeli soylarından ayrıldığı 60 milyon yıl öncesinden (myö) insan soyunun yaşayan en yakın akrabaları olan şempanzelerden ayrılışına yani 6 myö’ye kadar insanın evriminin izlerini takip etmiş olacağız. Her insan ya da biz dediğimizde ise bugünkü modern insan türü olan Homo sapiensi kastettiğimizi şimdiden belirtelim.
Memeli sınıfındaki canlıların kökeni yaklaşık 200 myö’sine dayanmaktadır. Primatlar ise 60-80 myö bu sınıf içerisindeki soylardan biri olarak ortaya çıkmıştır. Mezozoik dönemde (250-65 myö) dinozorların hâkim olduğu bir dünya vardı. Ta ki mezozoik dönemini kapatan “kratesae- tersiyer” yok oluşuna kadar. K/T yok oluşu ile birlikte dinozorlar-geride kuşlara uzanan bir dal bırakarak- dünya sahnesinden silinmiş ve egemenliklerini yitirmişlerdir. Dinozorlar döneminde yeteri kadar olan bulamayan memeliler bundan sonra geniş bir yelpazede çeşitlenme yaşayacaklardır ve zamanla yeryüzündeki baskın türleri oluşturacaklardır. Dinozorlar döneminde memeliler yavrularını sütle besleyen, sıcakkanlı canlılardı. Bu vahşi dünyada çoğunluğu sularda bulunan memelilerin karada yaşayanları ise küçük vücut yapısına sahiptiler ve tehlikelerden kaçınmasına yardımcı olan gececi bir yaşamları vardı. Kökenleri 160 myö’sine uzanan plasentalı (Eteneli) memeliler ise yavrularının gelişimini vücut içine alarak korumanın başka bir yolunu bulmuşlardı. İşte primatlar bu eteneli soydan gelmektedir ve dinozorların tarih sahnesinden silinmesinin ardından türeyen soylardan birisidir.
Ağaçlarda Yaşamak
En eski primat fosili 55 myö’ye aittir, ancak filogenetik çalışmalar 80 myö’sini işaret etmektedir. Büyük ihtimalle bugünkü ağaç sivri faresine benzeyen atalarımız avcılardan korunmak ve besin kaynağı bulabilmek için ağaç yaşamına adapte olmuşlardır. Ağaç yaşamı primatların evrimini belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Bugün soyunu devam ettiren primat türlerinin %80’i hala yağmur ormanlarında yaşamaktadır. Ağaç yaşamındaki en büyük tehdit düşmektir, bu büyük bir seçilim kaynağıdır çünkü düşüşlerin ölümle sonlanma olasılığı yüksektir. Diğer yandan ağaçlar meyve ve böceklerle zengin bir yiyecek kaynağıdır. Primat türlerinde oluşan genetik ve kültürel çeşitlilik ya onları yavru verebilecek kadar uzun yaşatacaktır ya da bu özellikler yeni bir yavruya aktarılamadan canlı ölecektir. Ağaç yaşamıyla ortaya çıkan özelliklerden birine Yeni Yazıların Eylül sayısında aynı ara başlığı atmış ve primatların ağaç yaşamında gruplar halinde yaşayışına geçişine dair bir hipoteze değinmiştik. Önceden de yazdığımız gibi, hayatta kalmayı ağaçlarda yaşayarak başaran bu soylarda gözler oldukça önemli bir yer tutar. Avcı türler olmamalarına karşın gözler arasındaki açı azalarak 3 boyutlu görüş sağlanmıştır. Öne dönmüş gözler ile ağaçlar ve dallar arasındaki mesafeyi ölçmek mümkün hale gelmiştir. Bir türü örnek vermek gerekirse insanda (Homo sapiens) azami görülebilen açı 180 dereceye, tek seferde görülebilen görüntü ise 120 dereceye kadar düşmüştür. Bu durum arka kısmın savunmasız sayısında kalmasına yol açtığı için primatlardaki grup yaşamına geçişin en büyük etkilerinden birisi olduğu düşünülmektedir.
Ağaç yaşamında işitmenin de önemi artmaktadır. Hem cansız doğanın seslerini duymak için, hem de ağaçlar arasında birbirini göremeyen bireylerin iletişimi için, örneğin gelen bir tehlikeyi bağırışlarla diğer üyelere iletmek. Görme ve işitme duyularının öneminin artması ile birlikte, koku duyusunun önemi azalmıştır. Ağaçlarda yapılan hızlı hareketler, yavaş yayılan kimyasallara dayalı iletişimi önemsizleştirmektedir. Bugün insanda görme duyusunun %80 etkisinin olması ve %15’inin sese dayalı olması da bu kökenden gelmektedir. Dış kulağımız da atalarımızın izlerini taşımaktadır. İnsanların yaklaşık %10’nunda belirgin halde bulunmaya devam eden Darwin çıkıntısı bunlardan birisidir. Aynı zamanda diğer pek çok primatta kullanılmaya devam eden dış kulak kasları da insanda işlevsiz hale gelmiştir. Bu kaslar dış kulağı hareket ettirerek sese odaklanmaya ve ses yönünü tayin etmeye yardım eder. Pek azımız kulaklarımızı sadece sınırlı bir miktarda hareket ettirebiliriz, ancak bu kaslar bulunmaya devam etmektedir.
Az Yavru, Çok Yaşam Şansı
Memelilerin neredeyse hepsinin yavrusunu süt ile beslediğine değinmiştik. Plasentalı memelilerde ise yavrunun fiziksel gelişiminin büyük bir kısmının vücut içine alındığını biliyoruz. Bu yönelim ağaç yaşamında daha önemli olduğunu görürüz. Çünkü ağaçlardan düşüp düşmemenin, bir ya hep ya hiç durumu olduğunu biliyoruz. Ağaçlarda tutunacak fiziksel gelişkinliğe veya onu kontrol edecek sinirsel gelişkinliğe sahip olmayan yavrular yaşayamayacakları için büyük ihtimalle gelişip yeni yavrular sağlayamayacaklardır. Bu durum yavrunun gelişkin doğması yönünde çok güçlü bir seçilimsel baskı uygular. Gelişkinliğin sağlanmasının pek çok yolu evrim sürecinde keşfedilmiştir. Rahimde geçirilen sürenin uzaması ve bir döldeki yavru sayısının azalması bunun en etkili yollarıdır. Bunun dışında yavru bakımının arttığını ve yaşama şansını arttırıcı alet kullanımı gibi çeşitli kültürlerin de primatlarda gelişkin olduğunu gözleriz. Tek döldeki yavru sayısının azalması bu kültürün daha etkili aktarılmasını sağladığı için seçilimsel olarak avantajlıdır, çünkü dişinin tek seferde az sayıda yavruyu koruması ve eğitmesi daha kolaydır. Tüm bu sebepler sonucu bugünkü primatların genellikle bir dölde tek yavru verdiği gözlenmektedir. Tek yavru avantajı ile birlikte kültür geçişi kolaylık kazanmış ve seçilim bu yönde baskınlaşmıştır. Yavru sayısının azalmasıyla birlikte çok sayıda memeye olan ihtiyaç ortadan kalkmaktadır. İhtiyacın ortadan kalkması memelerin azalması yönündeki mutasyonlar (değişimlerin) zararsız olmak bir yana, bu organların oluşumuna ve devamlılığına sağlanacak enerjiden tasarruf ettiği için avantajlıdır. Bu sebeple primat soyunda meme sayısının bir çifte düştüğünü gözlemleriz. Ancak bu mutasyonlar memeyi oluşturan tüm yapılar ile ilişkili gen parçalarını tamamen ortadan kaldırmamıştır, pasif durumda saklanırlar. Gen parçalarının yeniden bir mutasyon geçirmesi sonucu bazı durumlarda bu yapılar yeniden canlıda belirebilir. Bu duruma bir örnek insanda ortaya çıkan çok meme başlılık (politelia) atavizmidir (soya çekim). Dahası kimi örneklerde sadece meme başları değil, memenin ve süt bezlerinin de ikiden fazla oluşabildiği (polimasti ve süper polimasti) gözlenmiştir. Bu yeniden beliren yapılar rastgele noktalarda ortaya çıkmamaktadır. Tam da pasifleşmiş ve yeniden beliren bir organda olması gerektiği gibi eskiden bulundukları noktalarda ortaya çıkar. Bu noktalar tüm memeliler tarafından paylaşılan ve memelerin bulunduğu konumları ifade eden süt çizgileri üzerinde bulunması yine tesadüf değildir.
Beyin Hacmi ve Sinirsel Esneklik
Ağaçlarda dolaşmayı ve tutunmayı sağlayacak hünerli kol ve ellerin kontrol edilmesi, üç boyutlu bakışın işlenebilmesi ve sosyal yaşamın düzenlenmesi gelişmiş bir sinir sistemi gerektirir. Paralel gelişen bir özellik olarak gelişmiş sinir sistemi bu sebeple seçilimsel bir avantaja dönüşmüştür. Kasları kontrol eden motor bölgelerinin ve düşünme ile karar verme işlevini yerine getiren frontal lob geliştiği döller bu yüzden bu evrim sürecinde daha başarılı olmuştur. Primat takımı diğer memeli sınıfı üyelerine göre daha büyük bir beyin hacmine sahiptir. Bu büyüklük vücuda oranla beyin hacmi büyüklüğünün kıyaslanmasıdır. Sadece basit bir hacim artışı değil, primat takımının başka bir özelliği de sinirsel esnekliğinin atmış olmasıdır. Yani öğrenme kabiliyeti gelişmiştir ve hayatta kalmaya yardımca pek çok bilgi öğrenilebilir hale gelmiştir. Bu değişimin kökeninde büyük ihtimalle yine ağaç yaşamı olduğu düşünülmektedir. Ekvatoral bölgede bulunmanın ve yarattığı çeşitliliğin bir sonucu olabilir. Ağaçlarda hangi yaprağın, meyvenin veya böceğin yeneceğini bilmek, hangi dalın sağlam olduğu ya da nerede hangi ağaçlar olduğu gibi bilgiler kalıtımsal bilgi ile aktarılamayacağı için içinde yaşanılan bu büyük çeşitliliğin öğrenmeyi kolaylaştırıcı bir kalıtımı seçmesi muhtemeldir.
Tutunma
Ağaçlarda yaşamak dallara iyi tutunmayı da gerektirir. Primat türlerinde bu değişik şekillerde sağlanmaktadır. Makigillerde (lemurs) ve cadı makigillerde (tarsiers) sivri tırnaklar ağaca saplanarak tutunmanın kolaylaştırdığını, bazen sağladığını gözleriz. Bu ortak atamızın muhtemel tutunma biçimine yakın bir tutunma biçimi olabilir. Yeni dünya maymunlarında ise sivri tırnaklar yardımcı rolüne devam eder. Ancak asıl işlevi ağaçları kavramaya başlamış olan eller almıştır. Aynı zamanda yüksek ağaçlarda yaşayan bu soyda kuyruk beşinci bir tutunma uzvu olarak kullanılır ve diğer primatlara göre önemi çok daha büyüktür. Eski dünya maymunlarında ise başparmağın diğer dört parmağa karşılık gelecek şekildeki biçimin güçlendiği gözlenir. Adı üzerinde olan bu iki soy yaklaşık 35 myö Afrika ile Güney Amerika kıtalarında bulunarak birbirinden ayrılmıştır. Kıtalar arası geçişin nasıl sağlandığı ise tartışmalıdır. İnsansı maymunlarda ise eller daha da hünerlileşmiş ve alet kullanımı miktarı artmıştır.
İnsansı Maymunlar
İnsan bu büyük primat takımı içerisinde insansı maymunlar (Hominidae) ailesindedir. Orangutan, goril ve şempanzeleri de kapsayan bu aile gibonlara uzanan soydan 15-19 myö ayrılmıştır. Tahminlere göre iklim değişikliği sonucu yaşanan bu ayrılış ağaçlardaki besinin azalması ve ağaçların seyrekleşmesiyle birlikte besin ortamı ağaçların alt dalları ile yere (toprağa) taşınarak soyunu devam ettiren bir soydan gelmektedir. Zor koşullar zekânın ve alet kullanımının önemini arttırmış, yiyecek azlığı şempanzelere ve insanlara giden soyda iş birliği ve avcılığı desteklemiştir.
Ayağa Kalkışın Aşamaları ve Kuyruğu Kaybetme
Beslenme ortamının aşağı inmesinin etkilerinden bir tanesi de yerde hareket etme ihtiyacıdır. Seyrelmiş ağaçlarda birinden diğerine geçmek, yerdeki yiyeceklere ulaşmak için, herhangi bir tehditte kaçabilmek veya uzaklara bakabilmek için zaman zaman ayağa kalkmak gerekmektedir. Daha doğrusu evrim sürecinde yer hareketine de adapte olanlar baskın geleceklerdir. İnsansı maymunlarda iki ayaklı hareket (bipedalizm) farklı biçimlerde açığa çıkar. Orangutanlar yaşamlarının çoğunu ağaçlarda geçirmeye devam etmektedirler ve nadiren yer hareketi gözlenir. Asya’da bulunan orangutanların, Afrika’dan şu an bulundukları ormanlara göç ettikten sonra yer yaşamından tekrar ağaçlara geçiş yaptığı düşünülmektedir. Goriller ise zamanlarının çoğunu yerde geçirirler ve zaman zaman iki ayak üzerine kalkabilirler. Şempanzelerde bu durum daha da rahattır, örneğin suya girmek zorunda kalan şempanzelerde uzun süreli ayakta duruşlar gözlenmiştir. İnsan türlerinde ise (Homo cinsi) ise fosiller zorunlu bir ayağa kalkış olduğunu göstermektedir. Bugün halen dört ayaklı hareket etmemiz doğal değildir ve insanda bu iki ayaklılığa geçişin getirdiği büyük bir değişim zinciri gözlenmiştir.
Ağaç yaşamında dengeyi koruma, savunma, avlanma, beslenme veya zaman zaman kur yapmak için kullanılan kuyruk, yer yaşamında eski işlevini kaybetmiştir. Dahası yer hareketinde ve iki ayaklı harekette sorun çıkartmaktadır. Kullanımı sonradan kesilen organlarda sık gördüğümüz bir yok olma gerçekleşmiştir. Gebelik sürecinde uzamaya başlayan kuyruk, kontrollü hücre ölümü ile yok edecek genler ortaya çıkmıştır. Bu kalıtım hem ortaya çıkan sorunu ortadan kaldırdığı, hem de artık işlevsiz olan bir organa harcanacak enerjiyi engellediği için seçilmiş olması muhtemeldir. Kuyruk ortadan kalkmıştır ancak kuyruğun başlangıcı olan üç kemiklik parça ortadan kalkmamıştır. Bu kemiklere kuyruk sokumu kemiği ismi verildiğini çoğumuz önceden işitmişizdir. İnsanda da içe kıvrılarak bir destek yapısı olarak işlevi değişen bu organ kuyruklu atalarımızdan bize mirastır. Ama işler her zaman yolunda gitmez, eğer kontrollü hücre ölümünü gerçekleştirecek genler pasifleşirse, geç veya eksik çalışırsa fazladan bir kuyrukla doğum gerçekleşebilir ve geçmişin izleri açığa çıkabilir.
Bu yazımızda primatların genel özelliklerini ve insanın biyolojik evrimine nasıl bir miras bıraktığını ele almaya çalıştık. Biliyoruz ki insanın primat kökeni yeni çevre koşulları ve kültürel evrimle etkileşimi ile insanın insan yapan sürecin başlangıcını hazırlamıştır. Bu konuyu başka yazılara bırakalım. Yazımızı İslam felsefesinin klasik çağında yaşamış düşünür Ahmed bin Muhammed Miskeveyh’in (940-1030) incelemelerine dayalı olarak yaptığı çağının biyoloji bilgisinin ötesinde büyük bir kestirimi alıntılayarak tamamlayalım. “Bu da maymun ve insana benzeyen diğer hayvanların mertebesidir. Maymunla insan arasında azıcık bir mesafe kalır. Azıcık daha ileri gidilse, bu insan olur. Vücut dikleşir, nesneleri ayırt etme kuvveti açığa çıkar. Bu kuvvetle bilmek ve anlamak başlar.”
Atavizm ya da Ata Soya Çekim Nedir?
Biyolojik özelliklerimiz kalıtlar yada genler dediğimiz DNA parçaları aracılığı ile (bizim gibi eşeyli üreyen canlılarda bu parçalar kromozomlar halinde gruplaşmıştır) olarak nesilden nesile kalıtılır. Evrim sürecinde canlı pek çok özellik kazandığı gibi, aynı zamanda rastgelelik veya enerji korunumunun avantajlı olması sebebiyle kullanılmaya özellikleri de kaybedebilir. Bazı durumlarda e bu DNA parçalarının tamamen ortadan kalkmadığını sadece pasif hale geçtiğini gözlemleriz. Yeniden bir mutasyon (değişim) soncunda bu özellikler tekrar ortaya çıkabilir ve bu soya çekim olarak isimlendirilir. Bu duruma deniz yaşamına karadan geçmiş bir memeli olan balinaların bazılarında arka bacağın beden içerisinde işlevsiz bir kemik olarak bulunması örnek verilebilir. Balinaların bir kısmı bu bacakla doğamaya devam ederler.
Senin deden maymun mu?
Evrim kuramı türeyişi birbirinden ayrılan ve paralel işleyen süreçler olarak yorumlar. Yani bir popülasyon farklı ya da aynı ortamda oluşan ayrılık sonucu popülasyonların içindeki küçük dönüşümler zamanla birikir ve zamanla tamamen ayrı türler olacak kadar farklılaşır. Hiç birimizin dedesi maymun değildi çünkü evrimsel açıdan 60-80 yıl önemsenmeyecek kadar kısadır. Ancak bugün filogenetik çalışmalar ve insansı fosilleri gösteriyor ki bu sayının 100.000 katı kadar yıl önce (yaklaşık 6-7 myö) şempanze cinsi ile ortak atamız yaşamıştır. Evrim bize tüm canlıların aynı kökenden geldiğini ve bu da bize diğer tüm türlerin kuzenlerimiz olduğunu söyler. Yani 6-7 myö’den geriye doğru gitmeye devam edersek tüm canlılarla birleşerek 3.7 milyar yıl öncesine kökenlendiğimizi görürüz.