Bilim denilince çoğu kişinin aklına değişmez doğa gerçekleri gelir. Çevremizde çokça duymuşuzdur: “Bilim bu konuda böyle diyor.”. Bu algılayış doğru mudur? Öncelikle bilimsel bilgi sürekli değişen ve gelişen bir yapıya sahiptir. Dahası bilimsel bilgi üretimi salt var olan gerçeği betimlemek değil, asıl olarak bu veriler arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaktır. Yani bilimin temel zorluğu suyun 100 °C’de kaynadığını saptamak değil, neden 100 °C’de kaynadığını açıklamaktır. Her türlü bilimsel metoda karşın, açıklama yorumu da beraberinde getirir. Bu yorum bilim insanlarının ya da çevrelerinin yaşam biçiminden, sosyoekonomik durumuna; aldığı eğitimden, ideolojisine kadar pek çok unsur nedeniyle farklılıklar gösterebilir. Bugün, geçmişte de olduğu gibi, bilim insanları bilimsel problemlere farklı cevaplar veren kesimlere ayrılmışlardır.
Darwin canlılığın çeşitliği ve kökeni problemini doğal seçilim kuramı ile o günün bilgileri ışığında belirli bir noktaya kadar tutarlı biçimde açıklamıştır. Bu kuram bugün de evrim kuramının vazgeçilmez bir alt kuramıdır. Ancak Darwin’in eserleri incelenirse “rekabet”, “yaşam savaşı” gibi pek çok insana özgü kelimeyi ve liberal ideolojiye ait pek çok kavramı, kendi yaşadığı dönemin ve kendi sosyoekonomik durumunun sonucu olarak kullanmıştır. Bu düşünce biçimi doğadaki doğal seçilim, cinsel seçilim gibi başlıkları keşfetmede yararlı oldu, ancak evrim kuramını tüm kapsamıyla açıklamaktan uzaktı. Dahası özelikle insanın evrimi gibi özel başlıklara uygulandığında mevcut toplumsal, ekonomik sistem ya da rejimleri aklamak için kullanılan bir ideolojik silah haline gelebiliyordu. Örneğin; Darwin döneminde ortaya çıkan sosyal Darwinizm insanın üstün ve aşağı ırklardan oluştuğunu iddia ediyordu. Anglosakson soylu erkeklerden başlayıp siyahi kadınlarda son bulan bir üstünlük zinciri tarif ediliyordu. Elbette bunun Darwin’in kuramıyla alakası yoktu, ama günün algısı ile bilimseldi ve İngiliz sömürgeciliğini ırkçılık üzerinden aklamaya çalışıyordu. Evrim kuramının benzer durumlarda kullanıldığı pek çok safhadan geçildi ve 70’li yıllarda yeni bir ideolojik saldırı dalgası daha yaşandı. Başlıcalarını sosyobiyoloji, evrimsel psikoloji ve genetik indirgemecilik olarak sayabiliriz. Özellikle sosyobiyoloji ve evrimsel psikoloji, insan ve toplum bilimleriyle iş birliği yaparak dikkatli biçimde geliştirilmesi gereken alanlarken; biyolojinin temel bilgi ve ilkelerini yok sayarak, nesnel verilere dayanmayan “hikayeler” yazmaya koyuldular. Hepsinin ortak bir özelliği vardı: Mevcut sistem doğal olandı, kaderimizi sadece genlerimiz ve doğal seçilimimiz yazmıştı. Kültürün önemsiz bir ayrıntı olduğu bu algılayışlar, bazı küçük sürtüşmeler dışında aynı sonuçlara varmaktadır. Bu düşünceye göre “insan doğası” bencildir, savaşçıdır, çıkarcıdır. Aile yapısı, ahlak gibi kavramlar yine doğuştan, doğamızdan gelir. Bazılarına göre erkek çok fazla dişi ister çok eşlidir, kadın tek eşlidir ve sığınma ister. Yazarak bitiremeyiz bu çarpık düşünceleri, onlar da bitiremediler ve bugüne kadar popüler bilim alanındaki çoğu eserin sahibi oldular. Hem içinde bulundukları durumun “doğal” olduğunu söyleyerek insanlara güven veriyordu, hem de yazması kolaydı. Çünkü “akılcı varsayımlar”dı. Bugün bu ideolojik saldırı devam ediyor. Burada sözünü ettiğimiz değerli çalışmalar da yapmış bu bilim insanlarının hepsinin bir komplo içinde olduğu ve bu komplo için çalışmaları değildir. Kendi ideolojilerinin ötesinde, isteyerek ya da istemeyerek yaptıkları bu çalışmaların paranın da gücüyle öne çıktığı ve yaygın medyayı kapladığı gerçeğidir.
Bir yandan evrim bilim bilgisinin halka ulaşması engellenirken, ulaşanlar içinse kirlenmiş bir popüler bilim tuzağı mevcut. Biz iki sorunun birlikte çözülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu yazımızda bu görüşün bencillik ve canlıların doğada tek başına olduğu görüşünü geçersiz kılan “ortaklaşmacı”, “paylaşımcı” ve “özgeci” davranışlara örnekler vermek; canlı doğasının işleyiş biçimini bir de bu yönüyle sizinle paylaşmak istiyoruz. Amacımız insan, insansı primatlar ve belki de bazı hayvanların kültürlerine özgü acıma, empati, sempati, yardımlaşma gibi duygu ve davranışları sinir sistemi dahi olmayan canlılarda aramak değildir. Amacımız doğayı açıklarken kullanabildiğimiz “yaşam savaşı”, “rekabet”, “bencilik” vb. kelimelerin geçersiz olduğunu göstermektir. Canlıları sadece genlere bağlı açıklayan, kültürü biyolojizm ile küçük gören anlayışların da geçersizliğini göstermektir.
Yaşam Komünaldir
Bizim de içinde bulunduğumuz ökaryotik canlıların hücrelerinde çoğu işlev özelleşmiş organellerde gerçekleşir. Bunlardan iki tanesi özelikle ilgi çekicidir: Işık yardımıyla besin üreten kloroplast ve besin yıkarak enerji üreten mitokondri. Kendi kendine bölünebilmeleri, kendi DNA’larına sahip olmaları ve çift katlı zarlarıyla diğer organellerden çok hücrelere benzerler. Peki, bu organeller nasıl oluştu? İlk ortaklaşma örneğimiz için bugünden yaklaşık iki milyar yıl geriye gidiyoruz. Bu organellerin kökeninde sonradan hücre içine giren farklı bakteri hücreleri yatmaktadır. Muhtemelen sayısız kez başarısız birliktelikler olmuştur. Bu iki organelin girdikleri hücrelerle iş birliği, iki büyük deneme yanılma oyunuydu. Bunlardan ancak “şanslı olanlar” işlevlerin farklılaştığı ve özelleştiği, iki hücrenin birbiri olmaksızın yapamayacağı bir birlikte değişim sürecine (birlikte evrim) girmişlerdir. Bu birliktelik endosimbiyoz yani iç birlikte yaşam olarak adlandırılmaktadır. Sonradan yapılan gen-köken (filogenetik) çalışmaları mitokondrilerin siyano-bakteri, kloroplastların ise alfa- proto bakteri kökenli olduğunu göstermiş ve kuramı doğrulamıştır. Zaten bu organeller bakteriler gibi halka biçimli DNA’ya sahipti ve başlangıç kodonları bakteriler ile aynıydı.
Ancak bilim çevrelerinin bu gerçeği kabul etmesi kolay olmadı. Çekirdek-merkezci bakış açısına göre her şeyi çekirdek DNA’sı belirliyordu ve bu görüş yaygındı. Bu konu başta bahsettiğimiz yorum konusu ile alakalıdır. Eğitimi ve düşüncesi gereği “yavaş yavaş”, “tek başına” ve “belirlenimli” bir görüşü savunanlara karşı, simbiyotik, sıçramalı bir değişimi savunanlar ortaya çıkmıştı. Bu konuda bir bilim insanı özellikle önemlidir: Lynn Margules. Margules hayatını bu konunun araştırılmasına ve egemen akademik algının yıkılmasına harcamıştır ve sonunda -en azından bu başlıkta- başarılı olmuştur. Çatışmacı ve rekabetçi söylemin gölgesinde şekillendirilmek zorunda kalınan bir biyoloji ve evrim bilim dünyasına karşı mücadele eden Margules şöyle diyordu: “Hücre, eşgüdümlü evrim göstermiş bir bakteri komünüdür. İster birbirlerine gevşekçe bağlanmış bir bakteri komünü, ister hücre gibi sıkı sıkıya veya hayvanlar ya da bitkiler gibi sımsıkı bağlanmış bir bakteri komünü… Yaşamın bu komünal yapısını anlamadan biyolojideki hiçbir şeyi anlamamız mümkün değildir.”
Koloniler ve Fedakarlık
Margules’in de söylediği gibi bu iş birliği endosimbiyoz kuram ile sınırlı değildir. Hücreler iç içe geçmeden de iş birliği yaparlar ve koloniler oluştururlar. Bunu bilinçli olarak yapmazlar ancak kalıtımlarında mutasyonlarla oluşan varyasyonlar sonucu ortaya çıkan fiziksel ve kimyasal özellikler bu canlıların birbirlerine tutunmalarını sağlar. Bu en basit birliktelik bazı türlerde çevreye karşı korunaklı ve zaman içinde işlevleri bölüşebilen bir evrim geçirir. (Hücre içinde olduğu gibi) Çok hücreliliğe giden yol böylelikle açılır. Ökaryotik üç alem (fungi, bitki ve hayvan) soyunda ise dokuları ve organları oluşturacak şekilde; bu iş birliği, karmaşık ve gelişkin bir duruma evrilmiştir.
Çıplak gözle göremediğimiz canlıların ötesinde, büyük canlılar arasında da işbirliği ve birlikte yaşam gözlenmektedir. Bunun en iyi örneklerinden birisini koloni şeklinde yaşayan karıncalar, termitler ve anılar gibi böcekler vermektedir. Ancak buradaki koloniler asla bilince sahip hayvanların topluluk yaşamlarıyla, hatta sürü yaşamına sahip hayvanlarla da karıştırılmamalıdır. Burada kimyasalların üst düzeyde rol oynadığı ve daha tek-düze çalışan sinir sistemlerinden bahsediyoruz. Karıncalardan konuşursak en temelinde, işçi karıncalar hiçbir şekilde döl bırakmayacak olmalarına karşın koloni için çalışırlar. Uç fedakarlık örnekleri gözlenebilmektedir. Temnothorax unifasciatus türü karıncalar koloninin devamı için ölürler. Su baskınları sırasında canlı köprüler oluştururlar ve kimi zaman koloninin üçte ikisinin öldüğü dahi gözlenmiştir. Arıların sokması eyleminde de benzer bir durum söz konusudur. Arı tek bir sokmadan sonra hayatını kaybeder ancak koloninin devamlılığı sağlanmış olur.
Çiftçi Karıncalar
Karıncalar sadece kendi aralarında değil başka canlılarla da sıkı ilişkiler kurarlar. Buna en güzel örneklerden biri Amerikan tropik ormanlarında yaşayan Attini oymağından Acromyrmex ve Atta cinsi karınca türleridir. Bu karıncalar tarıma benzetebileceğimiz bir “üretim” yapmaktadırlar. Ancak bitki değil mantar (Leucocoprinus cinsi) yetiştirirler. Ağaç yapraklarını keserler ve yuvalarındaki “bahçe” diyebileceğimiz özel bir bölmeye taşırlar. Burada yaprakları daha küçük parçalara doğrayarak mantarları büyütürler. Karıncalar büyüyen mantardan büyüdükçe parçalar koparıp yeni odacıklara da ekerler. Dahası Steplomces cinsi bakteriler ile de mutualist bir ilişki kurmuşlardır ve bunların ürettikleri anti-fungal kimyasalı Escovopis cinsi parazit mantara karşı kullanırlar. Püskürterek ilaçlama yaparlar.
Pek çok mutualizm örneği doğanın olmazsa olmazıdır. Vücudumuzda bizimle birlikte yaşayan yaklaşık on bin türün varlığı saptanmış yaklaşık on trilyon bakterinin pek çoğuyla kurduğumuz ilişki, liken birliği, arılar ve çiçekler, tahıllar ve nitrifikasyon bakterileri, kürdan kuşu ve gergedan gibi pek çok mutualist ilişki bulunmaktadır.
Ebeveyn Bakımı
İçinde bulunduğumuz toplumsal yapının tüm bencilliğine karşın en yakından hissettiğimiz (yaşadığımız) paylaşımlardan birisi de anne- çocuk ilişkisidir. Sadece insana özel olmayan ve yeri geldiği zaman basit kimyasal faaliyetlerle açıklanabilen bu paylaşım çoğu kuş ve hayvan türünde de rahatlıkla gözlenebilir. Yavrularını taşlığında öğüttüğü yiyecekler ile besleyen kuş görüntüsü hepimizin aklındadır, ya da bazılarımız kral penguenlerin erkeklerinin yumurtayı sıcak tutmak için kış boyu bacak arasında tuttuğunu biliyordur. Memelilerde yavru bakımı daha mühimdir, gelişme süresi daha uzundur. Birkaç istisna dışında anne doğrudan kendi vücudunda üretilen sütle yavrusunu besleyerek azalan yavru sayısına karşı önlem almıştır. Plesantalı memelilerde fiziksel gelişimin önemli bir kısmı anne karnına çekilir, primatlarda ise yavru bakımı bunca zahmetli ve uzun değildir. Dişi şempanzeler yavrularını yanlarından çok az ayırırlar, sekiz yaşına kadar büyütürler ve yaşadıkları gruba kazandırırlar. Aynı zamanda kuşlara benzer biçimde ağızdan besleme de bir şekilde şempanzelerde devam etmektedir. Ama artık yiyecek olmadığı zamanlarda da ağız yakınlaşması sevgi belirtisi olarak gözükür. Bir görüşe göre ise insandaki öpüşmenin, Eskimo kabilesi gibi kültürlerde burun sürtüştürmenin kökeninde bu ağızdan beslenme vardır. Ağızla beslemenin yanında ağza alma ancak zarar vermeme büyük bir sevgi gösterisidir.
Primatlara Doğru: Ağaçlarda Yaşamak
Antiloplardan, kurtlara; farklı balık türlerinden, kuş türlerine pek çok canlı topluluk olmanın avantajını kullanır. Örneğin av-avcı ilişkisindeki ceylan için diğeri yemek yerken çevreyi gözlemlemek, aslan için ise toplu ve düzen içinde avlanmak yaşamsal öneme sahiptir. Ancak biz kendi soyumuza giden primat takımında iş birliğine yönelmek istiyoruz.
Dikkat ederseniz genellikle av konumundaki otçul canlıların gözleri arasındaki açı çok fazladır, gözleri iki farklı yana bakar. Bu daha geniş bir alanı gözlemeleri ve korunmalarını sağlar. Avcıların gözleri ise genellikle öne bakar ve odaklanması gerekir. Aslanın ya da şahin gibi avcı kuşlar zaten gözleri ile anılırlar, öne bakan gözler üç boyutlu görüş dolayısıyla uzaklık hesaplama avantajı sağlar. Aynı zamanda uzağa odaklanmayı kolaylaştırır. Bizim dışımızdaki primat türlerinin neredeyse hiçbiri avlanmaz ancak neden öne dönük gözlerimiz vardır. Az sayıdaki primat fosilleri etçil bir beslenmeyi işaret etmiyor ancak en eski primat fosillerinin ağaca tırmanmaya uyum sağlamış küçük fare benzeri canlılar olduğu tahmin ediliyor. Ağaçlara ilk çıkmaya başlayan atalarımız avcıdan çok “av” konumundaki canlılar ve ağaçlar yerdeki yırtıcılardan kaçmak için muhtemelen uygun bir sığınak olmuştur. Bugün de primatların çoğunluğu ağaçlarda yaşarlar ya da kullanırlar. Başlangıçta gözler iki farklı yana bakmaktadır. Bugün halen tırnaklarını geçirerek ağaca tırmanan bazı primatların gözleri arasındaki açı daha fazladır. Ancak ağaç yaşamına adapte olan primat soyunda yeni sorunlar ortaya çıktı; hava avcıları ve ağaçlarda yaşarken ya da dolaşırken düşmek! İkisini birlikte yapmak için ağaçlarda hızlı hareket etmek gerekir. (Burada doğal seçilimin güzel bir örneğini görebiliriz.) Mevcut halde ağaca çıkmak avantajdır ancak mutasyonlarla ortaya çıkan çeşitlilik sonucu daha fazla kalabilenler daha fazla korunur, ağaçlarda ölmeden yaşayanlar çoğalır ve egemen kalıtımı oluştururlar. Rastgelelik ağaçtan düşmemek için pek çok çözüm önerisinde bulunmuştur ancak üç boyutlu görüş birçok başka canlıdaki gibi bir kez daha doğa tarafından seçildi. Diğer yandan bu çeviklik için büyük bir beyin (kendi vücutlarına ve diğer memelilere nispeten) doğanın hediyesi oldu. (Tabii burada çok karmaşık ve uzun süreç işlemiş, başka fiziksel değişiklikler de yaşanmıştır ancak konumuz açısından basitleştiriyoruz.) İki kaynaktan gelen aynı yere ait görüntü ölçme yeteneği ve buna uygun çevik sinir sistemi ile beden düzgün atlamayı sağlıyordu. Gittikçe daha başarılı olundu, gözler birbirine yaklaştı, beyin irileşti. Bir çözüm başka bir sorun yarattı, yaklaşan gözler avcıları gözlemeyi zorlaştırdı. Bir kurama göre çeşitliliğin yeni önerisi basit ve etkiliydi. Primat atalarımız sırt sırta verdiler ve daha fazla alanı iletişim sayesinde görür oldular. Böylece bir saldırı anında birbirlerini uyarıp birlikte kaçabiliyorlardı.
Ortak yaşam primatlarda özelikle göze çarpar. Büyük ölçüde yerde yaşayan makak ve babunlar doğadaki düşmanları leopar, aslan, kaplan gibi hayvanlara karşı iyi bir örgütlenme ile kendilerini korurlar. Primatlarda sık görülen bir başka dayanışma örneği ise parazit ayıklamadır. Bu vesileyle hem hijyen sağlanır, hem de bireylerin bir araya gelmesi, birbirini tanıması sağlanmış olur.
Primat gruplarının en şanslı oldukları konulardan birisi asla bir sürü yaşamından gelmemeleridir. Primat grupları sürü değillerdir. Birlikte hareket ortak yan olurken, çok büyük olmayan gruplar birbirini tanıma olgusunu ortaya çıkarmıştır. Bu sosyallik, işlev bölüşümü gibi pek çok avantaja kapı aralar. (Bu yaşa, cins gibi özelliklere bağlı eşitlikçi bir işlev ayrımı ya da hiyerarşidir.) Genetik olarak en yakın akrabamız olan adi şempanzelerin (Pan panispicus) tehdit altında önde yetişkin erkek ve kadınlar, arkada gençler olmak üzere güvenli hattı oluşturdukları gözlenmiştir. Bolluk dönemlerinde makaklarla dahi çocukları oyunlar oynadığı, yaprak içinde av eti ikram ettiği gözlenen şempanzelerin, kuraklık dönemlerinde hırçınlaştıkları belirtilmiştir. Bu dönemlerde avcılık yeteneği sergilerler ve kurdukları tuzaklarla büyük ve vahşi hayvanlar yakalayabilirler. Hatta makakları dahi avlayabilirler. Ancak en zor kurak günlerinde bile avlarını yakın “dostları” ile paylaştıkları bilinmektedir.
Paylaşımın Yeni Bir Aşaması: Bilgi ve Kültür
Bir primat türü olarak günlük hayatımızda çok fazla konuşuruz, sürekli olarak bilgi aktarımında bulunuruz. Canlılığın sadece soy devam ettirmek üzerine kurulu olduğunu düşünen indirgemeci veya iş birliğini reddeden biyoloji şu soruyu sormalıdır: “Biyolojik açıdan konuşan taraf enerji harcıyor, ancak bilgiyi alan faydalanan diğer taraf. O halde doğası “bencil” olan bizlerde bu nasıl evrilmiştir?” Bizim iki yanıtımız var; birincisi evrim süreci canlıların gruplaşmasını hayatta kalmaları için destekleyebilir, ikincisi canlılık fiziksel varoluşun ötesindedir. Yanlış anlaşılmasın, maddi temellidir ancak bir beyin işlevi olarak semboller ve toplumsal olarak kültürler vardır. Özelikle primatlarda yoğun bir kültür yaşamı gözlenir. Elbette bizim gibi konuştukları görülmemiştir ancak çocuklarına bizim gibi öğretmenlik yaparlar, birbirleri ile işaret ve sesler ile iletişim kurarlar, yani sembolleri kullanırlar. Pek çok kez sorunlara çözümler buldukları, bunu nesiller boyu aktardıkları gözlenmiştir. İki örmek verelim:
Goodall, Tanzanya gölü etrafında yaptığı araştırmada Figan adını verdiği şempanzenin susuzluk dönemlerinde ağaç kovuğunda bulunan suyu emmek için çabalarının koloniyi nasıl susuzluktan kurtardığını anlatır. Figan önce suyu doğrudan içmeye çalışır, ama içemez. Sonra bir yaprağı alıp ağzında sünger kıvamına gelinceye kadar çiğner ve kovuğa sokar. Yaprak suyu çeker ve Figan yaprağı ağzına alıp emer. Daha sonra diğer topluluk üyeleri de bunu öğrenir ve böylece su temini başlar. Sonra bu yöntemin bolluk döneminde, yara ve çamur bulaşmış üyeleri temizlemek için kullanıldığı gözlenmiştir.
Bir başka örnek ise Pasifik’teki Koshima Adası’ndan. Burada yaşayan maymunların (Macaca fuscata) en temel besini bir tür patatestir. 1953 yılında, 1,5 yaşındaki dişi bir üyelerinin (İmo adı verilmiştir) normalde kumlu yemekten şikayetçi oldukları patatesleri derede yıkadığı gözlenmiştir. Bu davranış çoğu grup üyesi arasında hızla yayılmıştır. 57’ yılında 60 üyeden 15 üye, 62′ yılına gelindiğinde ise 59 üyeden 42’si yıkar hale gelmiştir. On yıl sonra ise çevre koloniler dahil adadaki çoğu maymun artık patatesi yıkayarak yemektedir.
Bu örnekler ve insana soyuna gelindiğinde sayısız başka örnek, insan davranışının doğuştan geldiği görüşünü yerle bir etmektedir. Kültürel evrimi vurgulamaktadır.
Ağaçlardan İniyoruz: Köprüden Önce Son Çıkış
Pek çok canlının bugünkü halini anlattık, yakın akrabalarımıza ait gözlemler önemlidir ancak bizim (Homo sapiens) evrim geçmişimizi yansıtmazlar. Tüm canlılar bir ağacın dalları gibi birbirlerinden ayrılırlar. Geçmişe gittiğimizde ortak bir köken buluruz, ancak evrim dallar arası atlayarak ilerlemez. Dallar zaman içinde uzayarak tarihsel bir süreçle ilerler. Bu yüzden her canlının evrimini kendi özgünlüğünde, insanınkini de ayrıca incelemek gerekir.
Bu yazıda insanın biyokültürel evrimi ile ilgili önemli bulduğumuz iki noktayı belirtmek ve bu sürecin ayrıntılarını yeni yazılara bırakmak istiyoruz. İnsan soyu şempanze cinsi (Pan) ile son ortak atamız 6-7 milyon yıl önce (myö) yaşamıştır. ODTÜ’de taşınan “4 milyon yıldır ayaktayız.” dövizini çoğumuz hatırlıyoruzdur. Gerçekten de şu an söyleyebileceğimiz en eski tarih Austrolopithecus’lardan öteye gidememektedir ve insanın ayağa kalkışı yaklaşık 4 myö’ye dayanmaktadır. (Daha eski Ardipithecus türlerine ait kaval kemiklerinde mozaik bir yapı gözlenmiş olsa da bu cins ile ilgili tartışmalar devam etmektedir.) Ancak Austrolopithecustar yan ağaçsal bir yaşam göstermişlerdir. İsteğe bağlı olarak dik yürüyebilirler. İlk ateş, alet kalıntıları, büyük topluluklar halinde yaşama, beyindeki dil bölgelerinin gelişimi Homo cinsi ile ortaya çıkmıştır. Homo cinsi aynı zamanda zorunlu dik yürüyüşe sahiptir ve yer yaşamına tamamen geçmiştir. İnsanın evrimini S. J. Gould’un “insanı insan yapan duruşudur.” cümlesi çok iyi özetler. İnsanın dik yürümesi, alet kullanım yeteneği, sosyalleşmesi ve zihinsel kapasitesinin (beyin hacminin artışı ve yapısının değişimi) artması; birbirini izleyen ve birbirinden ayrılamayan bir evrimsel süreç sunar. Bu etkenler birbirlerini ardı ardına tetiklerler, eşitsiz hızlar gösterseler de birlikte evrimleşirler. Ancak Gould’un alıntsını değerli bulmamızın sebebi, insanın ayağa kalkma sürecinin büyük ihtimalle biyokültürel sürecin ilk tetikleyicisi olmasıdır. Ayağa kalkmak, hızlı hareket, yiyecek ve yavru taşıma kolaylığı, beyin gelişimine fiziksel katkı ve en önemlisi ellerin serbest kalması gibi pek çok getirisi vardır. Ellerin serbest kalması alet kullanma kültürü ile birleştiği zaman, bunu beyin ve sosyalliğin geliştiği döngü izler. Buradaki döngü genel olarak biyokültürel evrim olarak isimlendirilir. Kültür genlerimizde taşınan bilgi gibi biyolojik olarak aktarılamaz ancak canlı türü için bir çevre gibi seçicidir. Bu sebeple insanın evriminin, diğer tüm evrimsel süreçlerden farklı olarak erekselci bir yanı olduğu kabul edilmelidir.
Kolektif yaşam olmadan, insanın insan olması mümkün değildir. İnsanın evrimini salt beyin artışına dayandırmak isteyenlere sormalıyız, artan beyin hacmi bunu kullanacak kültür olmadan ne işe yarar? Gırtlakta yükselen ses telleri iletişim kurmayan bir topluluktaki işlevi nedir ki, seçilir? Ya da alet kullanım kültürü olmayan bir toplulukta, başparmak uzaması alet kullanımına sebep olabilir mi? Bu sorular çeşitlendirilebilir. Bu soruların yanıtı insan evriminin kültürel ve organik evrimin iç içe olduğu bir süreç olmasıdır. İnsan doğada tek başına insan değil, kültür ve toplumla insan olur. İnsan atalarımız küçük aileler halinde değil, komünler halinde yaşamak zorundaydı; korunmak, beraber iş yapmak ve paylaşmak için. Bugünün toplumunun getirdiği tüm bireyselleşmeye karşın Gezi Parkı’nda ve “Taksim Komünü”müzde gördük ki uygun koşullar sağlandığında insanın paylaşımcı olmasının önünde herhangi bir engel bulunmuyor. Yazımızı İnsan Nasıl İnsan Oldu kitabından bir alıntıyla, atalarımızın kamplarında ortaya çıkan mamut kemiği kalıntılarıyla bitirelim:
“En ilginci de şudur ki,… Dev mamut kemikleri, yani büyük mamut başları, rendeye benzeyen uzun eğri dişleri, gövdeden ayrılmış dev mamut ayakları da vardır.
Mamut gibi dev bir hayvanı öldürebilmek için insan, ne kadar güçlü ve cesaretli olmalıydı. Fakat mamutu parçalayıp kulübelere kadar götürebilmek için bundan daha fazla bir kuvvet gerekti. Çünkü mamutun her ayağı neredeyse bir ton ağırlığında, başı da bir insanın sığabileceği büyüklükteydi.
…İnsan, mamutları öldürebiliyordu. Bunu avcı kulübelerinde bulunan mamut başları ve dişleri ispat ediyor.
İlk avcılar mamutların hakkından nasıl gelebiliyordu acaba? Bunu ancak “insan” sözünü okurken, onu “insanlar” anlamında düşünebilenler anlayabilir. Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı ve toprağı işlemeyi, insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte, onlarla el ele vererek öğrenmişti.
Kültürü ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır.
İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı.”