Haziran, Kent ve İktidar

Geçtiğimiz yaz aylarında ülkemiz büyük bir halk ayaklanmasına sahne oldu. Direniş her ne kadar Gezi Parkı ve Taksim merkezli başlasa da; emekçi mahalleleri, kent merkezleri ve çalışma alanlarıyla İstanbul’un dört bir yanına yayıldı, ardından da tüm ülkeye…

Kuşkusuz milyonlarca insanı sokağa döken şey, AKP’nin on yılı aşkın iktidarı boyunca uyguladığı -aslında 12 Eylül’den bu yana ülkeyi yöneten aklın bir ürünü olan- özelleştirmeci, yağmacı, piyasacı, gericiliği ve milliyetçiliği körükleyen, insanların yaşam tarzına müdahale eden politikalardı. Ancak biz bu yazı kapsamında meselenin cereyan ettiği mekana ve mekanın bu meseledeki önemine odaklanalım.

“Kenti Değiştirmek, Hayatı Değiştirmektir.’1

Evet, Haziran direnişinin mekanı kentlerdi. Zira kritik nokta da burasıydı. Nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı, toplumsal sistemin kendisini var ettiği ve toplumsal mücadelelerin yoğunlaştığı yerler olarak kentlerin, AKP’nin ideolojik hedefleri ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, sorgusuz sualsiz, üstelik hızlı ve köklü bir şekilde dönüştürülmesiydi. Çünkü kentlerin dönüşümü alışkanlıklarımızı, doğayla kurduğumuz ilişkiyi, kişisel düzenimizi kısacası hayatımızı da dönüştürmekte. Örneğin alışveriş için artık bakkal yerine markete gitmek kişisel bütçemizi, isteklerimizi, zevklerimizi ve dolayısıyla yaşam biçimimizi de etkilemektedir.

Dönüşümün hızını ve derinliğini anlamak için, herhalde aynı nehirde iki kere yüzülmez sözünü İstanbuľun herhangi bir sokağına uyarlamak abartı olmayacaktır. Bir gün kalkıyorsunuz ve tepenize bir caminin dikildiğini görüyorsunuz. Her gün önünden geçtiğiniz şirin, tarihi bir yapının yerinde devasa bir AVM’nin yükseldiğini, yazın işten güçten fırsat bulup yüzmeye gittiğiniz plajın köprü ayaklarının gölgesinde kaldığını, her yer inşaat her yer yol çalışması şiarıyla hareket eden belediyenin kentleri birer imar çöplüğüne dönüştürdüğünü görüyorsunuz.

Sonunda iktidar, kentin en merkezi yerindeki “üç-beş” ağacın yükseldiği toprağa da gözünü dikince kıyamet kopuyor. Milyonlarca insanın katıldığı bu kadar kitlesel bir direnişin onca “önemli” meseleyi es geçip bir park üzerine başlaması garip durabilir ancak, Gezi Parkı ve Taksim önemlidir. Orası milyonların kendini özdeşleştirdiği ve ülkenin içinden geçtiği tarihsel sürecin bütünüyle izlerini taşıyan bir mekandır. Dolayısıyla Haziran ‘mesele’sini ve mekanla ilişkisini anlamak için biraz da kentin dönüşümünün izlediği tarihsel sürece bakmakta fayda var.

Küreselleşen Kent

Türkiye kentlerinin bugünkü yapısının temeli aslında 1950’lerde atıldı. Cumhuriyet atılımının birleşik-bütünleşik bir ulusal pazar yaratmak adına kıra yönelik giriştiği ekonomik ve toplumsal hamlelerin bir kenara bırakıldığı 1950’li yıllar aynı zamanda kırdan kente kitlesel göçlere sahne olmuştu.2 Kırsal kesimdeki yüksek doğum oranı ve tarımda makineleşmenin yarattığı işsizlik ile sanayi ve ticaretin kentlerde yarattığı istihdam olanakları birleşince büyük kentlerde yığılmalar başladı. Kuşkusuz Demokrat Parti iktidarının böyle bir süreç yaşanmasında büyük payı var: “Ticaret burjuvazisi ve feodal gerici unsurların ittifakı, kapitalist dünya ile bütünleşme olanakları olan merkezlerin gelişmesini hızlandırırken bölgesel gelişme farklarının büyük kentler lehine açılmasına yol açmıştır. Kırsal kesime ve köylülüğe yönelik kültürel, iktisadi ve toplumsal gelişme hedeflerinin bir bir terk edilmiş olması, geri toplumsal ilişkilerin, emperyalizmle ittifak halinde yeniden üretilmesini ve bölgesel gelişme stratejisinde geri dönüşü beraberinde getirmiştir.”3

Bu dönemin ayırt edici özelliği olan emperyalist-kapitalist dünya ile bütünleşme amacında kuşkusuz ülkemize biçilen rolün etkisi büyüktü. İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin tüm dünyaya kendini kanıtladığı yıllar aynı zamanda Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerin sağcı iktidarlar tarafından “sosyalizm tehdidine”4 karşı, Marshall yardımlarıyla Amerikan paketlerine sarıp sarmalandığı yıllardı. Amerika’dan gelen milyonlarca dolarlık yardımlar, Amerikan kültürünün de etkisiyle, çoğunlukla karayolu yapımına harcandı ve ‘kentlerin katili’5 olan otomobil kentleşmeyi belirleyen en önemli etkenlerden biri haline geldi.

60’lı ve 70’li yılların kentlerini iki dinamik şekillendirdi. Birincisi kente gelen milyonlarca emekçinin, düzenin kendilerine cevap verememesi üzerine barınma sorunlarını kendi kendilerine çözmeleri sonucu oluşan gecekondu mahalleleri, ikincisi ise kentsel yığılmanın kent merkezlerindeki konut talebini artırması sonucu oluşan yap-satçı konut üretim mekanizması ve tarihi yapıların yerinde bir bir apartmanların yükselmeye başlaması.6

Türkiye’de ve dünyada 2. Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran içe dönük piyasa modelinin 1970’lerde yaşanılan krizle birlikte sürdürülemez hale gelmesi ve sosyalist bloğun içine girdiği siyasi kriz sonucu dağılması tüm dünyada yeni bir dönemin başlangıcının habercisiydi. Küreselleşme adı verilen bu yeni dönemin kritik noktası ise azalan kar oranlarını, emeğin ucuzlatılması ve pazar alanlarının genişletilmesiyle dengelemekti. Piyasa üzerindeki kamusal denetim mekanizması kaldırılarak esnek üretim modeli denilen yeni bir ekonomik model ortaya konuldu. Bu modelde hem emekçi güvencesiz olarak daha ucuza daha uzun süre çalıştırılacak, hem de iç pazarı korumaya dönük gümrük duvarı vb. uygulamalara son verilerek uluslararası sermayenin rahatça hareket edebileceği birleşik bir dünya pazarı oluşturulacak. Böylece üretim, emeğin daha ucuz olduğu yerlere, özellikle de 3. dünya ülkelerine kaydırılabilecek.

Türkiye bu döneme 12 Eylül darbesiyle girdi. Darbeden sonra iktidara gelen Özal, hızla kamunun tasfiyesine ve ülke ekonomisinin özelleştirilerek uluslararası tekellerin kontrolüne geçirilmesine girişti. Hepsi birer kamusal değer olan iktisadi kuruluşlar ve üretim tesisleri zarar ettirilerek ya özelleştirildi ya da tümüyle ortadan kaldırıldı. Küreselleşme ile birlikte ulusal planlama anlayışının terk edilerek kentlerin ön plana çıkması ve kentler arası rekabet, bölgesel eşitsizlikleri daha da derinleştirdi ve ayrıca Doğu’da uygulanan savaş politikaları da milyonlarca insanın büyük kentlere kaçmasına sebep oldu.

Kamusal denetiminin ortadan kaldırılmasıyla birlikte yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında kentlerin sermaye tarafından yağmalanmasının önü açıldı. “Yerel Yönetimler Reformu kapsamındaki Belediye Kanunu Tasarısı’nın 12. maddesinde bu açıkça ifade edilmektedir: ‘Belediye kendisine düşen görevleri mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir’. Burada belediyenin görevleri sayılmakta, görevlerin yerine getirilmesinde hemen her fıkrada ‘işletmek ya da işlettirmek’ ifadesi kullanılmaktadır. Böylece belediye hizmetleri zamanla ticari hale getirilerek sermayeye devredilecektir.”7

Bugün kentler sanayisizleştirilerek işsizlik ve suçun kol gezdiği çöküntü alanları haline getirildi. Adım başı yapılan AVM’ler ve zincir mağazalar yüzünden çarşı-pazar esnafı batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Emekçi mahalleleri ve tarihi semtler ise site ve rezidansların kıskacında bir yaşam savaşı veriyor. Bir “dünya kenti” olarak tasarlanan İstanbul’da, Fikirtepe’yi rezidanslar, Tarlabaşı’nı tarihi dokuya “uyumlu” süsü verilmiş iş merkezleri, Paşabahçe’yi ise villa ve lüks otellerin süslemesi planları yapılmaktadır.

Kent ve İktidar

Peki, gelinen noktada, yaşanılan dönüşümün doğal bir sürecin ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz? Kentleşmenin kendiliğinden bir olgu olduğundan bahsedebilir miyiz? İtiraz Manuel Castells’ten geliyor: “(..)Kent ve çevreye yönelik ideolojiler, gelişmiş kapitalizmdeki yeni çelişkileri ifade etmekle birlikte devlet teknokrasisinin ideolojik terimleriyle çarpıtılmaktadır. Değindiğimiz mekanizma şu şekilde işlemektedir; gelişmiş kapitalizmde ortaya çıkan toplumsal sorunlar, mekan ve doğanın örgütlenme biçimlerinden kaynaklanmakta, bu biçimler ise üretken teknolojilerin zorunlu evrimi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu ideolojilerin pratik sonuçları çok açıktır; sorunlar toplumsal olarak ayrıştırılamaz hale gelir. Sınıflar (kişiler gibi) yalnızca doğa ile ilişkileri bağlamında göz önüne alınırlar. Bu şekilde kent ve çevre ideolojileri, sınıf çelişkilerini önemsemeyip ortaya koydukları sorunun tarihsel yapısal köklerini anlaşılmaz hale getirirler. Soruna bu şekilde yaklaşmanın sonucu olarak; söz edilen çelişkilerin ve karşıtlıkların çözümü siyasi olmaktan çok teknik bir mesele haline gelir. Gerçekte bu yaklaşım, tarih boyunca hakim sınıfların ideolojik uygulamalarını yansıtmaktadır.”8

Yukarıdaki alıntıda son cümlenin altınız çizmek gerek. Çünkü kentlerin hali, toplumsal mücadelenin seyrinin sermaye sınıfı lehine gitmesinin bir sonucuysa bunda sermayenin elinde tuttuğu devlet gücü kadar ideolojisinin de payı var. Çünkü bugün bize “çokuluslu sermayenin hareketinin zaman ve mekân sınırlamalarından kurtulmasından başka bir şey olmayan”9 küreselleşmeyi fırsat olarak görmemiz gerektiği söyleniyor, “emek-sermaye çelişkisinin yerine tarihsel tüm kategorilerden bağımsız olarak bir ‘kötü’ (devlet) tanımlaması yapıyor ve yaşanılan yeri ‘sivil toplum’un bir parçası olarak görüp ‘demokratik’ ilan ediyor”10 ve piyasa üzerindeki kamusal denetimin ortadan kalkmasını ‘yerelleşme’ adı altında kutsuyor.

Aynı akıl, doğuşundan bu yana toplumsal mücadelelerin arenası olan ve üzerine yapılan her müdahalede iktidarın izini taşıyan kentleri kendi başına özne olarak ele almamız gerektiğinden ve hatta siyasetçilerin, şehircilerin, mimarların kentler üzerinde söz söyleme hakkı olmadığından, kentleşmeyi sadece o kentte yaşayanlara bırakmamız gerektiğinden bahsediyor.11 Ancak bu sözler nedense sadece var olan iktidar modeline alternatif arayanlara yönelik söyleniyor ve şimdiki kapitalist model es geçiliyor. Oysa kent mekanının her metrekaresi politik bir mücadelenin eseridir ve “Mekanı denetleyebilmenin kendisi bir iktidar mücadelesi gerektirdiği gibi, her iktidar mücadelesinin de mekanı denetlemeye yönelik bir stratejisinin olması başarısının ön koşuludur.”12

Cumhuriyetin ilk yıllarında, dönemin iktidarı yeni bir ülke kurmanın verdiği gücü kente yansıtmak ve kitleleri toplayabileceği bir kamusal alan yaratmak amacıyla Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı inşa etti ve bu mekan zamanla halk tarafından işçi sınıfının toplumsal gücünü gösterdiği, yüz binlerce kişilik mitinglerin yapıldığı bir alan haline getirildi. Bugün de AKP iktidarı tarafından aynı yere yapılmak istenen Cami ve AVM yapıları hem Cumhuriyet’in ve işçi sınıfının kentteki etkisini silmek, hem de kendi kültürünü kente yansıtmak amacını taşır.

Bugün sermaye sınıfı varlığını sürdürebilmek adına kente birçok müdahalede bulunuyorsa, toplumun büyük bir kesimini oluşturan emekçiler ve onların haklarını savunanlar da aynı şekilde kendi seçeneklerini yaratmak zorundadırlar. Kırın yoksullaşmasının, kentlerin büyüyerek yaşanılamayacak hale gelmesinin, ormanların ve su havzalarının yok olmasının önüne, ancak toplumun tümünün çıkarını isteyen, kamusal yarar hedefiyle hareket eden bir siyaset ve planlama anlayışıyla geçilebilir.

Kapitalist üretim tarzı, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle planlamanın varsaydığı kamusal yararlara ancak üretiminde toplumsal olarak denetlendiği bir yapıda ulaşılabilir. Piyasa mekanizması ve bunun kaçınılmaz sonucu olan yığılma ekonomilerinde, sürekli büyüyen büyük kentlerin -örnek olarak İstanbul’u alınız- büyümesini sınırlama olanağı bulunmamaktadır. Bu ancak kapitalist programın yasalarından ve kurallarından özgürleşecek kolektif bir aklın iradi bir etkinliği olarak gerçekleştirilebilir.13

Kaynakça

  • H. Çağatay Keskinok, Kentleşme Siyasaları, Kaynak Yayınları, 2006
  • Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, Sel Yayıncılık, 2013
  • Manuel Castells, Kent Sınıf iktidar, Bilim ve Sanat Yayınları, 1997
  • Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, Ayrıntı Yayınları, 1990
  • Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim Yayınları, 2011
  • Tumay Kurtaran, Tarihsel Süreç içerisinde Kent, Gelenek Dergisi, Sayı 80
  • İstanbul Buluşmaları 2010, İstanbul; Kültür, Başkent 2010 Kitapçığı, İstanbul Şehir Plancıları Odası

Dipnot

  1. Henri Lefebvre
  2. Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, s. 87
  3. H. Çağatay Keskinok, Kentleşme Siyasaları, s. 15
  4. “Bu kış komünizm gelecek” sözü dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından halka sosyalizmi bir tehdit olarak benimsetmek için sık sık kullanılırdı.
  5. “(…) otomobil bir katildir, şehirleri katleden otomobildir.”, Doğan Kuban, İstanbul Buluşmaları 2010, İstanbul; Kültür, Başkent, 2010 Kitapçığı, s. 18
  6. Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu, a.g.e, s. 95
  7. Tumay Kurtaran, Tarihsel Süreç içerisinde Kent
  8. Manuel Castells, Kent Sınıf, İktidar, s. 16-17
  9. H. Çağatay Keskinok, a.g.e, s. 30
  10. Tumay Kurtaran, a.g.e
  11. Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, s. 21
  12. Lefebvre ve Poultanzas, aktaran Tumay Kurtaran, a.g.e
  13. H. Çağatay Keskinok, a.g.e, s. 52