Ses Dönüyor, Kamera Hazır 3-2-1 Chappulling

‘’Sinema, saniyede 24 kere gerçekliktir.’’ demişti J.L Godard. Haziran Direnişi’nden bu yana Türkiye yeni bir gerçeklikle karşı karşıya. Tabi sinema da. Artık birey, yalnızlık duvarlarının dışına çıkıp toplumuyla buluştu. 90’lılar bir ‘’kuşak’’ olarak anılır oldu, Gezi Parkı’nda birlikte ses vermeyi öğrendi, kendi geleceğini inşa edebileceğini, bencillikten uzak, dayanışma içinde yaşamayı… Ezberler bozuldu, tabular yıkıldı. Gezideki hayat ‘’komün yaşam’’ gibi kavramları insanların gündemine soktu, alternatif arayışlara yöneltti. Herkesin içinde olan iyilik yan yana geldi, büyüdü ve toplumsallaştı.

İtalyan yönetmen Roberto Rosselini, sanatın bir rehber olarak yol gösterme işlevinin altını çizer. Bu yazı da sinemanın bu işlevine odaklanmak ve bu işlevin Haziran Direnişi ile ilgisini incelemek derdinde. Şimdiye kadar Türkiye sineması bu ‘’işlevi’’ ne kadar değerlendirebildi sorusunu sorarak devam edelim. Sinemacılar sadece olgusal gerçekliği resmetmekle mi yetindiler, yoksa gerçekliği diyalektik olarak da yansıtabildiler mi? Haziran Direnişi öncesinin sinemasına kısaca bakalım: İnan Temelkuran’ın Bornova Bornova’sından, Seren Yüce’nin Çoğunluk filmine pek çok filmin ortak noktası filmde yer alan gençlerin, içinde yaşadıkları koşullar tarafından hapsedilmeleri, herhangi bir gelecek tahayyülüne sahip olamamalarıydı. Fakat, tarihsel yaşam nasıl sürekli çatışmalardan doğan yepyeni sentezlere yöneliyorsa, sinema da ele aldığı insan ve toplum sorunlarında bu karşıtlıkların sürekli gerilimini izleyerek, sonunda bambaşka düzeydeki çözümlemelere ulaşmak zorundaydı.

Örneğin günümüz sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde kendi anlam dünyasını ve gerilimlerini ustalıkla yansıtabiliyordu. Bir diğer önemli başarısı da bu gerilimler ile toplumsal çelişkilerin bağını kurabilmesiydi. Fakat uzun sekanslar ile hayli durağan resmettiği toplum, Haziran Direnişi’nin yarattığı yeni gerçeklik sebebiyle artık bugünkü toplumu yansıtmaktan uzak.

Yukarıda adını saydığımız belli bir niteliğin üzerinde filmler çeken yönetmenlerden çok, eğlence sektörünün ‘’kullan-at’’ filmlerinin sinema sektöründe yer kapladığını biliyoruz. 90 kuşağının beyaz perdeyle tanışmaya başladığı, sinemayı anlamlandırdığı 10’lu yaşlarından itibaren derdi sadece para kazanmak olan sinemanın; ‘’Kutsal Damacana’’ların ‘’Recep İvedik’’lerin karşımıza çıkarıldığını hatırlayalım. Bir ileri halkası, ‘’Yılmaz Erdoğan’’ gibi isimlerden oluşan bu neo-liberal dalganın, çok izlenmek için her türlü yolu mübah saydığını da görüyoruz.

‘’Gerçekleşmek zorunda olan bir şey için savaşıyoruz. Gelmesi imkansız olamayan bir şey için… Belki bu yol uzun ve zor ama oraya ulaşacağız, daha iyi bir dünya olduğunu göreceğiz. Ve hepsinden önemlisi çocuklarımız bilecek. Başka bir dünya var! O yüzden hiç korkma. Ne olursa olsun… Çünkü doğru yoldayız, doğru yoldayız…’’ Nazi işgali altındaki Roma’da, bir yer altı matbaasında çalışan Francesco, işte böyle söylüyordu bir gün sonra evleneceği Pina’ya.

İşte bu sahneyi doğrularcasına insanların bireycileştiği, çoğu kişinin ‘’Bu halktan adam olmaz.’’ dediği sıralarda çıktı ‘’90 kuşağı’’ sahneye. Sermaye düzeninin saldırısına artık boyun eğmeyeceğiz dediler. Halkı da peşinden sürükleyerek uyanışı başlattılar. Türkiye’de tarih yazılırken sinema sanatının şaha kalkmaması mümkün mü?

Herkes enstrümanını eline aldı. Edebiyata başka bir hava getirdi duvar yazıları. Direniş şarkıları ise eylem alanlarına, yürüyüşlere… İnsanlar ‘’sinema’’nın özüne dair üretimlerde de bulundu; videoları kestiler, kırptılar, dertlerini anlatmak için birleştirdiler. Bu çabanın bağlamı, pratiğin kendisi, görüntülerin kalitesi gibi daha teknik detayları da ikinci plana attı. Anlatmak istediklerini basitçe de ola bize anlattılar. Çok da iyi yaptılar. Evet, biz bu işi kotaracağız diye barikatlara el atanlar bize kendilerini, dertlerini, çapulcuları anlattılar. Bize hikayelerini anlatmaya devam da etmelidirler. Bu yaşananları sadece ünlü yönetmenlerin değil, sokağa çıkıp barikatları güçlendiren kişilerin de filme çekmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Dahası da olacak. Bu hareketin dinamiği olan gençliğin, anlatmaya başlama ve üretme zamanıdır. Eline enstrümanını bir an önce alıp çalışmaya başlamanın…

Sokaklarda nasıl yaptıysak beyaz perdede de barikatımızı kuracağız. Barikatımız daha aşılamaz daha sağlam olsun diye Yılmaz Güney’den, Üçüncü Sinema’dan, sinemanın tüm militanlarından beslenmeye devam edeceğiz.

Sinematografi ve dramaturji açısından hikayesini yönetmenler çok farklı şekillerde anlatabilirler ancak bugün sinemamızın en önemli eksiklerinden biri heyecan. Heyecan derken daha çok kesme kullanarak, yani Hollywood Sineması dinamikliği ile ya da avantür aksiyon filmi tadında servis etmemek, heyecanı bu kalıplara indirgememek; işi sadece aksiyona, şekilsel olarak dinamikleşmeye dönüştürüp aklın ve diyalektik düşünmenin önüne geçmemek gerekiyor.

Yani uzun planı-düşük tempoyu, kısa planı-yüksek tempoyu doğru bağlama oturtmak gerek. Tolstoy’un da dediği gibi, ‘’İnsanlar ırmak gibidir: Su hep aynıdır ama ırmak kimi yerde dar, kimi yerde daha geniş olur. Bir yerde ağır akar, bir yerde hızlı. Suyu bazen durudur, bazen bulanık, bazen soğuk, bazen sıcaktır.’’

Tempo düşürmenin gerilimi yoğunlaştırdığı sahneler, plan sekansları mevcuttur, Antonioni filmleri buna en iyi örnekleri barındırmaktadır. Müzikte, Beethoven’ın en coşkulu senfonilerinde bile durağanlıklar vardır. İnsanla ilgili keşfettikleri her şeyi ticari oyunlarına alet eden Hollywood Sineması da bu etkiyi fark edip Matrix filminin kurşunlardan vücut hareketleriyle kurtulma sahnelerinde kullanmıştır.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demenin klişe olmadığı bir dönemi yaşıyoruz. Sanatçı değişiyor, sinema değişiyor, Türkiye değişiyor. Halk artık uyandı, geleceği birlikte kurabilmeye daha fazla inanmaya başlıyor. Alternatifler aranıyor, forumlar düzenleniyor. Bu dinamizm kendi sinemasal temsilini bekliyor.

Sinemayı AVM’ye hapsolmuş salonlardan, üretimi sermayeden kurtarmak için çalışmanın zamanıdır.

Haziran’ın sıcaklığıyla kameraları ele almanın zamanıdır.