Otobüs yolculukları yaşamımızda uzun bir zamandır yer edinmiş durumda. Herhalde günümüzde hiç otobüs yolculuğu yapmamış ya da hayatının herhangi bir anında yapmayacak olanımız yoktur. Öyle ya iş gezileri, aile ziyaretleri, bayram gezmeleri, biraz kafa dinlemek için tatil kaçamakları vb. derken kendimizi bulunduğumuz ilin terminalinde yılda en az bir iki kez buluveriyoruz. Hava yollarının, demir yollarının, özel araç kullanımlarının yaygınlaşmaya başlaması da bu durumu değiştirmiyor üstelik. İnsanların çoğu ucuz ve erişimi sürekli oluşundan dolayı kolay kolay çıkarmıyor hayatlarından bu ulaşım biçimini.
Hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmuş bu yer değiştirme türü kendi kültürünü de yaratıyor doğal olarak. Bir gözünüz saatte kalkış vaktini beklerken sizi uğurlayanlarla yaptığınız kısa sohbetin tadı hiçbir şeye değişilmez örneğin. Yahut cam kenarında otururken, hele bir de gündüz vakti ise, yol kenarlarında izlediğiniz her zaman görmediğiniz ya da göremediğiniz için size doyulmaz gelen dağ, ırmak, ova manzaralarının ardından gelen, sadece güzergâhtaki kısmına göz atabildiğiniz şehirler insanda “yaşıyorum ve başkaları da yaşıyor” hissini uyandırır. Mekânınız bir otobüsün içindeki herhangi bir koltuk ise eğer dinlediğiniz müzik ya da izlediğiniz film size daha bir güzel gelir. Ya da yolculuğunuzda elinizdeki kitabı bitirebilme şansını yakalamışsınızdır. Karşı terminalde artık inme vakti geldiği zaman sanki birisi kulağınıza şunu fısıldıyormuş gibi hissedersiniz ister istemez; “Evet, belki de boş geçecek bu zamanını sen kitap okumaya ayırdın, aferin sana.”
Kapitalizmin akıldışılığı
Daha ne kadar sayılabilir bilmiyorum ancak benim bunların yanına eklemek istediğim çok önemli bir otobüs yolculuğu aktivitesi vardır ki o da otobüs bileti alma sürecidir. Genelimiz nasıldır tahmin edemiyorum ama bilet alma eylemi bana okuduğum tüm sosyoloji, felsefe, iktisat kitaplarının söylediklerini pratikte görme fırsatı verir hep. Beş saatlik kısa Ankara-Kayseri yolculuğum öncesi iktisattaki arz-talep ilişkisini, kapitalistin rekabetçi “dayanışmacı” hallerini somut olarak gözlemleyebilirim. Şöyle ki; yılda birkaç kez gittiğim memleketim Kayseri’nin toplamda beş tane otobüs firması var. Bunlardan bir tanesi kalite bakımından en iyisi, bundan ötürü de çoğunluğun ilk tercihidir. Diğer dördü rekabetten düşmemek için kıyasıya bir yarışa girerler bu firma ile ve tabi ki birbirleri ile de. Mesela en iyi otobüs firması saat başı Ankara-Kayseri arası sefer başlatmışsa, diğerleri de rekabetten düşmemek adına aynısını yaparlar. Ancak eğer bayram seyran durumları yoksa yolcuların az olmasından kaynaklı otobüsler çoğu zaman boş gelip giderler ve firmalar ciddi zarara uğrarlar. Firmaların bu duruma çözümleri şudur, hem rekabetten düşmemek hem de zarara uğramamak için “ne gelirse kardır” mantığı ile fiyatları düşürdükçe düşürürler. Kayseri’ye 10 TL’ye gittiğimi bilirim örneğin.
Bu duruma istisna zaman dilimi yalnızca bayramlardır. Çünkü bayramlarda tüm firmalar aralarında anlaşır ve yoğunluktan dolayı biletler için maksimum ücreti belirlerler. Nasıl olsa tüm otobüsler dolacaktır, rekabete ne gerek vardır? Baptiste Say’in dediği “arz kendi talebini yaratır” ya da Necibe Hala’nın söylediği “fazla demleyeyim ya içilir” sözü içinde yaşadığımız sistem için doğrudur.
Anlattığım örnek “Kayserili kurnazlığı”na indirgenemez elbette. Çoğu zaman ucuza gidildiği için olumlanabilecek ancak firmaların anlaştığı zamanlarda insanları, yani yolcuları zora sokan bu örnek kapitalizmin ne kadar akıl dışı olduğunun kanıtıdır. Öyle ya rekabetin ‘güzelliği’ insanları çoğu zaman daha az ödeme yapmalarına neden olmaktadır ancak bu anlarda boş ya da birkaç kişi ile giden saat başı seferlerde litrelerce mazot boşa gitmektedir. Bunun yanında bayram vakti geldiğinde ise insanlar firmaların anlaşmasından dolayı ödemesi gereken gerçek fiyattan daha fazlasını öderler. Bundan daha akla mantığa sığmayan bir şey olabilir mi?
Akıldışı bir Çalışma Bakanı
İncelediğimiz örnek kapitalizmin ulaşım sektöründeki hallerini gösteriyor ve şu an için çoğu insanda ciddi bir yük oluşturmuyor kuşkusuz. Ancak siz bir de bunun sağlık sektöründe yapıldığını düşünün, sonuç ne olurdu? Düşünmesi bile fena gerçekten… Ancak düşünmesini bırakalım yakın zamanda bu durumun acı sonuçlarını göreceğiz ya da yaşayacağız gibi duruyor. Çünkü özel hastanelerin aldıkları ilave ücret miktarını daha öncesinde yüzde 70’ten yüzde 90’a çıkarmışlardı. Bayram öncesi yapılan bir değişiklik ile de tam yüzde 200’e çıkardılar. Yapılan bu değişiklikle ilgili çalışma bakanının açıklamaları ise sağlık sistemini ulaşım sistemi, hastaneleri ise otobüs firmaları olarak gördüğünün bilinçaltındaki yansımasını bize sunuyordu. Şöyle diyordu Bakan, “Gelişen süreçler içerisinde sürdürülebilirliği açısından özel hastanelerin olmasını istiyoruz. İstiyorsanız, bu yatırımın artısını görmeniz gerekiyor. Özel hastanelerde binanın yapılması, işlenmesine kadar tüm maliyetlerin yatırımcıya ait olması durumu var. Kamuyla özel hastaneyi maliyetler açısından eşit tutmak mümkün değil. Onun için bir fark uygulaması var. Daha adil olma adına yapılan bir düzenlemedir.” ve ekliyordu; “Burada bir rekabet ortamı oluşacak, büyük ölçüde çok önemli branşlarda fark alınmama noktasına da gelinecek. Daha önceki uygulamalarda, 7-8 branşta fark alınmıyordu. Üç katına kadar fark alma imkânı varken rekabet ortamı içerisinde fark alma oranları çok düşüyordu. Artık iki katına kadar fark alınabiliyor. Yani siz diyelim ki bir doğum ameliyatını 400 liraya yapıyorsunuz. Bunu özel hastane 800 liraya kadar yapabilecek. Rekabet ortamında kaç liradan oluşur, onu süreç içerisinde göreceğiz.”
Akıldışılığın sağlığa etkisi
Şimdi Bakan’ın söyledikleri doğrultusunda sağlık sisteminin varacağı noktaya, ulaşım sisteminin mevcut durumunu gözeterek “rekabetin faydaları” üzerinden bakalım. Özel hastaneler de otobüs firmaları gibi hizmetlerinin gerçek ücreti ile değil talebe göre belirledikleri miktar ile sunumda bulunacaklardır. Bunu kestirmek mümkün… Buna günümüzde de şahit oluyoruz üstelik. En basit cerrahi işlemler dahi talep fazlalığından dolayı maliyetinin üzerinde fiyatlar ile sunuluyor insanlara. Ayrıca sağlık sistemi, ulaşım sektörü gibi değil ki sadece bayramlarda hastalanalım. Öyle ya, sağlık; her insanın vazgeçilmezi ve sürekli hasta olsa da olmasa da alması gereken bir hak… Bu yüzden talep her zaman var. Böylesine “açık bir pazar” da zaman zaman fiyatlar çok düşük ücretlerde sunulsa da çoğu durumda fiyatları tekel haline gelen ‘en iyi’ hastanenin ya da tüm hastanelerin ortak belirlediği durumlar görülür. Böylesine bir sistemde insanların çoğunun gerekli sağlık hizmetini alamayacağı ise çok açık… Üstelik tekrar vurgulayalım bahsettiğimiz şey sağlık. Ulaşımda biletlerin aşırı fiyatlarından dolayı en fazla ailemizi o bayramda göremeyiz ancak bu durum sağlık sisteminde olunca yaşamımızı çok basitçe kaybedebiliriz.
Buna bir örnek verirsek, Acil Sağlık Hizmetleri sağlık sisteminde yoğunluk bakımından süreklik gösteren alanlardandır. Bu yüzden genellikle özel hastanelere ait olan özel ambulans şirketlerinin sayısı yıldan yıla sürekli bir artış gösteriyor. Çünkü onlara göre bu alan ‘müşterisi’ bol olduğu için tam da girilmesi gereken bir sektör. Acil hizmetlere talep sürekli olduğu için de ambulans ücretlerini sürekli fahiş fiyatlarda tutuyorlar. Bu yüksek ücretleri bir taraf ödeyebilirken, ödeyemeyen yoksul kesim ise devlet hastanelerinde bulunan az sayıdaki ambulansları beklerken hayatını kaybedebiliyor.
Başka bir örneğimizi de ilaç firmalarının tutumundan verebiliriz. Domuz gribi patlak verdiği sırada, öncesinde salgın durumlarına karşı hiçbir önlem alınmadığı için aralarında ülkemiz insanlarının da olduğu birçok kişi yaşamını kaybetmişti. Herkes de bir korku var, her haber bülteninde domuz gribi vakaları ilk haberler arasında yer alıyordu. Sonrasında bu durumu fırsat bilen, grip virüsüne karşı aşı geliştiren ilaç firmaları, aşıları birçok ülkeye yüksek fiyatlar ile satmışlardı. Üretim maliyeti fazla olduğu için mi dersiniz? Kesinlikle böyle değildi, fazla olan şey vardı. O da talepti. Çoğu yerde aşılar halka ücretsiz sunulsa da devletlerin kasasının önemli bir kısmı bu firmaların kasasına havale olmuştu, talebe göre düzenlenen fiyatlar yüzünden. Devletlerin kasasını dolduran halkın vergileri olduğu için de olan yine halka olmuştu elbette. Ancak bundan daha kötü durumda olan insanlar da vardı. Yeterli paraları olmadığı için aşıları temin edemeyen ülkelerinde domuz gribine yakalanan birçok kişi yaşamını kaybetti.
Mantıklı olan
Bunun yerine eğer sağlık sisteminin hizmet sunumunda bulunan unsurların tamamı (hastaneler, ilaç şirketleri, eczaneler vb.) kamuya ait olsaydı ve bunlar tamamen halkın vergileri ile ücretsiz ve eşit bir şekilde sağlansaydı -yazımızın mütevazı olma iddiasından kaynaklı basitçe ifade etmemiz gerekirse- durum aynen şu şekilde olurdu: İnsanlar parası olmadığı için sağlık hizmetinden mahrum kalmaz, birçok hastalık ortaya çıkmadan yok edilir, sağlık toplumsal alanın bir parçası haline getirilir, sağlık hizmetleri sadece hastalık durumlarında başvurulan yapılar olmaktan çıkartılırdı. Salgınların ise, toplumcu tıp anlayışı doğrultusunda yapılacak bağışıklama programları, sanitasyon işlemleri, toplum katılımlı hijyen eğitimleri, beslenme ve egzersiz düzenlemeleri ile ortaya çıkmasına asla izin verilmezdi. Çünkü akla, mantığa uygun olan budur.
Mantıklı olan üzerine daha fazla düşünmemizin gerekliliği
Görüldüğü üzere, rekabetin ne kadar akıldışı, özellikle de sağlık alanında yapıldığı zaman ne kadar acı sonuçlara yol açtığı ortada. Çalışma Bakanı’nın açıklamalarından bunun daha fazlasının da kapıda olduğu görülüyor. Peki, tüm bunlar ortadayken Çalışma Bakanı bu çok basit denklemi anlamıyor mu? Bunları anlayıp anlamadığı, bilip bilmediği bir yerden sonra önemsiz kalıyor şüphesiz. Gerçek şu ki, çalışma bakanı sınıfsal konumunun gerektirdiği gibi konuşuyor ve eylemde bulunuyor.
O konuşmaya devam etsin, hepsi konuşmaya devam etsin. FKF’liler de konuşmaya devam etsin ancak… Otobüse ödeme yapmaksızın binildiği, sağlık hizmetinin ücretsiz sunulduğu ülkeyi kuracağız kuşkusuz, bunu sürekli vurguluyoruz. Madem bu kadar iddialıyız, ‘yeni bir ülke’nin altını doldurmaya da başlamalıyız artık. ‘Yeni’den kastımızın aynı zamanda mantıklı olan olduğu kesin. Mantıklı olanı ise daha fazla açığa çıkarmamız önemli. Bu yüzden içimizden yaşadığımız sistemin ve onun temsilcisi AKP’nin çelişkilerini daha fazla oranda deşifre etmeli, bunların karşısına koyacağımız ‘yeni’ üzerinde de daha fazla durmalıyız. Üniversitelerin durumu ortada, peki bizim üniversitemiz nasıl olacak? Eğitim sisteminin hali belli, sağlık, yargı ve daha nicesinin de öyle. Peki, kuracağımız yeni ülkede bunlar nasıl olmalı?
Bu yazı ile önem verdiğim bu konuya mütevazı bir giriş yapmak istedim. FKF’li dostlarımın da bu konuya eğilip, hakkında daha kapsamlı metinleri beraber geliştirmemiz dileğimle.