Haziran’dan Sonra Sanat

Akın Art (Nazım Hikmet Akademisi – Edebiyat Bölümü): Bu ay üçüncüsünü gerçekleştireceğimiz Yuvarlak Masa’mızın konusu Haziran İsyanı’nın sanata şimdiye kadarki yansımaları ve bundan sonraki olası yansımaları. Sanatsal üretimlerle siyasi pratikler arasında bir ilinti olduğu varsayarak böyle bir oturum gerçekleştiriyoruz. Çok eski bir sorudur: Sanatla siyaset birbiriyle ilişkili midir? Çok sorulmuştur. Bundan sonra da sorulacaktır herhalde. Ben hala zihin açıcı olduğunu düşünüyorum. O yüzden bu soruyu tekrar sorarak başlayalım isterseniz. Var mıdır böyle bir ilişki?

Neslihan Çıtak (Yıldız Teknik Üniversitesi Sinema Kulübü): Ben bir ilişki olduğunu düşünüyorum.. Sanat eserleri insana topluma umut aşılayıcı ürünler olmalı. Eğer bir film yapıyorsam izleyici bu filmi izlediğinde yaşama direnç gösterme konusunda motive olmalı. Yaşamaya dair insanın pes etmeme içgüdüsünü harekete geçirmeli diye düşünüyorum.

Melek Yeşilyurt (Boğaziçi Üniversitesi – Psikoloji): Ben sanata şu olmalıdır şunu vermelidir gibi işlevsel açıdan bakmak değil de, biraz daha Türkiye tarihi ile Türkiye sineması arasında kurulabilecek paralelliklerden bahsetmek istiyorum. Türkiye sineması aslında 1950’lere kadar durgun bir üretim alanı. Sinema Türkiye’de biraz daha geç gelişiyor, sinema gösterimler vs. var ama film çekilmeye film üretilmeye biraz daha geç başlanıyor. Bu noktadan bakınca 60’larla beraber üniversiteler özerkleşiyor, TRT görece özerkleşiyor sonra, TİP deneyimi, sonuçta tek tek bunlarından bir araya gelmesiyle değil ama daha özgür bir ortam oluşuyor bütün olarak. Gerek tek parti dönemi, gerek DP iktidar döneminde insanların örgütlenmesi ve bir şeyler üretmeye başlamasıyla üretimler tek tip olmaktan çıkıyor. Sonra Metin Erksan’ın Susuz Yaz filmi; Ömer Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün, Diyet üçlemesi; Vurun Kahpeye gibi daha toplumsal filmler ortaya çıkmaya başlıyor. 70’lere dair spesifik örnekler veremeyeceğim ama 80 darbesinden sonra daha farklı içerikte filmler ortaya çıktı. Darbe oldu. İnsanlar bundan çok etkilendiler. Sadece darbeyi anlatan filmlerden bahsetmiyorum. Seks filmleri çoğaldı örneğin ya da sanat sineması diye adlandırılan ürünler azalmaya başladı. Var olanlar da daha çok içe kapanık, umutsuzluğu anlatan filmler olmaya başladı. 2000’lerde yapılan filmlere baktığımızda da umudu anlatan çok az örneğimiz var. AKP iktidarının on birinci yılını doldurmaya yaklaştığı bir dönem. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan daha ağır tempolu ve daha karamsar filmlerle dönemin ruhunu ve özgünlüklerini yakalıyorlar. Mesela Bir Zamanlar Anadoluda’yı izleyen çok az insan bu filmden umutlanarak çıkmıştır herhalde. Ama Gezi öncesi Türkiye’sini çok iyi anlatan bir film olmuştu. Sanatla siyaset arasında, siyasetin sanata, sanat bunu anlatmalıdır türünden bir dayatmada bulunduğu bir ilişkiyi doğru bulmuyorum. Tabi bu propaganda türünden filmler çok kötüdür, bulaşılmasın demek anlamına gelmiyor. Bu tarz filmlere de gereksinim olduğunu düşünüyorum. Sanat siyaset ilişkisinin belirleyeni şudur bence: sanatçı zaten toplumun bir parçası olarak toplumsal süreçlerden az ya da çok etkileniyor. Bu etkilenme de üretimlerine yansıyor.

Şafak Küçüksezer (Boğaziçi Caz Korosu, Hürriyet Bandosu): Melek zaten işin kuramsal yanına biraz girmiş oldu. AKP Türkiye’sinde Nuri Bilge Ceylan, Bir Zaman Anadoluda’yı üretiyorsa, bunda sanatın içerisinden çıktığı toplumsallığın damgası vardır. Dolayısıyla sanatçı istesin veya istemesin, o toplumsallığı ürettiğiyle yansıtıyor. Sanatın görevlerini örneklemeye çalışalım. Ama sanatın devrimci yanı aynı zamanda o toplumsallığı etkilemesidir. Dolayısıyla üretim sürecine girdiğimiz zaman bunu gözeterek tarafımızı belirlememiz gerekiyor.

Masis Aram Gözbek (Boğaziçi Caz Korosu): Sanat söyleyecek sözü olan insanın işidir. Dolayısıyla sanatçının bir dünya görüşü, bir rahatsızlığı, ısrarcı olduğu bir şey olmalıdır. Çünkü sanat bizim için bir araç aslında. Mesela ben kendimi en iyi müzikle ifade ediyorum, bir heykeltıraş en iyi ortaya koyduğu bir heykelle, öbürü belki bir tabloyla, öbürü başka bir şeyle… Biz bu aracı kullanmadığımız zaman asıl noktadan uzaklaşmış oluyoruz. Sanatla kendimizi çok rahat ifade edebilecekken bunu yapmıyoruz. Bu noktada o sorumluluklar çok önemli oluyor. Melek’in de söylediği gibi sanatçı zaten içinde bulunduğu toplumdan, yaşadığı olaylardan, içinde bulunduğu politik ortamdan etkilendiği için bunu yansıtması da aslında en doğal olanı. Bu konuda bazı çekinceler ortaya çıktığında sanat üretiminin samimiyeti de sorgulanabilir hale geliyor. Bana göre samimiyetin olmadığı yerde sanattan bahsedemiyoruz. En azından müzik için bu böyle. Benim için ortada bir samimiyet yoksa yapılan şey hiçbir zaman müzik olmuyor.

Sanatın siyasetle ilişkisi çok güçlü… Onu da kendimce şöyle açıklayabilirim. Çağlar boyunca yöneten kesimlerin en çok korktuğu şey olmuş sanat. Günümüzde her yerde uygulanan ve bu ülkede de uygulanan, son on-on bir yıldır artarak uygulanan sansürün sebebi de bu. Mesela bir tiyatro sahnesinde pek çok kişiye aynı anda çok etkileyici bir biçimde seslenebiliriz. Bir sinema filminde, bir sahnede iletmek istediğimiz mesajı rahatlıkla milyonlara ulaştırabiliyoruz. Bu rahatlığın farkında oldukları için sürekli bir şekilde insanların estetize edilmiş mesajlarını sansürlemeye çalışıyorlar. Sanat ve siyaset arasında çok kuvvetli bir ilişki vardır ve her zaman da olmaya devam edecektir. İnsanların kendilerini ifade etmekten çekinmediği, korkmadığı sürece bu ilişki devam eder. Ama öbür türlü öyle bir ilişkisinden bahsedilemez. Artık yaşadığımız şeylerden kopuk bambaşka şeylerdir. Mesela ben bir pırasa aldım, çok güzeldi ve bunu konuşabiliriz beş saat. Ama bu noktada biz Şafak’ın söylediği gibi diğer tarafı tercih ediyoruz.

Melek: Ben de sansür meselesiyle ilgili bir şeye değinmek istiyorum. Zaten sanatçı, aydın kişi halkına karşı sorumludur. Toplumsal hayatta karşılaştığı durumları bir şekilde yansıtmakla yükümlüdür. Ama öte yandan şu da var, sanatçı ya da aydın kişi yaptığı üretimi sürdürebilmek için direnmek zorunda. Sanatın kendisi direnişe dönüşebiliyor. Eğer tiyatrolar kapatılıyorsa, Emek ve Alkazar Sinemaları yok ediliyorsa, Beyoğlu Sineması kapatılmak isteniyorsa, AKP’li bürokratlarca sanat eserinin içeriğine karışmaya başlanıyorsa, Kültür Bakanlığı’ndan zaten destek alamayanlar ya da daha bağımsız bir yerde duranlar bu defa bir şey üretemez hale geliyorlar ya da ürettikten sonra seyirciyle dayanışarak onlara rağmen direniyorlar. Sanat üretiminin kendisi bir direniş haline geliyor. Fazıl Say istediği şekilde istediği sanatı üretebilmek için karalama kampanyası ve sansüre göğüs germek zorunda kaldı.

Akın: Benim şöyle küçük bir itirazım var. Sanatçının halka karşı sorumluluğundan bahsediyoruz. Ama öyle bir noktaya gelindi ki bazen doğrudan sansür çoğunlukla da sadece “bazı” ticari üretimlerin devlet veya sermaye grupları tarafından desteklenmesi sonucu, nitelikli sanat pratikleri dışlanıyor. Bu yüzden sanatçı diye imtiyazlı bir kimseden 2013 Türkiyesi’nde bahsedemiyoruz. Bir de siyaset dediğimiz kurguyu biz çok yalıtık bir yere koyuyoruz. Şundan bahsediyorum siyasi partiler, eylemler, mitingler bunlar siyasi alanın bir parçası ama artık siyaset dediğimiz kurgu hayatımızda sadece politik alanı belirlemiyor. Özel alana da taşıyor. Tayyip Erdoğan denilen adam insanların kaç çocuk yapacağına karışabiliyor, otobüslerde bir çift “ahlaksız” davrandığı için, sevgilisinin elini tuttuğu İçin uyarılabiliyor “duyarlı vatandaşlar” tarafından. Tüm gündelik pratiklerimiz birer politik mevzi haline gelmiş durumda. Özel hayat ve politik alan diye iki ayrı kategoriden bahsedemez hale geldik neredeyse. Dolayısıyla, sanat insanın gündelik yaşamının her alanını yansıtırken ve bu alanların tamamı politikleşmişken, sanatın politik olmaması imkansız. Bence sanat siyaset ilişkisini kuran bağ budur. Bir diğeri de bugün sanat yapıtının umut taşıması gerektiği varsayımı (umuttan ne anladığımız da ayrı bir konu). Bu, bence genelleştirilebilecek bir şey değil. İnsanlığın geriye doğru gittiği, fakat kimsenin bunun farkında olmadığı, ilerlemediğini düşündüğü bir çağ hayal edelim. Böyle bir durumda sanatın görevi umutsuzluğu örgütlemek de olabilir. Güncel bir siyasi ihtiyaç olarak umuda ihtiyacımız olduğunu ben de düşünüyorum. Gezi de bunu sağladı. Ama genelleyerek, sanat umut taşımalıdır, şunu yapmalıdır vs. denemez. Bunlar değişebilecek şeyler.

Masis: Sanatın bu eksikleri, ihtiyaçları kapatması şart midir acaba?

Şafak: Toplumsallığı bir savaş alanı olarak tanımlayabiliriz. İnsanların yatak odalarına kadar girildiği ve baskı kuranla baskı altında kalanın dişe diş savaştığı bir alan. Burada AKP de belli araçları, sanatı savaş aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Ticari filmler ile bunu sağlamaya çalışıyor. Bunun gibi zamanlarda umut dememizin sebebi, eğer sanat doğruda duracaksa, bunun başka bir şekilde olamayacağındandır. Tabi ki bir başka dönemde umutsuzluğu örgütlemek gibi bir görevi de olabilir. Sanat yoz hale getirilip egemen sınıf lehine de kullanılabilir, ezilen sınıflar adına da. Sınıflar sanatı statik bir şeymiş gibi, duvara dayalı bir silah gibi kullanıyorlar demiyorum. Sanat bunlarla beraber devinen, kendi çatışmasını da yaşayan ve burada saf tutan bir aktör.

Akın: Şerefine Tayyip diye bir slogan çıkıyor. İçki içmenin kendisi, tabi bir yere kadar, politik bir eylem haline gelebiliyor. Cemal Süreya’nın politik bir şair olduğunu söylüyoruz ya çok fazla doğrudan siyasi şiiri olduğu için mi? Hayır. Ama “Sayın Tanrı’ya kalsa seninle yatmak günah, daha neler” dizesini düşünelim. Bu da politik bir dizedir. Hele hele bugün AKP Türkiyesi’nde okunduğunda.

Masis: O anki durum, Türkiye’nin şartları neyin politik olup olmayacağına karar verebiliyor bazen.

Neslihan: Bir Zamanlar Anadolu’da, Tepenin Ardı, Araf, Çoğunluk gibi AKP Türkiyesi’ni yansıtan filmler var. Bunlar gerçekten birkaç ay önceki Türkiye toplumunu doğru bir şekilde betimleyen filmler. Ama sonu bir yere varmıyor. Diyor ki sen böyle bir ülkede yaşıyorsun, bunlar var, bunlar yaşanıyor son. Buradan çıkışı da en azından işaret etmeleri lazım diye düşünüyorum.

Melek: Bir internet sitesinde cumhuriyet romanı ve günümüz romanını karşılaştıran bir tartışma okumuştum. Cumhuriyet aydını ve AKP Türkiyesi’nin aydını. Sanatçı içinde yaşadığı toplumdan etkilenir meselesi bence burada gündeme geliyor. Yakup Kadri, Reşat Nuri, AKP Türkiyesi’nde ise Elif Şafak ve Orhan Pamuk örnekleri veriliyordu. Yakup Kadri, Yaban romanında güllük gülistanlık bir Anadolu betimlemesi yapmıyor, daha umutsuzdur. Halkla aydın kişinin arasında bir çelişki vardır, bunu Çözemez. Ama bir arayış içerisindedir. Bu da mesela cumhuriyet kavramının kendi aydınına öğrettiği bir şey. Aydın, artık var olanla yetinmeyip daha ilerisini aramaktadır. Cumhuriyet kavramı ileriye dönük bakışı veriyor. AKP Türkiyesi’nin aydını ise karanlık bir dönemi güzelleyen, aydınlığı özlemeyen bir aydın tipi. Sinema üzerinden gidersek Seren Yüce, Özcan Alper, Nuri Bilge Ceylan gibi o rejimle uyumsuz olan, karanlıktan rahatsız olan ama bir yerde de çıkışı göremeyen yönetmenler var

bir de. Bir şeylerden rahatsızlar, bunu yansıtmak istiyorlar. Ama toplumun geri kalanı gibi onlar da çıkışı bulamıyorlar. Gezi’den sonra onların üreteceği yapıtlar nasıl yapıtlar olur merak ediyorum mesela. Boğaziçi’nde çıkardığımız “Ne Yapmalı” diye bir dergimiz vardı. Orada Özcan Alper’in son filmi Gelecek Uzun Sürer’i yazmıştım. Umuttan yoksun ve olumsuz bir havada olduğundan bahsetmiştim. Öte yandan şöyle bir gerçeklik vardı. Özcan Alper 90’ları yaşamış, F Tipi’ni görmüş ve AKP Türkiyesi’nde yaşamaya devam eden bir insan. Bugün buraya gelmeden önce Gezi ile ilgili videolara tekrar baktım. Sinemacılar çadırında, kafasında baret, yüzünde gaz maskesiyle umutlu şeyler söylüyordu. O toplumdan, o hareketlilikten o da etkileniyordu.

Akın: Melek’in bıraktığı yerden, Haziran İsyanı’nın olası yansımaları üzerinden devam edelim. Müzik alanına üretim olarak çok fazla yansıdı direniş. Buradasınız diye söylemiyorum ama en çok beğenilen üretimlerden biri de Boğaziçi Caz Korosu’nun uyarlamaları idi (gülüşmeler). Müzik, direnişe en hızlı cevap veren sanat pratiği oldu. Bundan sonra neler olabilir müzik alanında?

Şafak: Ben özellikle koro müziğinin Gezi’yle başka bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü koro dediğiniz yerde, insan sesi zaten önemliyken, bir arada şarkı söyleyen insanların öneminden bahsediyoruz. Zaten Gezi Direnişi de insanların bir arada sözünü söylediği yerdi. Dolayısıyla bu refleks geliştirilmek zorundaydı. Bizimkisi olmasa, taraftar grupları besteler yapıyor, birileri bir şeyler yapıyor sürekli. Ama benim en fazla dikkatimi çeken koro müziğinin ön plana çıkması. Bizim dışımızda Çapulcular Korosu’nun da ‘Do You Hear The People Sing’i uyarlaması herkesi etkiledi.

Masis: Biz koroda şu an belki de varmak istediğimiz noktayı yaşıyoruz. Ulaşmayı istediğimiz toplum yapısı belki. Kırk tane birbirinden farklı insan. Yaşları, tipleri birbirinden farklı insanlar. Şafak anlıyordur söylediğim şeyi. Biz bu renklerin hiçbirini kaybetmeden, bu nokta çok önemli, bazen tek bir ses olabiliyoruz. Onu yapabildiğimiz zaman zaten olması gereken şey oluyor. Zaten büyük planda baktığımız zaman da bizim de hep hayalini kurduğumuz yapı da buna çok benziyor. Bunun bilmem kaç ölçek büyüğüdür de diyebiliriz. Bu yüzden koro müziği bize çok şey öğretebilir. Türkiye’de de malum çok sesli koro geleneği pek yok. Bunun eksikliğini, koroda söylerken farkedebiliyoruz. Şöyle örneklendireyim. Yurtdışında bir sürü yarışmaya festivale katılıyor koro. Her gittiğimiz şehirde genellikle o şehrin en ileri geleni belediye binasına falan davet ediyor ve şehri tanıtıyor, tarihinden bahsediyor. Biz de orada şarkılar söylüyoruz, sohbet ediyoruz. Ve hep şu çıkıyor, gençliğinde bu adam veya bu kadın 10 sene koroda söylemiş. Bizim söylediğimiz parçayı biliyor ve eşlik ediyor mesela. Genel olarak sanat diyebiliriz ama özellikle geçmişte koroda bir şekilde yer almış insanların yönetimde olduğu topluluklarda her şey çok daha iyi yürüyor. Ama bu bizde maalesef yok. Onun acılarını da hissediyoruz. Dolayısıyla, Gezi Direnişi denildiğinde çok sesli bir koronun, bir anda uyarladığı bir ezgi ilk akla gelen şarkılardan biri oluyorsa, bunun sadece sözlerin içerdiği mesajla açıklayamayız. Gerçekten bunun ortaya çıkış biçimi varoluş biçimi ve ifade biçimi de çok çok anlamlı. Yoksa şarkıcının biri tek başına da çıkıp ‘Çapulcu musun vay vay’ diye bir şarkı söyleyebilirdi. Burada aslında fark etmeden çok güzel noktalara gelindi. Burada koronun katkısı çok önemli. Koronun kendisi, bizden daha önemli. Mesela ortaya koyduğumuz müziğe, bir performans gözüyle bakmayalım. Konunun işleyişi açısından da bakalım. Zannediyor musunuz örneğin birisi aaa çok güzel hadi işte yapalım diyor, biri kafasını sallıyor, başkası kafasına göre iş yapıyor… Her şeyi içeride tartışıyoruz. Bazen çok kritik kararlar son dakikada değişebiliyor. Tam tersi bir yönde de gidilebiliyor. Kimsenin fark etmediği şeyler ortaya çıkıyor. Ama herkes konuşuyor. Ve şu çok önemli, elbette birisi yönlendiriyor ama koroda kimse kimsenin önünde değil. İsterse koroda 10 yıldır çalışıyor olsun.

Şafak: Aslında popüler de diyebileceğimiz bir alt kültür müziğinin de çok ön planda olduğunu görüyoruz. Koro müziği kadar ön plandaydı. Marsis, Duman, Hakan Vreskala var. Şu güne kadar politikada taraf olmaktan çeşit çeşit sebeplerden ötürü çekinen bir grup müzisyen, taraf oldular.

Akın: İyi üretimlerden bahsettik ama bana kalırsa şöyle bir sıkıntı da var. Çok kısa sürede refleksif üretimler yapılıyor. Bunların bir kısmı işlevsel olabiliyor. Bir kısmı ise dönemin modası olan Gezi’ye değinmek derdinde sadece. Bu konuyu işleyen şarkıların, şiirlerin, belgesellerin otomatik olarak tutacağı kanaatiyle birçok insan ezbere, hatta zaman zaman ticari kaygılarla üretimde bulunuyor. Ben özellikle edebiyat ortamında birçok yansımasını gördüm. Gezi şiiri diye iki saatte yazılan şiirler, şiirden çok manzumeye benzeyen metinler gördüm. Muhtemelen diğer alanlarda da bu tarz üretimlerle karşılaşmışızdır.

Melek: Ben de mesela yaptığım işten dolayı kitaplarla haşır neşirim. Yığınla, sadece fotoğraflara dayanan kitap çıktı Gezi hakkında. Bütün örnekler çok kötü demiyorum. Ama internetten alınmış görüntüler, büyütülmüş fotoğraflar, kötü çözünürlük… Bunlar büyük ihtimalle geleceğe kalmayacak. Hepsini çok detaylı inceleyemedim. Özenle hazırlanmışları da olabilir. Ama büyük çoğunluğunun hiçbir orijinalliği yok. Hatta birçok fotoğrafın kaynağı bile yok. Belli ki Google aramasıyla bulunabilen tek tık ötede fotoğraflar.

Her ne kadar Gezi kötü üretimler de çıkardı desek de AKP yandaşlarının yaptığı şarkılar kadar gülünçleri çıkmadı ortaya. Direnişçiler ne yapıyorsa AKP’liler ve yandaşları da onun taklidini yapmaya çalıştılar ve gerçekten çok korkunç sonuçlar vardı.

Masis: Benim şu konuda bir sorum olacak. Mesela bu ticari kaygılar konusu açıldı. Boğaziçi Caz Korosu, bu iki şarkının kaydını yapsa, Boğaziçi Caz Korosu Gezi Uyarlamaları diye CD’ye bassa ve müzik marketlere koysa, bu az mi satar, çok mu satar?

Ortak cevap: Baya satar…

Masis: Bir düşünelim öyleyse. (gülüşmeler)

Melek: Ben de kitaplardan biliyorum da hepsi beşinci, altıncı baskıyı yaptı.

Masis: Tabii ki bu tarz ticari kaygılardan uzağız. Bunun sonu gelmez. Bu ürünleri, ya da eser bile denemeyecek piksel piksel fotoğrafları alanları da anlamıyorum. Aslında bu noktada alan memnun, satan memnun oluyor ama sıfır samimiyet. Bence tam bir seri üretim söz konusu. Bunun önüne nasıl geçilir bilmiyorum ama bu ticari atmosferi desteklememek lazım. Herif sana ne kardeşim, ben yapıyorum ve alan da var diyor mesela. Ama işte ortaya bir sürü saçma sapan şey çıkıyor. Bir taraftan bunların ortaya çıkması da normal çünkü talep var.

Akın: Şöyle bir tespit duymuştum: Bir türlü “Haziran Direnişi’nin Marşı” diyebileceğimiz bir üretim ortaya çıkamadı. Bu yüzden tribün şarkıları çok ön plana çıktı. Mesela “Sık bakalım” tezahüratının bu kadar tutması; insanların bir ağızdan söyleyeceği, motive edici bir Direniş marşının eksikliğinin sonucu olabilir mi diye merak ediyorum? Böyle bir eksik var mı sizce de?

Masis: Peki marş diye bahsettiğimiz şey ne olmalı?

Akın: Basit bir ritmi, doğrudan sözleri olan, kitleyi sarmalayıp bir arada tutabilen; Gündoğdu Marşı mesela

Masis: Bu soruyu sormamın sebebi şu: Biz marş deyince onları hatırlıyoruz ama, direnişte geçmişten farklı epey şey var. Direniş, bir şekilde kendi sanatını ve kendi üretim stilini yarattı diyoruz. Buradan çıkan, alıştığımızın dışında bir üretimi marş olarak kabul edemez miyiz? Çünkü önyargıların yavaş yavaş kırıldığı bir noktadayız. En büyük handikap ezberlerden gerektiği kadar kopamamak

Melek: Bence biraz dönemle, kitlenin rengiyle alakalı bu durum. 70’leri düşünürsek; o dönemin ideolojik olarak daha bütünlüklü olduğunu, sokağa çıkan insanın daha net bir siyasi görüşü olduğunu, solun ağırlığının fazla olduğu bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Gezi Direnişi’ne katılan insanları belli bir kategoriye indirgeyemiyoruz. Alıştığımız marşlardan farklı olarak bazı şarkıların ön plana çıkmasının, Gezi’nin kendi dinamikleriyle alâkalı olduğunu düşünüyorum.

Neslihan: 70’lerde marş gerçekten herkesi harekete geçirebilen bir müzikti fakat Gezi direnişi çok daha çeşitliliği olan bir direniş.

Melek: Gezi Direnişi’nde sokağa çıkan herkesin solcu olduğunu ne kadar söyleyebiliriz bilmiyorum. Sola çok açık olan geniş bir kitlesellik var ama çok net solcu da diyemeyiz. 70’lerde sokağa çıkan insanlar solculardı, çok net bir ayrışma vardı. Bugün daha geniş bir kitle var sokakta ve direniş kendi üretimlerini, kendi tarzını, kendi dilini yarattı.,

Akın: Direnişin sanatsal ifade tarzlarına nasıl yansıdığını konuştuk. Sanatçı diye bir imtiyaz kalmadığından bahsetmiştik tartışmanın başlarında. Genel bir kanı vardır. Direnişlerde birileri kavga eder, birileri şiir yazar, birileri şarkı yapar vs. Gezi Direnişi bunun böyle olmadığını gösterdi. Toplumun en entelektüel kesimleri, aydınları, müzisyenleri, şairleri, sinemacıları da biber gazına ve şiddete rağmen sokağa çıktılar. Bu muhtemelen sanatçı algısını değiştirecek. İkinci olarak da belli mecraların ayrışmasına sebep olacak. Birleştirici olduğu kadar ayrıştırıcı da olacak Gezi. Mesela geçen sayıda OT ve Deve dergileriyle ilgili bir yazı vardı. Deve Dergisi’nin yazarlarına baktığımızda bir sürü solcu görebiliyorduk. Deve’nin editörü Esra Elönü Antalya’da ortaya atılan bir iddianın ardından, “Bunların layığı paladır.” diye tweet attı. Gezi Direnişi’ni doğrudan karşısına alabildi. Bana kalırsa artık edebiyatçılar; bu kadar yüzsüzce, çok satmak uğruna bu insanlarla aynı mecralarda bir araya gelemeyecek, gelmemeli. Gelirlerse de bununla kavga edilmeli. Mecralarda olması gereken ayrışmaya Gezi Direnişi’nin yol açacağını düşünüyorum.

Melek: Afili Filintilar tayfasında bu ayrım yaşandı mesela. Murat Uyurkulak, Murat Zelan’ın Gezi Direnişi’ne dair yaptığı açıklamalardan sonra ayrıldı.

Akın: Son olarak Şafak ve Masis’e sormak istiyorum. Neden Boğaziçi Caz Korosu Gezi Direnişi’nde, bu eylemliliğin içinde olma ihtiyacı hissetti? Neden kenarda oturup müziğini yapmadı.

Masis: Çünkü bana, ona, öbürüne, bize fazlasıyla dokunuyor. Evlerimize, odalarımıza girildi. En temel yaşam haklarımıza bariz bir saldırının olduğunu anladık. Hiçbir şekilde bizim olmayan bir yaşama stili bize zorla benimsetilmeye, dayatılmaya çalışıldı. Biz de “Bunu kabul etmiyoruz” dedik ve sesimizi bu şekilde çıkardık. Daha doğrusu bunu bizden önce diyenler oldu. Biz de eklenebildiğimiz yerden eklendik. Çünkü sesini çıkarmazsan yaşayamayacaksın. Sesini çıkaramayan büyük bir kesim var ve onlar bugün yaşayamıyor ve yaşayamayacak bence.

Şafak: Sanat alanında AKP Türkiyesi’nin birer ayağı olmaya çalışan insanlar var. Sokağa çıkmazsanız O’sunuz, öyle görüleceksiniz. Dokunulan sizin hayatınız dolayısıyla sokağa çıkmak zorundasınız.

Akın: Ekleyecek bir şeyi olan yoksa bitirebiliriz. Üçüncü Yuvarlak Masa’mızın da sonuna geldik. Katılan herkese bir kere daha teşekkür ediyoruz. Gelecek sayıda görüşmek üzere…