‘’Kar yağıyor yaktığım ateşlere
İçimde kül kalabalığı bir isyan
Beni anlatacak kadar
Kalabalık değil daha bu sokaklar’’
Adnan Yücel’in yukarıdaki şiiri sadece onu değil, bu ülkedeki milyonlarca insanı anlatan bir dizeydi belki de bir ay öncesine kadar. Yeni şiirlere ilham verecek günler yaşadığımızı ve bunların ülkemiz tarihindeki onurlu yerini alacağına inancım dile getirerek başlamak isterim.
31 Mayıs akşamı Kuğulu’da gördüğümüz manzara bardağın taşmak üzere olduğunu gösteriyordu. Sadece Park değil etrafında bulunan bütün sokak ve caddeler de doluydu. Ve kalabalığın çok geniş siyasal kesimler tarafından oluşturulduğu gerçeği gözümüze çarpıyordu. Gezi Parkı’nda yapılan saldırıya, ‘’İki Ayyaş’’ mevzuuna ve yılların gerici ve despot uygulamalarına karşı biriken bir hınçtı kendini dışa vuran. Ve en baskın karakter, kitlenin genç oluşuydu. Kuğulu’daki dinamizm ertesi gün kendini ‘’halklaştıracaktı’’.
1 Haziran günü, polisin uyarısız, kuralsız saldırısını boşa çıkaran bu dinamizm, çok kısa düre içinde yüz binleri bulmuştu. Kızılay yıllar sonra halkındı. Bu coşkuyu anlatmak ise mümkün değil. Ankara’nın asfaltı ciddiyetle karılmıştı o güne değin, ama artık coşku ve umut da ekleniyordu. Şehrin göbeğini, şehrin sahiplerine yasaklayan ve ‘’Sola Dönüş Yasaktır’’ tabelaları asan zihniyetin hüzün dolu silueti görünüyordu Güvenpark’ın ardından. Kendi adıma ‘’devrim’’ tarifi istense bundan başka bir şey betimleyemeyeceğimi belirtmek isterim.
İlk gün için söylenmesi gereken bir başka şey de bu kadar büyük bir öfke ve bu kadar büyük bir örgütsüz kitle için; eylemlerin barışçıl ve şiddete gereksiz başvurulmayan bir yanı olduğu gerçeğidir. İnsanların içinde biriken öfkenin göstergesi, korkusuzluklarıydı. Dedik ya; bardağın taştığı ana tanık olmak her insana nasip olmayacak bir şey. Teyzelerin ellerince tencere tavalarıyla, amcaların ay-yıldız bayraklarıyla, kendinden emin yürüyüşüydü gözlerimizi dolduran. Genç üniversiteliler, kadın erkek demeden, bozkırın ortasında ‘’deniz gözlüğü’’ takmayı keşfetmişlerdi. Mide asidi olarak bilinen ‘’Talcid’’leri, sprey halinde hazırlayıp gelmiş mücadele dayanışmacıları vardı alanda. Avukatlar, gözaltına alınma durumunda yapılacakları el ilanı yapıp alanda dağıttılar, birçok dükkan kendini revir olarak dizayn etti, ara sokaklarda dinlenen insanlara ücretsiz sandviç ve çaylar dağıtıldı. Yorulan ve fenalaşan insanlara evlerin kapıları hiç düşünülmeden açıldı. Dayanışma, bir halkın arka cebinde unuttuğu bir mendil gibi yeniden serildi sofraya!
Artık herkes farklı bir ülkeye uyandığının ve uyandığının farkındaydı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmasının imkanı kalmamıştı. Açığa çıkan bu enerji, günlerce sürecek bir halk hareketinin işaret fişeğiydi. Ülkenin bütün sathına belli ölçülerde yayılan bu muhalif hareket, ‘’Bu halk adam olmaz!’’, ‘’Böyle gelmiş, böyle gider!’’ gibi bakış açılarını yerle bir ederken bizzat bu sözleri dillendirenleri harekete geçiriyordu. Memur kenti olan Ankara’da, ‘’gündüz işte, akşam direnişte’’ sözü büyük karşılık buldu. Atalet içinde olduğu söylenen orta sınıftan insanlar büyük bir kalkışmanın rol modeli olmuşlardı.
Bu büyük hareketlenme, hem bu toprakların bereketini hatırlattı yeniden hem de insani hasetlerimizi hepimize hep birden. İlk iki günün ardından başkentin sadece merkezi değil, hemen bütün ilçeleri ve mahalleleri ayağa kalkmıştı. Mamak, on binlerce insanı her gün Tuzluçayır’da bağrına bastı. Keçiören mahalleleri, teyzelerin ellerinde tencereleriyle yürüyüşünü hafızasına yazdı. Yenimahalle bütün mahallelerinden ses verdi, Batıkent on binlerle yürüyerek! Altındağ, uzun yıllar sonra harekete geçiyor olmanın sevincini Çinçin’den gelen gençlerle yaşıyordu. Eryaman’ın binlerle yürüyüşü, Dikmen’in ‘’hele bi gel’’ nidası! Daha saymadığımız onlarca eylem alanı, gaza boğulan başkente oksijen depoladı.
Eylemlerin başlangıcından itibaren ODTÜ’lüler, Mülkiyeliler, Tıbbiyeliler ve liseliler hiç bırakmadı alanları. İlk birkaç günden sonra okulların bitimi geldiğinde; hepsi mahallelerinde eylemlere katıldılar, aktif örgütleyicisi oldular. Ben de onlardan biriydim. Uzun yıllardır belki de ilk defa üniversiteliler halkla bu kadar aracısız, bu kadar doğal bir ortamda buluşuyordu. Mesela TEKEL’de bütün emeklerimize rağmen nasıl da eğreti kaldığımızı hatırlarım. Bu kez öyle değildi. Kapısını çaldığımız her ev bizi sevgiyle karşılıyor, umutla uğurluyordu. Teyzelerin, akşamki eyleme çağırdığımızda ‘’Ben zaten her akşam ordayım yavrum.’’ deyişleri, her seferinde boynumuza sarılıp ‘’Ah yavrularım!’’ deyişleri bizi biraz daha kuvvetlendiriyordu.
Mamak’ta geçirdiğimiz birkaç günün hepsinde yağmur yağmıştı. Biraz acemisiydik böylesi biriktirilmiş öfkenin, o yüzden yağmurda kimse eyleme çıkmaz sanıyor ve meydanda bekliyorduk. Yavaş yavaş bir elinde bayrak diğer elinde şemsiyeyle teyzeler belirmeye başlayınca yanıldığımızı görüyor ve yanılmanın bazen ne kadar güzel bir his olacağını anlıyorduk. Eylemlerin dinamik gücü olan üniversitelilere Ankara’da, en fazla bizim ihtiyar delikanlılar ve genç kızlar güç ve umut verdi. Onların deyimiyle nasıl biz onların umuduysak onların varlığı da bizim gücümüzdü.
Eylemlerin en belirgin özelliklerinden biri de mizahın zengin bir araç olarak kullanılmasıydı. Zaten iktidarı yenilgi psikolojisine sürükleyen ve her şeyden ‘’kıllandıran’’ biraz da bu psikolojik üstünlüktü. Öyle ki; mahalle aralarındaki duvarlarda çok sert espriler vardı, bu yaratıcılığın nereden feyz aldığı, yanıma yanaşan hafif tombulca bir teyzenin sözlerinden sonra anlaşılmıştı: ‘’Bugüne kadar zayıflamak için sokağa çıkardık, şimdi diktatörü zayıflatmak için sokağa çıkıyoruz.’’
Keçiören’de balkonunda tencere tava sesi çıkarırken, sokağa inen bir öğretmenle muhabbetimiz şöyle gerçekleşiyor: ‘’Düne kadar birbirini tanımayan apartman sakinleri artık bütün mahalleyi tanıyor.’’ diyor ve ekliyor ‘’Dün dişimin ağrıdığını söylediğim yeni tanıştığım komşularımın hepsi ertesi gün ‘geçmiş olsun’a eve geldiler.’’ Bu eylemlerin en tipik özelliklerinden biri de mahalle kültürünü ve onun içinde var olan dayanışma kültürünü ortaya çıkardı.
Gençti, dinamikti, fazlasıyla yaratıcıydı da bu eylemlerin tek genç yüzü üniversiteliler değildi elbet. Mahalle gençliği diye tabir edeceğimiz, işsiz ve işçi gençler, eylemlerin bilhassa mahallerdeki meşrutiyetini ve dinamizmini arttırıyorlardı. Üniversitelilerle mahalle gençliği bir araya geliyor, toplantılar yapıyor, eylemi nasıl organize ederiz diye kafa yoruyordu. Kısa bir bocalamanın ardından aynı duyguları paylaşıyor olmanın verdiği rahatlıkla yer yer öncülük ediyorlar, kimi zaman da bir emri yerine getirir gibi saygıyla kolektif karar almanın önemini görüyorlardı.
Karalama kampanyalarına, iftiralara, açık yalanlara rağmen eylemler insanların her geçen şeyi daha fazla nasıl aktarırım diye düşündükleri bir mecraya doğru aktı. Börek getiren teyzeler de bunun bir parçasıydı, barikata eski arabasını koyan yürekli insanlar da. Eylemler süresince iyice diktatöre dönen şahsiyet, eylemlere ve eylemcilere sürekli din üzerinden saldırdı. Dikmen’de kandil günü, ‘’Kandiliniz Kutlu Olsun!’’ pankartıyla katılanlar, din bezirganının her türlü kumpasını boşa düşürüyordu. Camide içki içildi yalanı bizzat caminin müezzini tarafından yalanlanıyordu. Ellerinde ay-yıldızlı bayraklarla eylem yapan insanlara, bayrak yaktılar iftirası atacak kadar komik duruma düşerek, tipik sağcı karakterine reset atıyordu. Ayrıca yaptığı konuşmalar ve bunlara karşılık atılan sloganlarda bir eski mücahidin yeniden gömleğini giyişine işaret ediyordu.
Ankara’nın yıllar süren ciddiyeti yerini karnaval havasına bırakmıştı bırakmasına da çok fazla eylemci de yaralanmıştı. Gözünü kaybedenler, komaya girenler, kafatası kırılanlar, gazdan kriz geçirenler ve daha bir sürü yaralanma olayı. Yaralanmadan bahsedip de Kenedy caddesine her akşam kaskları, gaz maskeleri ve deniz gözlükleri ile gelen üniversitelileri es geçmek olur mu? Dilan geldi sonra aklıma, gözünü ilk açtığında yeni doğmuş bir bebek gibi ‘’anne’’ diyen. Bir ay öncesinde Reyhanlı eyleminde alnından bir ‘’düşman’’ silahıyla vurulan Abidin’in vurulduğu yere çok yakın yerde vurulmuştu.
Korku eşiğinin aşıldığını herkes görmüştü ve canevinden damıtılmış sabrın tükenişinin de herkes farkındaydı. Her kavgada olduğu gibi ‘’Hürriyet Kavgası’’nda da bedeller vardı elbet. En yiğitlerimizi karanfillerle uğurladık aramızdan. Gaddar olduğunu bildiklerimiz, ‘’mücahid’’ gömleklerini giyerken insanlık ceketlerini de çıkarmaya başlamışlardı. Ethem Sarısülük’ün yargı kararının sonucuyla bir polis tarafından vurulduğu kesinleşti, ardından cenazesine saldırıldı, son olarak vurulan polis serbest bırakıldı.
En fazla atılan sloganlardan biri de ‘’Kızılay, Taksim’in abisi olur’’ sloganıydı. Çok şiddetli çatışmalar olmuştu; küçük kardeşine sataşanları püskürtmek için gelip belayla baş başa kalan abi gibiydi hakikaten Ankara.
Merakla düşündüğümüz şeylerden biri de 80 öncesi nasıl toplumun her kesiminden sanatsal katkılar geldiğiydi mücadeleye. Sonra anladık ki kitle deneyimi en büyük öğretmenmiş. Kısa zamanda sayısız şarkı, marş yazıldı; kitaplar, belgeseller, yaratıcı videolar motivasyonu iyice arttırdı.
Hülasa Ankara dahil memleketin bütün kentlerinde bir bahar temizliği için kollar sıvanmış, şimdilik köşelere ağ kurmuş örümcekler temizlenmişti. Sıra o bahar kokulu çiçeklerle, evimizi tertemiz hale getirmekte ve bunun için güç biriktirmekte.
Özetle, memurundan işçisine, liselisinden işsizine, emeklisinden üniversitelisine kadar bütün Ankaralılar ayaktaydı. Altını hep çizdiğimiz gibi gençler ve kadınlar Ankara eylemlerinin görünen yüzüydüler. Ce şehre barikatlarda yaktıkları ateşle sıcaklık kattılar; sloganları bir çam ormanı rüzgarı, boyun eğmemeleri ise coşkun deniz dalgalarını getirdi kentimize. Bu saatten sonra Ankara’ya bozkır diyenler olursa uygulanacak her türlü şiddet meşrudur!