Fırat Tanış İle Röportaj

Sadece altı ay oldu Tiyatro Akademisi açılalı. Ancak kökleri çok daha geriye doğru uzanıyor. Bu dönemde neler yaptıklarını, gelecek dönem için heyecanlarını, mekanlarını, oyunculuğun kendisini, akademinin işleyişini Nâzım Hikmet Akademisi Oyunculuk Bölümü’nden Fırat Tanış’la konuştuk.

Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi fikri nerden doğru? Akademinin kuruluş sürecini biraz anlatır mısın?

Biz aslında, kuruluşumuzu fişekleyen şeyi tamamen iktidara borçluyuz. Özellikle AKP gibi bir iktidar olmasaydı biz böyle bir şeyin altına girmezdik. Bu yüzden de bize çok büyük ilham verdiler. Yaptıkları şey şu oldu, bizi harekete geçirdiler. Gerçi bunun için çok da çabalamadılar, kendi ideolojileri doğrultusunda bir davranış geliştirdiler. Bu davranış doğru zamanda, karşı saflarda, doğru insanları bir araya getirdi. Bunun sonucunda da doğru ihtiyaçlar dillendiler. Sonuçta Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi altında bir oluşum gerçekleştirildi. Bu işe başlayalı tam bir yıl olmuş. Bir yıl önce, işte bu ödenekli tiyatro kurumlarının özelleşmesi ve muhafazakâr sanat başlığı altında çıkan bir grup blöf ve zırvalık, her ne kadar aynı yapının içerisinde farklı dallarda öten kuşlar da olsak, hepimizi, sanatçı sepetçi tayfası olarak bir araya getirdi. Ve bunun sonucunda bir sanat maratonu adında bir işe giriştik. Pek çok insan “Eyvah, şimdi ne yapacağız, imamlar mı bizi yönetecek, bizim iktidarımız mı elimizden gidiyor?” şeklinde bir soruyla daha sık bir araya gelmeye başladılar. Bizim kurulduğumuz dönem de buna denk geliyor. Aslında pek kısa bir süre de sayılmaz. Bu şartların oluşumuna bakarsan eğer, 20-25 yıllık bir geçiş söz konusu. Ama çok kısa bir sürede örgütlenen bir bölüm olduk. Şöyle bir durum var: Karşı tarafın muhafazakâr sanat olur mu olmaz tartışması içerisinde, “İyi de kardeşim bu sanatçı diye tanımlanan kesim ne kadar muhafazakâr, hangi konularda muhafazakâr, tutucu-muhafaza eden anlamında ne kadar böyle?” soruları ortaya çıktı. Mesela ödenekli kurumlar kendi alanları konusunda ne kadar muhafazakârlar? Çünkü bir insana muhafazakârsın sen deniliyorsa, ben muhafazakâr değilim diyorsan, muhafazakâr olmamak Konusunda muhafaza ettiğin birtakım değerler vardır. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün söylemlerini, hemen hemen ben ve saz arkadaşlarım haklı buluyoruz, onlar bizim repliklerimiz aslında ve Uzun zamandır konuşulan dillendirilen şeyler bunlar.

Peki, neyi borçluyuz iktidara, bunu biraz daha açar mısın?

Her zaman için olmasa da doğrudur, baskılar arttıkça karşı saflarda örgütlülük de belli bir. Açılmayan kartlar açıldı. Aman da değişsin mi, değişmesin mi, özelleşsin mi, memurluğu elinizden alalım mı tartışmalarıyla, bu kurumların içeresindeki tabiri yerindeyse bu cerahat böyle bir neşterlendi ve böyle bir aktı. Aslında bu da son derece doğal bir şey yani, son yılların getirdiği bir şey. Ayrıca ödenekli kurumlara, Şehir Tiyatroları örneğine dönelim. Şu an içinde bulunduğu durumu kendisine borçlu. Neden mi? 1990’ların başında Darülbedayi’yi belediyeye bağlayan yine bir iktidardır. Yine bir siyasi partidir. Buradaki bütün mesele, aslında bir yönetme ve yönetilme sanatı olarak siyasetin, sanatı nasıl yönetip nasıl yönetemeyeceği üzerine bir tartışmadır. Fakat bütün bunların dışında ve ötesinde, asıl muhafazakâr olanların bu kurumlar içinde iktidarın bütün bu söylemlerini reddedenler oldukları fikri bizim, buranın ruhunu oluşturan şey oldu. Bu ne demek şimdi?

Şöyle sorayım, siz burada neyi muhafaza ediyorsunuz?

Biz burada hiçbir şeyi muhafaza ediyoruz. Mesela önce bazı farklılıklar ortaya çıktı, gelişti. Yapmak istediğimiz okul anlayışını düşündüğümüz ve planladığımızda, hepimiz birtakım konservatuarlardan gelmiş kişiler olarak, gelmiş olduğumuz yerdeki olumsuzluklar, olması gerekenler ya da olmaması gerekenler üzerine fikirlerimiz vardı. Mesela bunların en başında geleni eğitimin süresi denilen şey: Hem bir yıl içine dağılmış bir süre anlamında, hem de toplam süre. Dört yılın zaten hiçbir zaman yapılamayacak olan oyunculuk eğitimi için çok uzun bir süre olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi Oyunculuk Bölümü üç yıl ile sınırlı. Yükseköğretim kurumunun ön gördüğü ders saati süreleri, 30 saati geçmiyor. Bunu çok az buluyoruz. Bu yüzden de ilk yıl 52 saat. Yükseköğretim kurumunun oyunculuk okullarında dayattığı konuşma, dil ve diksiyon derslerindeki yapılanmayı kafatasçı, ayrımcı ve fişlemeci buluyoruz. Bu yüzden de kimseyi İstanbul şivesiyle konuşmak gibi bir zora sokmuyoruz ya da bunu bir başarı ölçütü olarak değerlendirmiyoruz. Ama tabii ki de sağlıkla ilgili belli bir problemi varsa, bu önemli. Yaş meselesiyle de ilgili biz; “21 yaşına kadar geldin, geldin, sonra senden hiçbir oyuncu cacığı olmaz!” diyen bir zihniyeti anlamadığımız gibi, kabul de etmiyoruz. Bun yüzden 18 yaş ve üzeri bütün herkese açık, Eğitim durumun ancak liseyi bitirirsen ve yükseköğretim kurumuna bağlı bir sınavı kazanırsan ve bit taban puanı tutturursan gelirsin gibi bir şeyi hiç anlamıyoruz. Bu yüzden de herhangi bir eğitim önkoşulu aramıyoruz. Oyuncu olmak için illa; eli kolu “normal”, mankene yakın, gundiden uzak bir durumunda olma gerekliliğini kabul etmiyoruz. Bu yüzden bizde sadece üç yıllık oyunculuk eğitimine engel teşkil edebilecek kronik bir sağlık probleminin olmaması yeterli. Bunun dışında bedenen engelli olmak, bir insanın oyunculuk yapmasına engel değil. Bize başvurmasına da engel değil. Tabi bütün bunların ötesinde, oyuncu yetiştirmek iddiasıyla bir oyunculuk okulu açmanın dünyanın en zırva sapan işi olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden de oyuncu yetiştirmek gibi bir iddiamız yok. Çünkü biz oyunculuğu bir iş kolu, bir zanaat olarak görmüyoruz. Bizim için bir kungfu gibi bir yoldur. Papazlık gibi, imamlık gibi bir bakış açısıdır. Bu yüzden de bizden mezun olan kişinin dilerse oyunculuk yapabileceğini iddia ediyoruz.

Eğer bu arkadaşlar oyuncu olmayacaksa, Oyunculuk Bölümü’nde okuyacak da ne olacak?

Biz bunu şöyle özetliyoruz. Tüzükte de yazdığı üzere; biz oyuncu değil, farkındalığı gelişmiş birey yetiştirmek bütün gayretimiz. Bu kişi isterse oyunculuk yapar, isterse tarlada sabana koşar, isterse hayatını spor yapmaya vakfeder ama bizim arkadaşımızdır yani, baş tacımızdır. Biz bunları daha değerli tutuyoruz. Mesela yetenek sınavı diye bir şey yok bizde. Çünkü biz yeteneğin bir sanat mafyası tarafından “sanat”ın gücünü itibarsızlaştırmak için ve buna meyleden insanları ötelemek ve itibarsızlaştırmak için üretilmiş bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Sanatla uğraşmak için illa bir insanın yatkınlığının olmasının birincil şart olmadığını ilk önce kendini ve yaşadığı evreni tanımlama ihtiyacı içerisinde bulunan herkesin, koşulsuz herkesin, sanatın herhangi bir dalıyla disipliniyle ilgilenebileceğini bunun çok yalın basit ve sade bir kendini ifade etme aracı olduğunu savunuyoruz. Bu yüzden de aslında sanata da sanatçıya da kavramsal olarak inanmıyoruz.

Anladığım kadarıyla bütün anlattıklarını derleyip toplarsak, Türkiye sanat tarihinde ve tiyatrosunda yeni bir ekol olarak yorum olarak kendini şekillendiriyor. Daha önce denenmemiş bir iş yapıyorsunuz diyebilir miyim? Geçmişe buna benzer bir hareket var mı?

Hayır, yok. Hiçbir yönüyle yok. Müfredatıyla evet, yine temel oyunculuk gibi şeyler bizim müfredatımızda da var. Ama süresi ve az önce söylediğim bu “farkındalık” haline ilişkin hiçbir benzeri yok. Yani 52 saat hiç kimse böyle bir şeyin altına giremiyor yani. Televizyonda öyle görüyor, ben de oyuncu olacağım diyor ve onu da 5 saatte olacağını fazlan zannediyor. Mesela sektöre insan yetiştirmemek… Oyunculuk bir meslek değildir. Hemen altı Çizilmesi gereken bir nokta. Ya da yetenekli olduğunu iddia eden insanın bizim okulumuzda işi gerçekten zordur. Çünkü kendini her ne haltsa öyle olduğunu zannetmesine iten şey, onunla mücadele ederiz. Oralarda problem görürüz. Hal böyleyken, ortaya üç yıllık tam zamanlı eğitim veren, ilk yılı bir sınama yılı olan, ilk yılında kimsenin öğrenci olmadığı, herkesin kendisini ve bizi sınadığı bir yıl olan bir sınama yılı. İkinci yılı kişinin tamamen bizzat kendisiyle, kendi öznesiyle ilgilendiğimiz bir yıl. Başka herhangi bir yazılı metinle şekspır, hamlet, zamletle uğraşmıyoruz. Sadece, onun kim olduğunu dair alanları fark etmesine gayret ediyoruz. Üçüncü yılında da bir oyun içerisinde nasıl var olacağını, kendinde gördüğü bütün bu kişilik özelliklerini bir rol üzerinde nasıl uygulanacağını aslında içine girilip çıkılan bir rol olmadığını, böyle davranışların klinik vakalar olduğunu anlatmak çabasında olduğumuz bir üçüncü yılla bir eğitimi öngörüyoruz. Aslında eğitim demek de çok tuhaf. Çünkü oyunculuk eğitilerek anlatılan bir şey değil. Oyunculuk öğretilen bir şey değil, daha çok hatırlatılan bir şeydir. Çünkü her insan oynayarak öğrenmek gibi bir alışkanlığa ve doğuştan gelen bir şeye sahiptir. Hatta her canlı demek daha doğrudur. Kaplan da öyle, annesiyle avlıyor, yani bir oyun o da. İnsan da öyle. Fakat daha sonra, hatta günümüzde o dünyanın daha da acımasızlığı, doğadan uzaklaştırdığı insan, işte yalnızlaşan birey zart zurtu yüzünden bu oyun ve öğrenme ilişkisinden daha da bir uzaklaşmış olarak büyüyoruz. Bizim yaptığımız şey, zaten bilgimiz- de, hafızamızda olan oynama eylemiyle bizim aramızdaki bütün düşünsel ve şey ilişkileri kırmak, tabuları kırmak. Yani biz bir şeyi hatırlatıyoruz aslında. Bu aynı zamanda sanatı toplumsallaştırıyor da tarif ettiğin yetenek zırvasını işten çıkardığın zaman, bütün insanları sanatın öznesi haline taşıyabiliyorsun.

Bir başka sorum ise, bu tarif ettiğiniz hedef-doğrultu çerçevesinde, bu dönem nasıl geçti?

Bu konuda ben çok duygusalım. Çok güzeldi çünkü, çok güzeldi. Müthişti. Çok. Hayatında ilk defa sahneye çıkan, oyunculuk hakkında hiçbir şey bilmediği halde gelenler vardı. Mesela bize başvuru yapan, kayıt yaptıran 62 yaşında birisi vardı. Gerçi sair sebeplerden dolayı devam etmedi. Bizimle ilgili ya da sağlıyla ilgili sebeplerden ötürü de değil, bambaşka sebeplerden ötürü. Çok yol aldık. Bence bunların başında geleni ve en önemlisi, bizim oyuncu ve dil ilişkisine getirdiğimiz yeni -hiç mütevazi olmayacağım- tanım. Biz burada dil dersi vermiyoruz, güzel konuşma dersi de vermiyoruz. Biz nasıl İngiliz tiyatrosunda Hamlet’in Danimarka aksanıyla konuşmasının bir ehemmiyeti varsa, bizde bir Zaza’nın da bir Kürt’ünde Laz’ın da aşık olmak tutkuyla davranmak, iktidar hırsını kapılmak, merhamet göstermek gibi, bir kahramanın içinde salınabileceği bütün alanlarda gezinmeye hakkı var. Aksi saçmalık olur. Bu bence önümüzdeki dönem Anadolu tiyatrosundaki çok önünü açacak ve uzun süre hakkında konuşacağımız şey bu. Yani dil ve iletişim nedir? Buna bakacağız biz. Ha bugüne kadar gelen şey şuydu. Aslında burada yetenek denen şeyin nasıl tanımlandığı da hemen kendini belli ediverdi. Dil meselesi ortaya çıkınca. Sanki İstanbul şivesini akıcı, kıvrak, böyle janjanlı konuşan herkes yetenekli ve bu işi yapabilir kişiler olarak addedilmişti. Devletin öngördüğü bu durum, bütün buradaki ilerleyişi belirlemişti. Bugün hiçbir ödenekli kuruma şivesi bilmem ne olan bir vatandaş giremez. Hadi bakayım alsın. Hani muhafazakardınız? Hadi bunu konuşalım. Hani hümanizm, hani insan sevgisi, hani bombastik dünyalar! Önce bunu konuşalım, maalesef olamadı. Ve böyle durumlarda şivesi bozuk olanı, tabi ne demekse o da kendisi gibi olmayanı düzeltmeye çalıştılar ama bu kurumdaki bu çarpık zihniyeti düzeltmeye hiçbir zaman yanaşmadan davrandılar.

Son olarak gelecek için Tiyatro Akademisi’nde oyuna süreceğiniz kartlar nelerdir?

Şimdi, tabi biz bir tiyatro akademisi olmanın sorumluluğuyla, bu isi sadece oyunculuk bölümü ile sınırlamıyoruz. Dramatik yazarlık bölümümüzü açıyoruz. Oyun yazarlığı, pantomim ve bir de mekan tasarımı -diğer yükseköğretim kurumlarına bağlı sahne tasarım, dekor tasarımı bölümüne denk- bölümlerini açıyoruz. Elbette ki kendi tasarım bölümü öğrencilerinin tasarladığı bir mekanda, kendi oyun yazarlığı bölümü öğrencilerinin yazdığı ve oyunculuk bölümü öğrencilerinin oynadığı bir hikayeyi kurmak; bunu bir izlence haline getirmek amacımız. Hem de öyle laf olsun diye değil. Hakikaten merak edilen bir şey olmak; “Acaba akademi bu yıl ne yapıyor?” gibi bir noktaya getirmek istiyoruz akademiyi. Gelecek yıl açılacak kartlar bunlar. Örneğin oyun yazmaya hevesli kişi, gelecek, önce burada bizimle bir oyunculuk dersi alacak. Hani güzel, aferin, eldiven dikiyorsun da o eli bir tanı önce. Neye ne biçtiğini bir gör. Orada yaş sınırı da 18 değil, artı 15 ve üstü. Mesela okuma yazma bilmek şart değil. Niye şart değil, kayıt cihazı diye bir şey var kardeşim. Bu kadar basit. Mekân-tasarım bölümü ise özellikle oyun için tasarlanmamış alanları oyun alanı haline nasıl getirebiliriz üzerine kafa patlatacak. Yani şu cadde, şu istasyon, bu pazar yeri, şu bank, hatta sadece şu sandalye falan gibi. Tüylerim diken diken oluyor anlattıkça yemin ediyorum.