Uzunca bir süredir sessizliğe terk edilen Kanal İstanbul konusu, Erdoğan’ın açıklamaları nedeniyle son birkaç haftadır yeniden gündemde. Projenin son şekli verilen ÇED raporu 23 Aralık 2019’da açıklandı. Uzmanlar raporun yetersiz olduğunu ve projenin geri dönülemez bir ekolojik tahribata yol açacağını ifade ediyor. Projenin inşaat maliyeti 60 milyar TL, deplasmanlar ve geçişler yaklaşık 15 milyar TL olmak üzere toplam 75 milyar TL olarak öngörülüyor. Dövizdeki artışın malzemeye yansıması ile bu bedelin çok daha yüksek olacağı sır değil. Projenin birkaç yıl içerisinde maliyetini çıkaracağını iddia ediliyor. Ancak durum öyle değil. Daha önce geçiş garantisi verilerek hayata geçirilen projelerin halkın cebine fatura edilmesi gibi bu projenin de halka fatura edileceği ortada. Aynı zamanda Proje birinci, ikinci ve üçüncü derece deprem bölgelerinde kalıyor. 11 kilometre uzaktan Kuzey Anadolu fay hattı, 30 kilometre mesafeden Çınarcık fay hattı geçiyor. Bölge yapılaşmaya açılacağı için zaten riskli olan bölge daha da riskli hale gelecek. İstanbul havalimanı, 3. köprü projeleri ile büyük kısmı yok edilen Kuzey Ormanları’na Kanal İstanbul ile son darbe vurulmak isteniyor. Kentin kuzeyinin yerleşime açılması ile ormanların yok oluşu tamamlanacak, bölgedeki ekolojik yaşam sona erecek. Bunca çevresel risk ve kaynak tahribatına yol açması beklenen projeye yurttaşlar tepki göstermek için geçtiğimiz günlerde imza toplamıştı. AKP İktidarı’nın ne yurttaşların tepkisini ne de çevre katliamı tehlikesini umursamadan kâr ve rant hırsıyla hareket ettiğini daha önce defalarca kez gördük. Tüm bunlar düşünülünce Kanal İstanbul Projesi’nin gündemimizi daha uzunca bir süre işgal edeceği açık. Bu yüzden projeyle ilgili tüm tartışmaları Jeofizik Mühendisi ve Sismolog Dr. Savaş Karabulut’la konuştuk. Dr. Savaş Karabulut, aynı zamanda AKP’nin akademiyi tasfiye etme operasyonu çerçevesinde KHK ile üniversiteden ihraç edilen hocalarımız arasında. Hâlihazırda TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası ve KESK Eğitim-Sen üyeliğine devam ediyor ve kendisi aynı zamanda “Ya Kanal Ya İstanbul” Bilim Teknik Kurulu üyesi. Kendisine sorularımızı cevapladığı için buradan bir kez daha teşekkür ediyor ve sizleri Kanal İstanbul Projesi ile ilgili yalanlar ve gerçekler üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajımızla baş başa bırakıyoruz.
Röportaj teklifimizi kabul ederek dergimizin yeni sayısına misafir olduğunuz için teşekkür ederiz. Öncelikle şunu sormak istiyoruz: Yasal prosedürlerin aşılıp yapım sürecinin başlaması durumunda Kanal İstanbul Projesinin İstanbul’un en ciddi gündemlerinden biri olan depremsellik durumunu nasıl etki etmesi bekliyorsunuz?
Davetiniz için ben de teşekkür ederim. Öncelikle söylemek gerekirse; Kanal İstanbul projesi ile ilgili sadece Nihai Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) rapor süreci de yaklaşık birkaç hafta önce “tamamlandı”. Bu süreç bile on binlerce kent sakininin demokratik itirazlarına yanıt vermeden tamamlanmıştır. Konuya ilişkin meslek örgütlerinin hukuki itirazları devam ediyor. İktidar da kanal projesine ilişkin ihale sürecine başlayacak. Emperyal projelerin bilinen finansörü Money Maker Management Şirketi şimdiden Türkiye’deki projeye kulak kabartmış bekliyor. Kanal projesine başlangıçta ayrılan bütçe 120 milyar TL olarak duyuruldu. Ancak bu bedel adı üstünde başlangıç tutarı olarak bir kenarda kurgulanmış bir bütçe. Kanal çevresine kurulması planlanan ve 1/100000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na işlenen “Yenişehir” inşasıyla beraber düşünüldüğünde, az önce belirtilen bütçenin en az birkaç katı olacak bir bütçenin nasıl finanse edileceği veya alınacak kredilerin nasıl geri ödeneceğine ilişkin net bir durum hala ortada yok. 24-26 Eylül 2019 Silivri depremleri sırasında belirtmiş olduğum bir husus bu noktada oldukça önemli. İstanbul’da yaklaşık 200 bin boş konut stoku bulunmaktadır. Evleri depremde hasar görmüş emekçi kent sakinlerine bu konutları kullanmaları için öncelik vermeyen iktidar ve onun sermayeyi merkeze alan anlayışı gözetildiğinde kurulacak Yenişehir’in deprem güvenli yaşam hakkı için kullanacağı söylemi gerçekçi değildir. Ayrıca proje için belirlenen başlangıç tutarı bile yeni 150 bin konut, 1,5 milyon bağımsız bölüm ve en az 6 milyon emekçi kent sakininin yaşamının olası depremde kaybetmemesi için yeterli. Yani kanala bütçe ayırmak yerine, depreme bütçe ayırsalar “depremde ölmeyi kader diye pazarlayanların” durumu da ifşa olacak. Kanal ile deprem arasında doğrudan bir ilişkinin düzeyi ÇED raporunda tartışılmamış.
Proje ÇED süreci kapsamında kanalın geçeceği fay hatları değerlendirilmiş midir, olası bir depremin kanala etkisi ne olur?
Bilimsel yayınlarla varlığı ortaya konulan Küçükçekmece Gölü fayı olarak isimlendirilen fayın günümüzde aktif olduğu yine bilimsel yayın ve makalelerle kanıtlanmıştır. Bu faya ÇED raporunda yer verilmemesi, deprem riskinin bilerek gözden kaçırıldığı bir durumla da karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ayrıca proje güzergâhı üzerinde bulunan kayaçların günlük 43 kg ve yıllık 4000 ton amonyum nitrat kullanılarak patlatılacağının kanalın ÇED raporunda belirtilmiş olmasına rağmen, jeofizik-jeolojik kesitlerde belirtilen fayları etkileyip etkilemeyeceğine ilişkin bir risk raporda hesaplanmamış. Aynı şekilde kaldırılacak en az 2,5 milyar ton düzeyindeki kütlenin bölgedeki gerilme dengesini azaltıp, gelecek su yükünün ise bu gerilmeyi tekrar arttıracağı bir durumda boşluk su basıncının karada bulunan faylara etkisi hesaplanmamış bir ÇED raporu hakkında ne söylenebilir ki. Ayrıca bölgedeki mevcut heyelan tehlikesi MTA ve TÜBİTAK-MAM destekli yapılan birçok raporda belirtildiği halde, özellikle deniz dibinden alınacak yeni hafriyatla şev eğiminin artmasının yanında ve killi birimlerin (sabun) su ile temas ettiğinde heyelanları tetikleyeceği bir durum ortadayken, yapılan heyelan analizlerinde yüksek güvenlik katsayılarının hesaplanmış olması durumu mühendislik etiğiyle de açıklanamaz.
İstanbul’un su kaynaklarından olan Sazlıdere Barajı ve önerilen kanal rotasının yakınında bulunan Terkos Gölü kanal projesinden nasıl etkilenir? İçme suyu talebi yüksek olan ve dönemsel olarak bu talebi karşılama sıkıntısının çok kritik hâl alabildiği İstanbul için bahsedilen su kaynaklarının kullanılmaz hale gelmesi durumunda alternatifler sunulmakta mıdır?
Öncelikle Terkos/Durusu koruma kurulları kararları 1960’lı yıllarda alınmıştır. Yani buradaki doğal koruma alanının yanına bile yaklaşamazsınız. Ancak kent anayasası olarak isimlendirdiğimiz 1/100000 ölçekli Çevre Düzeni Planı 2009 yılında son olarak revize edilip yayınlandığında planlarda olmayan bu durum, yeni planlara işlendi. Kıyısından, kenarından geçemeyeceğiniz bir alanda kanal projesini planladılar. Ayrıca Sazlıdere Barajı 1996 yılında ilk kez su toplamaya başlandı. Barajlar 50 yıl ömürle inşa edilirler. Yani Sazlıdere henüz çok yeni bir baraj. Bu proje Sazlıdere Barajını yok edeceğinden doğrudan “kamuyu zarara uğratma suçu işleneceği” de unutulmamalıdır. İstanbul sularının yeraltı su kaynaklarıyla birlikte % 40’lık bir kesimi risk altındadır. Proje aynı zamanda uçuş güvenliği için de risk teşkil etmektedir. Bu durum bizzat Devlet Hava Meydanları İşletmeleri(DHMİ)’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın talebiyle yazdığı görüş yazısında da dile getirildi. Bu görüş daha sonra kurum tarafından sehven belirtildiği söylenerek “düzeltilmiştir.” III. Havalimanı da bu projenin uygulanmasıyla tam kapasiteyle çalışamayacak ve kamu zararı doğacaktır. Sanayileşmenin doğaya verdiği zarar nedeniyle küresel iklim değişikliğinin son 15 yılda ivmelenerek arttığı günümüz koşullarında, içilebilir su kaynaklarının yok edildiği bir projeyi bırakın yazmayı, hayal etmenin bile projeyi savunanların psikolojik bir travma içinde olduklarını kanıtlamaya yeter olduğunu düşünüyorum. Ayrıca 2019 yılı sonlarında İstanbul’da su sorununu gündeme getirenler ile bunu kendi dönemlerinde yaptıkları projelerle (AKP’li Orman ve Su İşleri Bakanı Eroğlu ve AKP lideri Erdoğan) 2040 yılına kadar çözdüklerini de bir yandan hatırlatanlar; doğaya karşı savaş açmış olduklarını da bu şekilde belirtmektedirler. İstanbul sınırları dışından Istranca ve Melen’den gelecek su kaynaklarının aktarımı için tatbik edilen projelerde de betonun çatladığı ve gövdenin su tutmayacağı durumu karşısında B planlarının çöktüğünü ve İstanbul’da bırakın 2040 yılını proje hayata geçtiği anda başlayacak su sıkıntısının, sadece su problemi olarak kalmayacağını beraberinde salgın hastalıkları da getireceği öngörülemez bir durum değil. Bu da, iktidar görevde kaldıkça toplumsal halk sağlığı problemlerinin de ivmeleneceği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
ÇED raporunun tamamen amaca hizmet etmek için “ısmarlama” bir rapor olduğu söyleniyor. Bu rapordaki eksiklikler ya da hatalar sizce nelerdir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki; YÖK’e bağlı üniversitelerde görev alan hiçbir öğretim elemanı tarafından boğazlarımızda meydana gelen kazalara istinaden yapay bir kanal önerisinin yapılmadığı, böyle bir önerinin 1990-2019 yılları arasından üretilen bilimsel tezlerin hiçbirinde yer almadığı kısa bir inceleme yapıldığında görülecektir. Yani bu yönüyle bir ihtiyacın ürünü olarak öne sürülen kanal bilim insanlarının çözüm olarak ortaya koyduğu bir görüş değildir. Aklınıza gelen soruyu düşünerek; “kim bu ÇED raporu hazırlayan 200 akademisyen/mühendis/arkeolog vb?” sorunuzu duyarak; ÇED raporunun kendisinin bilimsel olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bunu çok net bir şekilde ve kısaca şu şekilde izah edeyim. Bilimsel her problem bir sorunun çözümüne işaret eder ve bu ihtiyaç kontrollü gözlem ve deney ile birlikte, mevcut literatür bilgisi de kullanılarak, belirli bir yöntemle değerlendirilir. Ortada kazaların önlenemeyeceğine yönelik bir problem yoktur. 30 yıl boyunca memlekette bilim üreten tüm akademisyenler, sundukları önerilerle boğazlarda kaza durumunu ortadan kaldırmıştır. Önerilen önlemleri almayanlar yüzünden yani her işte olduğu gibi kontrol ve denetim işinin yapılmaması şeklinde yönetimsel sebeplerle ortaya çıkan küçük ölçekli kazalar meydana gelmektedir. O da dediğim gibi bilimsel önerilere kulaklarını tıkamaları nedeniyledir. Projenin çevreye olan etkisini değerlendirme kullanılan değişkenler (büyüklük, sıklık ve geri döndürülebilirlik vb) ise nesnel bir ölçeklendirmeye göre yapılmamıştır. Çevresel etki değerlendirirken bile alınacak önlemler şişirilerek projenin hiçbir etkisi her koşulda “ortaya çıkmayacak” gibi etki değerleri küçültülmüştür. Bir örnek verecek olursak; kaldıracak hafriyatın yaratacağı tozu, hortumla su tutarak engelleyeceklerini düşünmeleri gibi “hayali bir tasvir” raporda yer alırken veya lagün içinden çıkarılacak tehlikeli çamurun hâlâ nereye deşarj edileceği ÇED raporunda belirtilmemişken, hiçbir durumun etkisi doğru bir şekilde ortaya konmuş sayılmayacaktır. Yerüstü ve yeraltı canlı yaşamına da büyük bir darbe vuracak bu proje, besin halkasındaki bir/birkaç zinciri kırmaya da yetecektir.
ÇDP’de de belirtilmiş olup Kanal İstanbul güzergâhı boyunca planlanmış olan konut alanlarına birikecek olan nüfus İstanbul’u nasıl etkiler? İstanbul mevcut alt yapı, doğal eşikler ve yönetim mekanizmalarının yeterliliği bakımından bu yoğun nüfusu kaldırabilecek durumda mıdır?
Memleketin üniversitelerinden birinde (Yalova Üniversitesi) hazırlatılan bir “bilimsel tez” çalışmasının kendisine konu edindiği “Montrö ve Kanal İlişkisi” sözde probleminden çıkan bir sonuç aslında niyetin de nasıl olduğunu gösterir nitelikte. Tez çalışmasından çıkan bir sonuç “kanal projesinin nüfus yoğunluğunu azaltacağı” yönünde. “Montrö nire? Nüfus yoğunluğu nire?” ikilemini de belirtmeden geçmek olmayacak. Aslında bu üniversitelerin içine düştüğü bataklığı da gösterir boyutta. İstanbul Kent Anayasası’nda planlanan nüfus yoğunluğu 16 milyon (2023 yılı için) olarak belirlenmiştir. Anadolu yakası için 5 milyon 930 bin ve Avrupa yakası için 10 milyon 70 bin olarak öngörülmüştür. Ancak mevcut durumda bile günümüzde (mülteciler, turistler, kontrolsüz yerleşim vb) 2019 yılında kentin girişindeki tabela da 15 milyon 20 bin rakamını görebilirsiniz. Yani yeni hazırlanan ve geçen hafta askı süreci biten yeni Çevre Düzeni Planında, kurulacak yeni şehrin nüfus yoğunluğu ivmeli bir şekilde arttırıcı olacağı, arsaların kimler tarafından satın alındığı da ortadayken, yaşam alanlarını kıyamete çevirmek ve her şeyi “sermaye birikimi ve yönetimi şeklinde göre anlayış” terk edilmediği müddetçe; kaçınılmaz sona bir kerte daha yaklaşıldığını söylemek, çok hayalci bir bakış açısı olmayacaktır. Yeni şehrin kente göç edecek yeni 1 milyon 200 bin insanın eklenmesi anlamına geleceği de bu noktada unutulmamalıdır.
Kazılar sonucunda oluşacak olan hafriyat yöneltilebilecek bir miktarda mıdır? Bu hafriyatın nasıl yönetileceği projeyle ilgili dokümanlarda tutarlı mıdır?
Kazılar sonucunda çıkacak hafriyat ÇED raporuna göre yönetilebilecek bir miktardır. Projede çıkan malzemelerle Karadeniz kıyılarının yaklaşık 40 km uzunluğunda “Yenikapı ve Maltepe” alanları gibi doldurulacağı, ayrıca hafriyatın yapılacak konteynır ve yat limanları ile lojistik merkezinin inşası sırasında kullanılacağı belirtilmiştir. Fakat dip taraması sonucunda çıkarılan çamurlar konusunda hâlâ bir yer Bakanlık tarafından belirtilmemiştir. İhtimal odur ki; İstanbul’un tüm atıklarının boşaltıldığı Çınarcık çukurluğunu gözlerine kestireceklerdir. Günümüzde bile yaşamak için direnen bu alanın sadece kendisi değil, tüm Marmara’nın yok olmasına neden olunacaktır. Proje ile birlikte tuzlu-tatlı su yoğunluğunun yaratacağı tahribat dışında, çıkarılacak hafriyatın denizlere, ekosisteme ve canlı yaşamına vereceği tahribat yönetilemeyecektir. Bu tür büyüklükteki bir projenin doğada bir başka örneği yoktur. Yani kazalar ve olası kötü senaryolar ÇED raporunda öngörülememiştir. Bu durum projenin bir ihtiyacın ürünü olarak değil, sermaye çıkarları merkeze alınarak yapıldığının sadece küçük bir kanıtıdır.
Kıyı dolgu projeleri, kırsal alanlarda oluşacak tahribat, su kaynaklarının alacağı zarar birlikte düşünüldüğünde Kanal İstanbul’un doğal yapıya olan etkisi kabul edilebilecek büyüklükte midir?
Bir önceki soruda belirttiğim üzere ekolojiye, yaşam hakkına günümüz koşullarda savaş açmış bir anlayışın, bırakın su kaynaklarını yaşamın geneline verdiği zararı düşündüğümüzde bile, ortada kabul edilebilecek bir durum bulunmamaktadır. Deprem, heyelan, su baskını vb. her türlü doğal tehlikeyi riske yani afete dönüştüren bir siyasi iktidarın anlayışının (önceliklerin de bir farkı yoktu) proje sırasında bile binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olacağı söylendiğinde, Panama Kanalı açılırken yaşanan durumla birlikte düşünüldüğünde, eminim iktidarın sözcülerinin ağzından çıkacak söz “en az zararla” üstesinden geleceğiz olacaktır. Panama kanalında resmi rakamlara göre 5906 çalışan, tarihçilere ve arşiv verilerine göre 26 bin kişi yaşamını kaybetmiştir.
Sorularımıza açıklıkla cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz. Tartıştığımız konular gözetilince, Kanal İstanbul Projesi’nin göz göre göre bir felaketi çağırdığı, AKP’nin İstanbul’u felakete sürükleyecek inadına ve ekolojik saldırısına karşı tüm yurttaşlar olarak mücadele etmemiz gerektiği sonucuna varıyoruz. Röportajımızı sonlandırırken sizin de eklemek istediğiniz bir şey var mı?
“Kanal’a değil, depreme ve yaşam hakkına bütçe” talepleri en yüksek ses ve katılımla ortaya konulmalıdır. Ya Kanal Ya İstanbul çatısı altında doğaya, yaşama ve ekolojiye sahip çıkma talebi etrafından birleşmek günümüz konjonktüründe esas olmalıdır. Bu proje özellikle ayrılan bütçe ve yat limanları ve Yenişehir planıyla birlikte düşünüldüğünde; sermaye sınıfına hitap eden ve emekçi/ezilen sınıfları ise daha derin uçurumlara sürükleyecek bir projedir. Sadece ekolojik tahribat konusunda bakmamak bu minvalde önemlidir. Sınıfın gerçek temsilcilerine yeni vergiler getirecek, istihdamı değil işsizliği yükseltecek, ekonomik krizi derinleştirecek, alınan krediler ve uluslararası anlaşmalarla dışa bağımlılığı arttıracak bu projeye karşı çıkmanın sınıfsal bir görev olduğu da unutulmamalıdır. Emeklilere yapılmayan zamlar ve emeklilik hakkını kazandıkları halde yaş bahanesiyle emekli edilmeyenlerin talepleri ortada dururken, kanala karşı çıkmak; tüm EYT’liler ve emeklilerin birincil sorumluluğundadır. Eğitime bütçe ayrılmadığı için öğrencilerinin intihar ettiği veya çalışmak zorunda kaldığı için okuyamadığı niteliksiz ve gerici eğitim sistemini ileri seviyelere taşımak isteyen öğrencilerin proje karşısında ses çıkarıp alanlarda olması bir ödevdir. Sağlığa kaynak yaratılmayan, sağlık hakkına erişim koşullarının giderek piyasalaştırıldığı günümüz koşullarında sağlık çalışanları da bu projenin karşısında olmalıdır.