1935 yılının başlarıydı. II. Dünya Savaşı öncesi sağcı ve solcu yazarlar arasındaki gerginlik son raddeye varmış, dergi ve gazetelerde süren tartışmaların şiddeti iyice artmıştı. Sağcı olanlar, solcu yazarları okurlarının gözünde küçültmek, takma isim kullananları ifşa ederek işlerinden olmalarını sağlamak ve yazmalarını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hele hedeflerindeki yazarlardan bir tanesi vardı ki. Akşam gazetesinde boyuna tehlikeli yazılar, fıkralar yazıyor ve sağa doğru tehlike rüzgarlar estiriyordu. Öyle ki Peyami Safa, Yusuf Ziya ve Orhan Seyfi gibi “eski dostlar” bile tam anlamıyla “Akbaba” kesilmiş, yazara durmaksızın saldırıyorlardı. Peki, kimdi bu “tehlikeli” adam? “Orhan Selim adındaki adam iki aydan beri Akşam gazetesinde temiz Türkçe denemeleri yapan ‘teknik bir yazı işçisinden’ başka bir nesne değildir. Bu bakımdan o, ikinci ayına yeni basan bir teknik yazıcıdır. Ancak gören iki gözü ve duyan iki kulağı vardır. Bunun için, hacıyağı kokulu, kara çember sakallarını tıraş ettirip yeşil sarıklarını kelebek biçimi kravat diye kullanarak göz boyayanların, tecvitli seslerinde bir ‘Baba Tahir’ kurnazlığıyla, Orhan Selim’in omuzu üstünden ne yana çatmak istediklerini anlar.”1
Yukarıdaki alıntı, Orhan Selim adındaki bu yazarın ta kendisine yani Nâzım Hikmet’e ait. O sıralarda Bursa hapishanesinden yeni çıkmıştı şair. Efsane şiirleri olan saat 21-22 şiirlerini yazdığı, o çok sevdiği Piraye Altınoğlu’yla evlenmiş ve Piraye’nin ilk eşinden olan iki çocuğu dahil dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu üstlenmişti. Geçimini sağlayabilmek için Akşam gazetesinde Orhan Selim adıyla fıkralar yazmaya başladı. Siyasi olmaması şartıyla köşe yazıları yazması isteniyordu ama bir devrim şairini kavgasından ve halkından ayırmak mümkün olmuyordu. Bir gün turizm işlerine dair kanun layihası çıkarılmasını eleştirirken2 bir gün Sarıgüzel halkına su sağlamak için halktan 100 lira istenmesini eleştiriyordu3. Fenerbahçe-Galatasaray maçından girip demokrasiden, söz söyleme hürriyetinden çıkıyor4 yahut makineden, giyotinden başlayıp Hegel diyalektiğinden devam ediyordu5. Bu yüzdendir ki görece ileriyi gösterebilen Akbabacılar bile onu bir tehlike olarak görüyor ve yazılarına saldırmadan edemiyorlardı. Avrupa’da ve özellikle Almanya’daki sağa kaymanın Türkiye’de de etkileri görülmeye başladıkça basın dünyasındaki sağcı yazarların saldırganlıkları daha da artıyordu. Nazım Hikmet’in Türk şiirine getirdiği yenilikleri büyük ölçüde kabul ettirmiş olması ve şiirlerinin okul kitaplarına girmesi bu yazarları alarma geçiriyor, onlar da Nâzım Hikmet’in şiirin kurallarını anlayamadığını, değersiz, boş bir insan olduğunu ve gençlerin onun arkasından gitmeyi reddettiğini iddia ediyorlardı. Örneğin, “Orhan Selim, diğer ismiyle Nâzım Hikmet, bu yakınlarda İstanbul’da kapitalizmi müdafaa eden filmler gösterilmeye başlanmasına şaşıyor. Buna şaşıyor da kendisinin kapitalistlerin gazetesinde, kapitalizm aleyhine yazdığı fıkralardan aldığı para ile geçinmesine şaşmıyor mu?”6 diyordu Akbabacılar. Amaçlarının komünist bir şairin takma isimlerle yazılar yazarak alttan alta komünizm propagandası yaptığını duyurup gazetenin patronunu harekete geçirmek ve onu işinden ederek yazı yazmasını engellemek olduğu çok açıktı. Orhan Selim, yapılan bu kara propagandaya cevaben 5 Ocak tarihli Akşam gazetesinde “İt Ürür Kervan Yürür” başlıklı bir yazı yazdı. Tarihin bir bakıma, yürüyen kervanlarla ürüyen itlerin süregelen dövüşünden ibaret olduğunu ve bu yüzden atasözünün gücünü bugün hala koruduğunu anlattığı yazı şöyle bitiyordu: “İt ürür kervan yürür. Bu bir ateşli türküdür ki, her inanan, her inandığı için dövüşen adamın dilinde dolaşır durur. Her devrimin ilk bağırtırlar kavgaya atılırken bu sözü haykırmışlardır.”7
Yankılar gecikmedi. Altı gün sonra ise Nâzım Hikmet’in Orhan Selim’e yazdığı bir mektup yayınlanıyordu gazetede. “Sen iki aylık acemi, toy bir yazıcısın. Bu acemiliğine, bu toyluğuna bakmadan, karanlıklardan ders almış, ‘medrese mantığıyla’ pişkin eski kurtlarla nasıl kalem yarıştırabilirsin? “Bak, işte yine senin kaleminin ucunda benim yüreğimin takılı olduğunu ileri sürerek, kendilerinin, kılına bile dokunulmaz korkunç aslanlar olduklarını söyleyerek, ‘usta hırsız ev sahibini bastırır kafasıyla, seni jurnalci, ‘zebunkeş’ diye adlandırarak korkutmak, Sözüm ona, utandırmak istiyorlar. Aldırma, oğlum, Orhan Selim! Kavgayı uzatmakla güttükleri iki yol var: Birisi provokasyon yaparak seni ekmek parasından etmek; ötekisi tirajlarını yükseltmek. Böyle bir kapana düşme, yavrucuğum!
“Onlar isterlerse söylensinler daha, sen kavgayı burada bitir. Yoksa yazdığın, beğendiğin o atalar sözünü anlamamış olursun.”8 diyordu Nâzım mektubunda.
“Benim sıska, Benim cılız, Ve üstüne üstlük Bir yudumluk soluğuna bakmadan Şişirilmiş davulların arasında Türkü söylemeye kalkan Benim sersem çocuğum Orhan Selim!”
Fakat şişirilmiş davullar, tamtamcılığından geri kalmıyordu. Sadece yayın organlarında değil, basında görev alan üyelerin bir araya geldiği yemeklerde ve kahvelerde, orada bulunan gençlere yabancı dillerden ve gazetelerden kesitler aktararak gösteriş yaptıkları yetmiyor, aşırı milliyetçi ideolojilerin artık bütün Avrupa’yı sardığı ve toplumcu gerçekçi akımları kimsenin ciddiye almadığı konusunda onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu üstatlardan biri olan “eski dost” Peyami Safa’nın bir akşam “Artık Nâzım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözlerle dolu!”9 demesi üzerine ortamda çok sert bir tartışma başlamıştı. Entelektüel sağcılar, genç gazeteciler üzerinde bu şekilde baskı kurmaya çabalıyorlardı. Bu da solcu yazarları büyük ölçüde tedirgin ediyordu. Bunun üzerine Orhan Selim 7 Haziran sabahında, Akşam’daki köşesine, “Entelektüel” diye bir başlık attı. Bu küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adamların bir gün hatırlanmamak üzere gömüleceğini fakat en korktukları şeyin de kendini hatırlatamamak, kendini gösterememek, unutulmak olduğunu anlattığı yazısında şöyle devam ediyordu Nâzım:
“Her küçük, yarım, taslak entelektüel kendisini dünyanın mihveri sanır. (…) Entelektüellerin çoğu, bir bakıma, gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar. Yalnız, bunların arasında bir cinsi de vardır ki, öyle doldurulduğu için öyle çaldığını değil, öyle dilediği için o çeşit ses çıkardığını sanır. Bunlar, yağmurun bir yığın sebepler sonunda yağdığını değil, yağmak istediği için yağdığını söyleyen putatapıcılardan ayırtsızdırlar.”10 Tartışmalar gittikçe şiddetleniyordu. Sağcı yazarlar Nâzım’ın cevap veremeyeceğini bildikleri için karalama politikalarını dergilerine taşımış açıktan açığa devam ettiriyorlardı. Fakat Orhan Selim gericiliğe karşı mücadelenin sembolü haline gelmişti artık. Okuyuculardan üst üste mektuplar yağıyor, kimileri girdikleri tartışmaları ve Orhan Selim’i nasıl savunduklarını anlatıyor kimileri ise şahit oldukları haksızlık ve yolsuzlukları sayıyor, Nâzım’dan gazetede bunları yazmasını istiyorlardı. Ancak bilindiği üzere, başı beladan kurtulmuyordu şairin. Sürekli tehditler alıyor ve baskı görüyordu. 1936 yılının sonlarında ise tekrar hapishane yolları gözükecekti…
Taksim’de tiyatrocu ve yazarların buluşmak için sık sık uğradıkları bir kahve vardı. 30 Aralık günü Nâzım da bir buluşma için gitmişti kahveye. Beklediği kişiler gelmeyince gazetesini de alarak dışarı çıkmış yürüyordu ki üç sivil polis, yanına gelerek kendisini götürmek için emir aldıklarını söylediler. Bu kez de “bildiri dağıtmak suçundan” tutuklanıyordu Nâzım ve burada sonlanıyordu Orhan Selim’in gazetecilik hayatı. Veda ediyordu şair Orhan Selim’e ve ayrılıyordu yolları.
“Benim sıska, benim cılız, benim zavallı çocuğum Orhan Selim! Sen benim Ne kolum ne kafamsın; sen benim, Bir kurşun balyası gibi, Sıska sırtına bindiğim ve alnının teriyle geçindiğim İlk ve son adamsın!”
Hep merak etmişimdir Orhan Selim, tam anlamıyla Nâzım Hikmet olabilmiş miydi? Yahut Nâzım, sadece Orhan Selim olmak istemiş miydi hiç? Örneğin, “Ben bir insan, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” derken Orhan mıydı yoksa Nâzım mıydı şair? Her ikisi de… Orhan Selim, sıska, zayıf, zavallı çocuğuydu onun. Alnının teriyle geçindiği ilk ve son adamdı. “Hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana” diyen Orhan’dı örneğin. “Ölüler dünyasının sınıflarını” ararken11, soyguncu belediyelerin neden hala cennette bir köşk, üç huri, iki de gılmanı temin etmediğini sorarken12 Orhan Selim’di. 16 yaşında fakir bir çocuk 5 lirası olmadığı için ağlayarak hapse atılıyorken, hukuk formaliteleri suçluları aklamak için sınırsız hizmet veriyorken “Ya tezkip ya tasdik” diye haykıran da oydu. “Tehlikeli vadilerde yüzüyorsun” diyerek kaşlarını çatanlar yahut şairin deyişiyle “bir devrim yapan her ülkede yürüyen kervanların ardın- dan bakakalanlar” hacı yağı kokan sakallarını karanlıkta sıvazlayarak boyuna saldırıyorlardı Orhan Selim’e. Çünkü Orhan Selim’di, yazıları kendi ülkesinde Türkçesiyle yasakken Nâzım’ın verdiği kavganın adı. Kötünün kötüsü yazması gerekti, yazdı. O, şairi halkına ulaştıran bir ulaktı ve üstelik hiç takılmadı ayağı. En önemlisi de hiçbir zaman ihanet etmedi ne kavgasına ne sevdasına ne de Nâzım’a. Ne diyordu şair ona yazdığı şiirinde:
“Yalnız unutma bir şey! Yorulur da ayağın kayarsa eğer seni herkesten önce ben taşlarım! Fakat bugün Sende beni sattığını gösteren Bir tek satır bulanın Alnını karışlarım!”
Dipnot
- Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, “Kanun ve Turizm”, Yazılar 4, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, “Sarıgüzel ve Su”, Yazılar 4, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, “Bir Maç Seyrettim”, Yazılar 4, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, Yazılar 4, Adam Yayınları
- Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, Yazılar 3, Adam Yayınları
- Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları
- Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları
- Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, “Ölüler Dünyasının Sınıfları”, Yazılar 4, Adam Yayınları
- Hikmet Nâzım, “16 Yaşındaki Kelepçeli Çocuk”, Yazılar 4, Adam Yayın