Nâzım Hikmet, Türkçe’de şiiri üzerine en çok yazılan adlardan biri. Hakkında methiyeler düzen de çok, şiirini ‘’mekanik ‘’, ‘’tatsız’’ bulanlar a. Üzerine yazılmış onlarca inceleme, kitap, deneme… Peki, hakkında halihazırda bu kadar çok yazılmış şairi bir de bizim sayfalarımıza taşıma sebebimiz ne? Sadece haziran ayının ölümünün 50. yılı olması mı? Bir nevi kuru bir romantizm mi? Hiçbiri değil elbette. Şiiri üzerine çokça yazılıp çizildiğini söylesek de bir edebiyat pratikeri olarak Nâzım’ın bugüne ne devrettiği pek az sorgulandı. Daha doğrusu bu sorgulamalar ‘’Nâzım halkı için yaşadı, halkı için yazdı, bize de bugün düşen halk için yazmaktır’’ gibi ne anlama geldiği belli olmayan kalıp cevaplarla geçiştirildi. Nâzım şiiri bu denklem üzerinden yüceltildi. (Bu tavrın Türkiye’de Nâzım’ı sahiplenen öznelerin tamamına özgü olduğunu söylemek haksızlık olacaktır elbette. Fakat genel eğilimin bu yönde olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz). Kimi muhafazakar çevreler Nâzım’da bir Alafranga züppeliği, Batı’ya öykünme, bir ‘’mekaniklik’’ buldular.
Bu yazı Nâzımın bir edebiyat pratikeri olarak macerasını şiirleri üzerinden incelemek derdinde olacak ve bunu mümkün olduğu kadar serinkanlı yapmaya çalışacak. Oldukça geniş bir şiir külliyatı olan Nâzım’ın şiir macerasının tamamını analiz eden bir yazıyı dergimizin sayfalarına sığdırmak imkansız olduğu için şairin serüveninin karakteristik özelliklerinin altını çizmekle yetinecek. Yüceltmekten, bu yaklaşım ‘’Nâzım’ın hatırasına saygısızlık olacağı için‘’ uzak duracak. Nâzım Hikmet şiirinin iyi-vasat-kötü bütün yönlerini gösterme çabamız, Nâzım Hikmet’in bugüne devrettiği mirasın aslında bir arayış, ‘’yeni’’yi kurma mücadelesi olduğunu ispatlamak istememizle ilgili. Böylece Nâzım’ın bir ‘’efsane’’ değil, bir inat hikayesi olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak, artık bir klişe haline gelen ‘’şiirimizin bugün niye bir Nâzım’ı yok’’ sorusunu cevaplamak derdindeyiz.
Nâzım Hikmet’in Dönemi ve Özgünlüğü
Türkiye’de modern şiirin kurucusu olarak genellikle üç ismin üzerinde durulur. Tevfik Fikret, Ahmet Haşim ve Nâzım Hikmet isimleri bu unvanı en çok hak eden isimlerdir. Tevfik Fikret’in Türkçe şiire kattığı ‘’modern’’ bakış açısı ya da Ahmet Haşim’in Fransız sembolizminden etkilenerek yazdıkları oldukça özgün olsa da ‘’eski’’ şiirden tam anlamıyla kopuşun Nâzım Hikmet tarafından gerçekleştirildiğini söylemek yerinde olacaktır. Bu sebeple diğer iki şairi modern şiirin gelişini müjdeleyen önemli adlar, Nâzım’ı ise Türkiye’de modern şiirin kurucusu kabul ediyoruz. Döneminin Rus fütüristlerinden etkilenerek ilk şiirlerini yazan Nâzım, o dönem için oldukça benzersiz, kimilerinin gözünü kamaştıran, kimilerinin sinirini bozan ama her halükarda tokat niteliğinde olan bir şairdi. Türkçe şiiri açısından ne kadar beklenmedik ve biricik olduğunu Cemal Süreya, Nâzım Hikmet üzerine yazdığı bir yazısında şöyle anlatıyor:
‘’Nâzım Hikmet’in çıkışını kendinden önceki bir Türk şairine bağlamak oldukça güç. Oysa çağdaşı Necip Fazıl’a bir yerde Yunus Emre’yi, bir yerde de Süleyman Nazif’i kik olarak almak mümkündür. Hatta Necip Fazıl’ı Nefi’ye bile götürebiliriz biraz zorlayarak. Nâzım Hikmet için söylesek söylesek Pir Sultan Abdal’ı söyleyeceğiz. Bu da çok zayıf, hatta belki de yanıltıcı olacak. Onun şiiri Türk sanatı içinde yeni bir öz girişim getirirken yeni bir biçimi de sunuyor.’’
Nâzım’ın beklenmedikliği ve ‘’köksüzlüğü’’ bu şekilde izah ediliyor Cemal Süreya tarafından. Türkiye’de öncülünü bulmak zor olsa da Nâzım’ın gökten inmediğini, Ekim Devrimi’nin etkisiyle tüm dünyaya yayılan coşkuya ve sanat alanında bu coşkunun yarattığı avangart arayışlara baktığımızda anlayabiliriz. Nâzım Hikmet şiirinin, bu dalganın Türkiye’ye sıçramasından ibaret olmadığını, ancak bu dalganın üzerinden yükseldiğini belirtelim. Yani, Nâzım’ın hem döneminin özelliklerini yansıtan bir şair olduğunu hem de ciddi özgünlükler içerdiğini. Bu durumu belki de en iyi ifade eden isim, başka bir yazısında yine Cemal Süreya. Süreya, şairleri ‘’büyük şairler’’ ve ‘’cins şairler’’ olmak üzere ikiye ayırıyor ve bu kategorizasyonu şöyle açıklıyor:
‘’Büyük şairler galiba, büyük kitlelerin duygularını veya onların isteklerini yansıtmış, büyük temalara yönelmiş kişilerdir. Cins şairler ise hayatı, dünyayı daha çok kendi imbiklerinden geçirmişlerdir.’’ (Süreya 2002: 203) Ayrıca büyük şair klasiktir, antiktir: ‘’Büyük sanatçı sadece kendi çağına değil, kendinden sonraki çağlara da tazeliğini yitirmemiş değerler taşıyan adamdır.’’1
Devam ediyor:
‘’Sözgelimi Baudelaire benim için cins şairdir. Victor Hugo ise büyük şairdir.’’
Süreya kendisini ‘’cins şair’’ olarak nitelerken diğer şairlerimizi de değerlendirir:
‘’Abdülhak Hamit büyük şairdir, Yahya Kemal hem cins hem büyük şair. Nâzım Hikmet de öyle hem cins hem büyük şair.’’
Nâzım Hikmet’in Türkçe’de ‘’kökü’’nü bulmak güç olsa da Nâzım’ın bir dönemin fütürist şairlerinin takipçisi olduğu tekrarlanan iddialardan biridir. Fütürizmin Nâzım’ın şiirinde etkisi olduğu gerçekten de apaçık. Ancak Nâzım’ın ‘’Makinalaşmak İstiyorum’’ gibi bir dizi şiiri dışında fütürist bir şiir yazdığını söyleyemeyiz. Bu noktada küçük bir itirazda bulunarak Nâzım’ın bir dönem fütürist şiirler yazdığını değil, fütürizmin biçimsel özelliklerini, olanaklarını kullandığı şiirler yazdığını söylemek yerinde olacaktır. Nâzım’ın bu etki altında yazdığı şiirlerine baktığımızda korkunç bir şiir işçiliği gözümüze çarpıyor. Ünlü ‘’Salkımsöğüt’’ şiiri, bu işçiliğin örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Salkımsöğüt şiirinin barındırdığı ritim ve ses, her dizede yer alan sözcüklerin, sert ünsüzlerin ince ince hesaplandığını kanıtlar. Nâzım’ın dönemi için müthiş bir değişiklik olan bu şiirler, ona ilk okurlarını ve düşmanlarını kazandıracak, Türkçe şiiri de biraz art zamanlı da olsa geri dönülmez şekilde değiştirecektir.
Vakıtları Yakalamaya Çalışan Şair
Şairin hayatını dört ana döneme bölerek devam edelim. Nâzım’ın şiirini de biçimleyen bu dört dönemi 1922-25 arası (SSCB’yi Ziyaret), 1925-38 arası (Büyük Şiirler Dönemi), 1938-51 arası (Sürgün Dönemi) olarak ayırabiliriz.2 Bu dönemlerden de anlayabileceğimiz gibi Nâzım’ın şiirinde politik arayışı ve mecrasının, bu arayışın getirdiği zorlukların rolü büyüktür. Bu zorluklara rağmen Nâzım’ın her döneminde kendi şiirini yenileme, geliştirme çabasında olduğunu görüyoruz.
Nâzım Hikmet’in ‘’dramatik şiir’’ diye tanımlayabileceğimiz şiirlerden rubailere, epik şiirlerden gerçeküstücü öğelerin yoğun olduğu şiirlere kadar pek çok ürünü mevcut. Nâzım’ın bu dört döneminin de ortak özelliğinin bir arayış olduğunu söyleyebiliriz. Nedir bu arayış? Nâzım Hikmet bütün ömrüne ve şiirlerine selam çaktığı o büyük şiiri ‘’Samansarısı’’nda şöyle diyor:
‘’vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye
ödüm
kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem
koşuyor
önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni’’
Şüphesiz ontolojik anlamlandırmalara da hayli müsait olan bu dizeler (dergimizin yuvarlak masa bölümünün bu ayki konusunun bu şiir olduğunu hatırlatalım) Nâzım’ın çağını yakalama, çağının şiirini yazma ya da İsmet Özel’in deyimiyle ‘’yazgısına yetişme’’3 çabasının yansıması olarak okunabilir. İşte bu özellik Nâzım Hikmet’i bizim için değerli, kimileri için ise ‘’tatsız’’ hale getiriyor. Bu hoşnutsuzluğun gülünç örneklerinden birini görmek isteyenler, Mehmet Kaplan’ın Nâzım Hikmet’in ‘’Makinalaşmak İstiyorum’’ şiiri üzerine yazdıklarına bakabilirler.
Bu arayış ve zamanı yakalama çabası, Nâzım’ın zamanını değiştirme dönüştürme kavgasının da bir uzantısıdır. Başta Türkiye toprakları için fazla avangart sayılabilecek bir çıkış yaparak edebiyat dünyasına giren Nâzım, daha sonra bu çıkışı Türkiye toprağıyla ve insanıyla buluşturmak için folklordan ve farklı formlardan yararlanma yoluna gider. Böylelikle en önemli kurgu olarak gördüğü siyasete de katkı sağlamak çabasındadır. Bu şiirlerinde, folklordan yararlansa da folklorik öğelere yaslanmayan onları dönüştüren bir şiir yazar. Bu çaba Nâzım’a zaman zaman oldukça vasat, hatta kötü şiirler yazdırsa da mecrasının ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ gibi görkemli manzaralara açılan kapılardır. Yerleşik olanla kavga etmek üzere kurulu bir yolculuğun durakları sayılabilecek şiirleri ile çok zengin bir külliyat oluşturmuştur Nâzım. Bu külliyatın bugün maalesef oldukça küçük bir bölümü okunmaktadır. Siyaseten bir yerlere değen şiirleri pek çok kesimin dilinde olsa da (artık buna sağ partileri bile ekleyebiliyoruz), ‘’tüketilmesi’’, estetik gramajı daha yüksek metinleri kısıtlı bir toplam tarafından okunmaktadır.
Nâzım Hikmet’in bir edebiyat pratikeri olarak mecrasını şiirleri üzerinden incelemeye çalıştık. Çağını doğru okumayı başarmış, bu okumanın üzerine kendi şiirini kurmuş olan Nâzım’ın bugüne ne devrettiği sorusunu cevaplamaya çalışalım şimdi de. Önce Nâzım Hikmet’in duyarlılığını en iyi anlatan hikayelerden birini anımsayalım: Çocukken bir camı taş atarak kıran Nâzım’a camı niçin kırdığı sorulur. Nâzım ‘’uçak yapmak için’’ cevabını verir. Nâzım Hikmet’in edebi pratiğinin de özeti bu hikayedir. Bugünün edebiyat ortamının özneleri, geçmişin kırıntılarından çorba yapmak derdindeyken, Nâzım Hikmet cam kırıklarından uçak yapmaya çalışmaktadır. ‘’Şeyh Bedrettin Destanı’’ndan ‘’Bir Küvet Hikayesi’’ne kadar uzanan bir arayış onu bugün hala adı anılan bir figür haline getirmiştir.
Şiirin bugünün dünyasında yaratabileceği etki, Nâzım’ın döneminin yanından bile geçemese de şiirin şekillenmesine etkisi, bir iletişim biçimi olarak gelişkinliği ve hayatiliği hala aynıdır. Fakat artık bir endüstri haline gelen kültür sanat ortamında Nâzım Hikmet kadar parlak bir isim dahi gelse bilinirliğinin, okunurluğunun bir sınırı olacağı mutlaktır. Bugün ‘’şiirimizin bir Nâzım’ı olması’’ bu sebeple imkansızdır. Ancak Nâzım Hikmet’i bu yazıda göstermeye çalıştığımız bir inadın, arayışın ve cüretin simgesi olarak görüyorsak, inadı ve verili olanla kavga etme cüretini örgütlediğimiz takdirde ‘’Türkçe şiirin nitelikli imzalara sahip olması mümkün olacaktır. Bu sebeple bugün bir edebi pratiker olarak Nâzım Hikmet’i örnek almak, Nâzım şiirlerinden esinlenmek değildir. 50 yılın ardından bugünün sanat pratikerlerine kalan miras Nâzım’ın tavrıdır.
Nâzım’ın ardından geçen 50 yıl, geçmişin çorbasının tatsız olduğunu ancak cam kırıklarından uçak yapılabileceğini göstermiştir.
Kaynakça
- Bezirci Asım, Nâzım Hikmet, Yaşamı, Şairliği ve Sanatı, İstanbul, Evrensel Yayınları, 1996
- Duyan Efe, Nâzım Hikmet Şiirinde Karakter İnşası
- Hikmet Nâzım, Kendi Sesinden Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2011
- Hikmet Nâzım, Son Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002
- Hikmet Nâzım, Yeni Şiirler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002
- Kaplan Mehmet, Şiir Tahlilleri 2 Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, İstanbul, Dergah Yayınları, 2005
- Süreya Cemal, Günübirlikler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005
- Süreya Cemal, Güvercin Curnatası, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997
- Süreya Cemal, Şapkam Dolu Çiçekle, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2012
- Timuçin Afşar, Nâzım Hikmet Şiiri, İstanbul, İnsancıl Yayınları, 1996
Dipnot
- süreyalizm blogspot adresine Hakan Sipahi tarafından gönderilen ‘’Cemal Süreya ile Şairlik Üzerine’’ yazısından alınmıştır.
- Afşar Timuçin
- İsmet Özel-Jazz:
(…) kendi kalbimle zamanım arasındaki sarkaç
püskürtüyor beni dünyaya
bırakıyorum zerreciklerime kadar emsin beni
Atlantik ve Pasifik ve beş kıta
koşmam gerek
yetişmem gerek yazgıma (…)