Sokak başındaki Semazen kahvesinde boş bir yer bulup da oturduğunda, Ahmet’in senin gözlerine baktığını ve bakarken de orada senden başka şeyler gördüğünü hissedersin. Marangozun oğlu Süleyman’ınki gibi değildir onun bakışları. Süleyman izlemekten öte baktıysa sana, ne kaldırımda havlayan köpek kalmıştır ne de avaz avaz eskici. O an Süleyman’ın edepsiz olduğunu geçirmezsin aklından ama Ahmet edeplidir. Bakmanın adabını sanki herkesten önce o keşfetmiş gibi bir duruşu vardır, sokak başındaki Semazen kahvesinde ufak ufak seni adımlarken.
Ahmet’i ilk fark ettiğinde mavi görmüşsündür. Saçı, başı, kaşı, gözü… Hani deniz gibi ya da ya da gökyüzü gibi değildir ondaki mavi. Böyle aralara yeşil, kahverengi ya da parıl parıl san karışmamıştır. Bilmediğin bir şey… Baştan başa Ahmet mavisi…
Sen böyle geçirirsin aklından ama gerçek bu değildir. Ahmet kahvenin en güneşli masasında için için terlemekte, vücudu sıcaktan ağır ağır mayışmaktadır. Rüyasında gördüğü Madam Blanchet değildir tam karşısına geçmiş arsız arsız sırıtan kadın. Bu kadın bu sırıtıştan utanmıyorsa da Ahmet deli gibi utanıyordur. Madam Blanchet Ahmet’in içinde, sırt Ahmet istediği için, onu kıskanıyordur. O an her şeye s_ çekip gitmek istiyordur ama kahvenin en gündüzlü masasında oturup yaşın yaşın terlediğinden kalkıp gitmek gücünü kendinde bulamıyordur.
Başka bir mekanda ve zamanda karşılaşmış olsalardı: mesela pazarda. Bu kadın Ahmet’e bir kilo domatesi uzatırken Ahmet ona bacım derdi dolu dolu. Yaşı Ahmet’inkinden büyük olmuş olsaydı ya da öyle gösterseydi Ahmet bu seferde bir anam patlatıverirdi. Hem de öyle adetten olduğu için falan değil. Kadın da aradaki farka aldırmadan, Ahmet’in yaşı ister kırk ister elli olsun, gırtlaktan bir abim’le karşılık verirdi. Ahmet o zaman utanmadan bakarken kadının gözlerine, kadından başka şeyler gördüğünü hissedebilirdi. Hani o gözlerindeki ne gökyüzü ne deniz. Ama işte, o semazen kahvesinde güneş güneş oturup dururken ne bu kadın dolu dolu bacım ne de bu adam mavi mavi Ahmet…
***
Akşam vakti oturup şöyle ağız tadıyla bir yemek yemenin bu kadar zor olduğunu bilseydi, kahve dönüşü domatesleri soymaz yumurtaları heba etmezdi. Keşkeleri tek tek saydırırken aklından menemenini kanış karış didiklemezdi. ” Kalk git!” dedi Madam Blanchet Ahmet’e, her ne kadar Ahmet bunu hiç istemese de. “Bul o kadını. Ne konuşmak istiyorsan konuş, sonra yine dönüp gelirsin.” “İstemez” dedi Ahmet, canı ne gitmek ne kalmak ne de konuşmak istiyordu. “Kalk git” dedi Madam “canımı sıkıyorsun. Ahmet ama kadınla gerçekten konuşmak için gitmedi Semazen’e. Blanchet’i kıskandırmak mıydı amacı bilinmez, varır varmaz kadının yanına oturdu.
– Züleyha benim adım. Sen de Ahmetsin.
– Yusuf olamaz mıyım?
Yusuf dediğin öyle bakmaz. Daha mülayim olur Yusuflar. Hem Ahmet padişah mıydı neydi? İyi değil mi öylesi? Peygamber olmaz senden.
– Yusuf’um ben öyle bir tarikatın müridi falan da değilim.
– Yani sen şimdi diyorsun ki A çarpı B, B çarpı A’ ya her zaman eşit olmaz.
– Matematiği nereden öğrendin?
– Blanchet’e sorsana o öğretti.
– Blanchet matematikçi miymiş?
– Matematikçi olan sensin, Ahmet değil misin?
-Ahmet abim olur ben Yusuf’um.
– Ahmet her zaman abi olmayabiliyormuş.
-Kaç saattir oturuyorsun burada?
– Gözlerin ne güzel mavi…
– Aç mısın?
– Sanki deniz… ama değil.
– Ben Ahmet.
-Ben de Züleyha.
***
Ahmet böyle geçiriyordu aklından ama gerçek bu değildi. Bir hışımla girmişti Semazen’e. Nerede otursam diye düşünmeden ilk gördüğü sandalyeye çöküvermişti.
Tanıyanlar Ahmet’te az buçuk delilik olduğunu söyler dururdu her yerde ama Ahmet deli değildi. Yusuf bile olurdu ondan ama deli olmazdı. Deli dediğin öyle bakmazdı. Tanıyanlar bilmezdi ama Ahmet’in gözünün içinde göz olduğunu Züleyha o gün görebilmişti. İnsan yutmuş gibi sanki diye geçirmişti içinden. Blanchet o zaman Züleyha’ya
– Kalk git, demişti.
– Sesin ne kadar yumuşak.
– Senin aradığın Yusuf bu Ahmet değil.
– Ya benim aradığım tam da Yusuf olan Ahmet’se?
– Görmüyor musun? Bu adam sana bakmıyor.
-Görüyorum. Sen kimsin?
– Madam Blanchet.
– Ben de Züleyha. Sesin ne kadar yumuşak.
İşte o zaman Züleyha Ahmet’ten korkmasa da Blanchet’ten korkmuştu. Hani o gözler ne deniz ne gökyüzü. Ürkek ürkek kalkmıştı masadan. Başka bir zamanda ve mekanda karşılaşmış olsalardı: mesela otobüs kuyruğunda. Ahmet Züleyha’ya yer verseydi, Züleyha o zaman dolu dolu kardeşim derdi. Yaşı Ahmet’ten küçük olsaydı o zaman Ahmet yer vermezdi ona. Bu yüzden Züleyha sadece dolu dolu kardeşim diyebilirdi. Ahmet de mutlu mutlu gülümser, Züleyha’nın gözlerinde Züleyha’dan başka bir şey gördüğünü hissedebilirdi.
Öğlen ki gibi terlemiyordu Ahmet ama üzerinde yine aynı mayışmışlık vardı. Artık bir şeylere s_ çekip gitmek de istemiyordu. Öylece oturuyordu, sanki oturmanın adabını herkesten önce o keşfetmiş gibi. Bakıyordu etrafına alık alık. Blanchet içinde susuyordu. Başka bir mekanda ve zamanda olsa: mesela deniz kenarında. Ahmet aradaki fark ne diye düşündü? Baktı uzun uzun Semazene. Hani o gözlerindeki ne deniz ne gökyüzü… “Kalk git” dedi Blanchet, uzun bi süre sonra “canımı sıkıyorsun”. Kalktı Ahmet. Gün biterken ayrıldı Semazen kahvesinden. Artık ne aklında arsız asız Züleyha ne de bakışlarında mavi mavi Ahmet vardı.