Bertell Ollman ile Marksizm ve Güncelliği Üzerine

Çeviri: Deniz Altunlu

Kitapları Türkçede de büyük ilgi gören Amerikalı Marksist düşünür ve yazar Bertell Ollman, mayıs ayı içerisinde Yordam Yayınları tarafından organize edilen bir dizi panel için ülkemize geldi. Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleşen panelin ardından dergimizin sorularını cevaplamayı kabul eden Ollman, daha sonra Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde direnişe dair yorumlarını elektronik posta aracılığıyla bizimle paylaştı. Ollman ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi, Ollman’ın dergimize ilettiği ‘’Gezi’’ yorumlarını da ekleyerek sizlerle paylaşıyoruz.

Marksizm’i nasıl tanımlarsınız? Günümüzde sosyal bilimlerde iki ‘’karşıt’’ akım baskın durumda: Postmodernizm ve pozitivizm. Marksizm her birine ne kadar yakın veya uzaktır? Veya Marksizm’in onlarla ilişkisi nedir?

‘’Marksizm nedir?’’ sorusuyla başlamakta haklısınız çünkü diğer sorularınızın pek çoğu buna verilecek yanıta bağlı. Yanıtım şu: Marksizm neredeyse bütünüyle kapitalizmin, onun nasıl işlediğinin, kimin için daha iyi ve kimin için daha kötü işlediğinin, nasıl ortaya çıktığının ve günümüze dek nasıl geliştiğinin ve tamamen farklı ve çok daha insancıl bir toplum biçimine dönüşme potansiyelinin ve elbette emekçi sınıfın (kapitalizmin kaldırılmasından en büyük ve en acil yararı görecek olanların) bunu nasıl gerçekleştirebileceğinin bir analizidir.

Marx’ın hemen hemen tüm yazıları kapitalizmi bu genel surette anlaşıldığı haliyle ele alır. Marx’ın kapitalizmi etüdü ve sonuçları teorize edişi de bütünüyle diyalektiktir. Bunun için eldeki konuyu (hem nesnel hem öznel boyutlarında) zaman içinde birbiriyle ve yapısal bütünle (kapitalizm) etkileşimleri, yani bireysel hareket ve ilişkilerinin toplamı üzerinden evrilen pek çok birbiriyle ilintili süreç olarak düşünür. Karşılıklı bağımlılıklarına rağmen Marx’ın çalışmasından ortaya çıkan değişim örgülerinin bir kısmı, çevresindeki örgüler üzerinde, onlarınkinden daha büyük bir etkiye sahiptir ve bunlar özel dikkat ve önem göstermek üzere ayrılır. Üretim biçimi, sömürü, kapital birikimi, periyodik kriz, sınıf çatışması ve devletin kapitalist sınıfla organik bağları bunun bazı örnekleridir.

Bu kısa taslaktan bile sorunuzda değindiğiniz tüm düşünce okullarının Marksizm’in şu veya bu şekilde bir karikatürünü gerçeği yerine koyduğu açık olmalı. Neden böyle yaptıkları elbette yazardan yazara değişir ancak cehalet, tembellik, kötü niyet, rağbet görmeyen bir davayla ilişkilendirilme korkusu, akademide yükselme arzusu, kendine ‘’Marksist’’ diyen rejimlerin bazı uygulamalarına karşı yanlış yönlendirilmiş bir tepki ve -aralarındaki birkaç zengin için- kapitalistlerle ortak çıkarlar öğretideki bu vahim kırılmanın nedenleri arasındadır. Gerçi bu karikatürleri öne sürenlerden kimileri toplumu etüt etmek için Marx’ın gerçekte yaptığına yer vermeyen şu veya bu paradigmanın tutsaklarıdır da. Bu sonuncusu genelde bu düşünürlerin -pek azının çalıştığı- Marx’ın diyalektiğine yönelik derinden düşmanlığıyla ilişkilendirilir. (Bu konuda daha fazla ayrıntı için artık Türkçede de bulunan Diyalektiğin Dansı kitabıma bakabilirsiniz.)

Neden bu kadar çok düşünürün Marksizm’in kaba saba karikatürlerine düştüğünden daha önemlisi bunun Marx’ın yazılarının yaygın olarak ihmal edilmesini ve aynı zamanda Marx’ın ana konusunu, kapitalizmin kendisini rasyonalize etmekteki toplam etkisidir. Başka hangi düşünür Marx’ın ona verdiği geniş anlamdaki gibi çözümlemeyi denedi? Hiç kimse. Sonuç olarak kapitalizm ve dolayısıyla onun bugünkü büyük problemlerimizin pek çoğundaki sorumluluğu -ekonomik kriz, işsizlik, büyüyen eşitsizlik, küresel ısınma vs. (uzun bir liste bu)- incelenmeden kalıyor, böylece bu problemin hepsi kapitalist bağlam mutlak sayılarak ayrı ayrı etüt ediliyor ve olası çözümler kapitalizm altında başarı şansı olmayan ufak reformlarla sınırlanıyor.

İşçilere, işsizlere, öğrencilere ve pek çok diğer gruba de doğaya dayattığı korkunç koşulları saklayamayan kapitalizm kendisinin, kapitalist sistemin ürettiği tüm bu dehşet ve acıların mutlak sorumlusu olduğu gerçeğini saklamak için ısrarla -ve şimdiye dek kayda değer bir başarıyla- çabalıyor. Bugün dünyanın çoğunluğu için insanlar öfke ve hüsranlarını problemlerinin kaynağıyla hemen hiç ilgisi olmayan başkalarından çıkarırken kapitalizm görünürlükten uzağa saklanıyor. İnsanları Marx okumaktan alıkoymak onları, bizi acınacak halde tutmaya devam etmek adına önemli bir taktik olarak ortaya çıkıyor.

‘’Endüstriyel toplum’’, ‘’pazar toplumu’’, ‘’postmodern toplum’’, ‘’risk toplumu’’, ‘’özgür dünya’’ gibi terimleri ‘’kapitalizm’’ yerine kullanmak, bütünü görünürden uzakta saklarken insanları bütünün parçalarına odaklanmaya yöneltmenin başka bir yolu. ‘’Özgürlük’’, ‘’haklar’’; ‘’eşitlik’’ ve ‘’demokrasi’’ gibi çok önemli kategorileri de kapitalizmin zaten izin verdiği anlamlara çıkarmak da böyle- iş arama özgürlüğü veya ücretini karşılayabileceğin şeyleri satın alma özgürlüğü veya ‘’reform’’un durumunda (eğitim, sağlık, sosyal güvence vs.)- sadece kapitalistlerin istediğinin olması. Tüm bu ideolojik saptırmalarla başa çıkmanın yolu bu kategorilerin nasıl, kim tarafından kullanıldığı ve zengin ve güçlülerin bizim yapamadığımız neleri yapabilmelerini sağladığını sormak… Sonra elbette hepsini bizim çıkarlarımıza hizmet edecek aslına uygun bir biçimde yeniden tanımlamak.

Kısmi sonuç: Marx’ın daha çok yazısını okumak ve başkalarını da okumaya teşvik etmek, sınıf mücadelesinde bizim tarafımızın etkinliğini en üste çıkartmak için gerekli olan kapitalizmi anlama biçimini yaymak için zorunlu adımlardır.

Akademik ortamlarda devrim, özgürlük, demokrasi gibi kimi kavramların tanımlamalarında bir kafa karışıklığı ile karşılaşıyoruz. Bunun, tarihsel ilerleme fikrinin reddi ile alakalı olduğunu düşünüyoruz. Sizce durum nedir bu konuda?

Bence ‘’sınıf’’ ile başlamalıyız. Toplumdaki sınıflar nelerdir? Toplumda egemen olan sınıf hangisidir? Toplumda egemen sınıf olmak ne demektir? Kapitalistler için toplumu domine etmenin önemli yollarından bir ide sözcükleri kullanacağımız bağlamı belirlemeleri, kavramlar domine etmeleridir. Böylece bizim kullandığımız tüm kavramların bağlamlarını belirlerler. Çoğu insan bugün özgürlük dendiğinde kafasında temel insan haklarını canlandırır örneğin. Eşitlik, adalet gibi kavramlarda da kapitalizmi iyi gösterir, eleştirmeyi zorlaştırır bu hamle. Biz bu kavramları, kapitalizmin üstesinden gelmek için ne yönde anlamamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Örneğin, adalet. Kapitalist bir devlette nasıl adalet olabilir? Devler, halihazırda kapitalistlerin lehine çalışırken nasıl herkese eşit davranabilir? İnsanlar daha iş isteyip bunu bile bulamazken nasıl herkes için özgürlük olabilir? İnsanlara iş verme şansı olanlar, yalnızca kendilerine çıkar sağlayabildiğin ölçüde sana bu şansı veren kapitalistler. Bu da demek oluyor ki, yaşamak için bir işe ihtiyacı olan pek çok insan, bir kriz döneminde bu haktan mahrum olacaklar. Yani çalışma özgürlüğü diye bir şey yok, çalışma hakları yok. 19. Yüzyılın başlarında yaşamış sosyalist bir Fransız düşünürün insan hakları üzerine dediği gibi en temel haklardan biri ortada yok: çalışma hakkı. Bir insanın sahip olduğu en önemli haktır bu, çünkü bu olmadan geri kalanının hiçbir önemi kalmaz. Açlığa mahkum bir insanın geri kalan özgürlükleri anlamsızdır. Bizim bu kavramlara, işçi sınıfının kapitalizmin üstesinden gelme ihtiyacını vurgulayacak bir bağlamda tanım bulmamız lazım. Böylece insanlar adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramları kullanabilsinler. Birilerinin çok parasının olduğu, her istediğini alabildiği ama geri kalanının hiçbir şeye parasının yetmediği bir dünyada nasıl eşitlikten söz edilebilir? Aynı şey iş için de geçerli, kimileri hayatını idame ettirebilmek için gerekli bir iş bile bulamazken diğer tarafta işi olan ve banka hesaplarından gelen karla ihtiyacı olan her şeye sahip olanlar var. Tüm bu kelimeler kapitalizm eleştirisine dönüştürülmelidir. Genelde bu kelimeler kapitalizmi övmek için kullanılıyor. Eşitlik, özgürlük vs. bu yanlıştır. Marx, Kapital’in üç cildinin yarısında kapitalizmin nasıl çalıştığını tartışır. Diğer yarısında ise insanların algılarının farklı yollarla nasıl bozulduğunu anlatır. Böylece sistemin nasıl işlediğini anlayamazlar; kendilerine ne olduğunu, sınıfsal çıkarlarını ve konumlarını algılamaları zorlaşır. Ve bunun önemli bir bölümü ‘’sadece’’ kelimelerdir. Bu kavramlara verdikleri anlamlar bozulmayı arttırır.

Peki, bu noktada şunu sormak istiyorum, kavramlar üzerinde dönen bu tartışma akademinin mi yoksa pratik mücadelelerin bir konusu mudur?

Her ikisi için de önemli. Pratik mücadele olmaksızın akademi yolunu kaybeder, teoriye hakim olan bir akademiden yoksun pratik mücadele ise kendini tanımlamakta güçlük çeker. Kimi konuların işçiler tarafından anlaşılması kolaydır. Daha yüksek maaş için veya daha iyi çalışma koşulları için mücadele verirken bunları anlarlar. Ama bir sistem olarak kapitalizm hakkında çok şey bilmeleri zordur. Kapitalizm işçi sınıfına bu şansı vermez. Kısa süren savaş veya kriz dönemlerinde sınıfın bunları birleştirmesi, kapitalizmi yıkmanın gerekli olduğunu görmesi önemlidir. Bu konu pek çok işçi tarafından anlaşılmamaktadır, aksi halde oylarını işçi partilerine veya sosyal demokrat partilere verirlerdi. Bu nedenle yaşadığımız, çalıştığımız her yerde bu mücadeleyi vermeliyiz. Farklı durumlarda olan insanlar için biçilen farklı roller vardır bu noktada. Benim örneğimde, ben fikirlerle savaşıyorum.

Taksim Gezi Parkı’nın hukuksuz bir şekilde Topçu Kışlası’na dönüştürülmesine itiraz etmek için başlayıp tüm Türkiye’yi saran, hükümet karşıtı kitlesel eylemlere dönüşen gösteriler uluslararası kamuoyunda da yer buldu. Bu sürece dair söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Bu olayın meydana gelmesi müthiş bir önem taşıyor ve potansiyeli güçlü yeni bir kuvvetin, hoşnutsuz gençlerin Türk politik sahnesine çıkışını müjdeliyor. Ancak politik geçerliliği kısa vadede bile kapitalizmi sorunlarımızın çoğunun mutlak nedeni olarak odağa getirebilme ve kapitalizmi Türkiye ve dünyanın geri kalanının ilerlemesi gereken yol olan bir tür sosyalizm/komünizm ile değiştirme gerekliliğini sunabilme ölçüsüne bağlı olacak. Aksi takdirde ‘’demokratik’’ Türkiye’de (iktidarda görece popüler bir hükümet varken), Occupy hareketinin Arap dünyasındaki benzerlerinden çok, bir süreliğine müthiş manşetlerle duyurduktan sonra bir yılın ardından adeta yok olan Amerikan benzerinin üzücü yönünde gitmesi muhtemeldir.

Somut olarak bu, bir an önce mümkün her yolu kullanarak daha fazla işçiyi -dindar işçiler de dahil- işçi olarak onları en çok ilgilendiren konuları gündemde daha ön sıraya alarak harekete çekmeye ciddi özen gösterilmesi anlamına gelir. Ve bunun gibi bir anda soldaki her partiye destek için çağrıda bulunulması mantıklı olsa da Direniş’in** (Occupy fiilini isim yaparak ‘’işgal’’ anlamına gelen Occupation’ı kullanıyor)** ölçeği ve yayıldığı alanın heyecan verici özelliği, şu an organize sola bağlantılı olan ve sola doğru hareket eden büyük sayılarda işçilerle etkileşim kurma şansını tepmek istemeyecek çoğu insanla (liderlerinin pek çoğu olmasa bile) birlikte hem şimdi proteste edenleri hem yani bir kitle partisinin çekirdeğini oluşturma potansiyelini sahip olması.

Türkiye’de kapitalizmin belli kuvvetleri ama aynı zamanda zayıflıkları da düşünüldüğünde benim kanaatimce ancak sosyalist/komünist bir programı demokratik iç organizasyonla ve emekçi sınıfta geniş bir tabanla kaynaştıran bir parti ‘’devrim’’ adını hak eden türden değişiklikler gerçekleştirebilir. Ve statükoyu böyle bir ölçekte ve biçimde sarsan Occupy İstanbul böyle bir girişime atılınması için sahneyi hazırlamıştır. Derinden umuyorum ki, hepimizin iyiliği için bu fırsat kaçmaz.

Prof. Bertell Ollman Kimdir?

New York Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Bertell Ollman aynı üniversitede diyalektik yöntem ve sosyalist teori üzerine dersler veriyor.

Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı (1978), Toplumsal ve Cinsel Devrim (1978), Diyalektik Soruşturmalar (1993), Pazar Sosyalizmi: Sosyalistler Arasındaki Tartışmalar (1998) isimli kitaplarıyla ve pek çok önemli makalesiyle tanınan Ollman aynı zamanda Sınıf Mücadelesi isimli masaüstü oyunun da yaratıcısıdır.

Yıllardır üniversitelerde akademik özgürlük mücadelesi veren ve Amerikan Siyaset Bilimi Vakfı tarafından pek çok ödüle layık görülen yazar, 2003’te tamamladığı ve yayınevimiz tarafından Türkçeye çevrilip yayınlanan Diyalektiğin Dansı isimli kitapla, kendisinin de ifade ettiği üzere, en olgun ve en yetkin çalışmasını ortaya koydu.