Dergimizin yeni sayısının kapsayacağı dönem 8 Mart’ın hemen öncesine rastlayacak. Kadın mücadelesi açısından 8 Martlar önceki senenin bir muhasebesinin yapıldığı deyim yerindeyse eğri oturup doğru konuşmanın vakti geldiğini hatırlatan bir dönem oluyor. Bu yazı da böyle bir muhasebeye ayrılacak fakat 2019 yılıyla sınırlı kalmayacağız. Yazının kapsamının elverdiği ölçüde 2010’lu yılların tamamına ve belki biraz öncesi giden süreçte kadın hareketinin gündemine giren kimi başlık ve pratikleri ele almaya çalışacağız. 2020’li yılların kadın mücadelesi ile ilgili kestirimlerde bulunmak için henüz erken. Bir süredir gündemimizi meşgul eden kimi başlığınsa hâlâ daha farklı bir yerden ele alınmaya ihtiyaç duyduğunu düşünüyoruz.
2000’li Yıllar
90’lı yıllar için Türkiye Kadın Hareketi tarihi açısından bir kurumsallaşma dönemi olduğu söylenir. Dergi çevreleri üzerinden yürütülen politik tartışmalara, kadın hareketinin farklı kesimlerini bir araya getiren kurultay ve buluşmalara sahne olan bu dönemin sonunda ağırlıkla şiddet başlığında olmak üzere yaygın eylemlilikler örgütlendi (örneğin Mor İğne Kampanyası, Boşanma Eylemleri). Eylem ve kampanya deneyimlerinin dışında 2000li yıllara Mor Çatı, Uçan Süpürge, Kadın Adayları Destekleme Vakfı gibi pek çok önemli kurum devredilmiş oldu.
2000’lere gelindiğindeyse çeşitlenen, çoğalan ve bir taraftan da ayrım çizgileri belirginleşen kadın örgütlerinin ortak eylem platformları yoluyla örgütlendiğini ve etki alanlarını genişletmeye çabaladıklarını görüyoruz. Bu platformlar aracılığıyla Medeni Kanun (2001), Ceza Kanunu (2004) ve Anayasa’daki önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddeti Önlenmesine Dair Kanun ve Aile Mahkemeleri Kanunu’ndaki düzenlemeler gibi yasal reformların gerçekleştirilmesine kadınlar önayak oldu. Bu değişikliklerin bazıları evlilik içi tecavüzün suç kabul edilmesi, tecavüz failinin mağdur kadınla evlendirilmesi durumunda ceza ertelemesinin kaldırılması, iş yerinde tacizin suç sayılması, İş Kanunu’nda çalışma hayatında cinsiyet ayrımcılığının yasaklanması, doğum izninin 16 haftaya çıkarılması vb. olarak sayılabilir.
“Avrupa Birliği normlarına uyum sağlama” modasının da etkisiyle hızlıca gerçekleştirilen bu değişiklikler kadınların yıllardır boşa kürek çekmediğinin apaçık kanıtıydı. Fakat sular durulduğunda geriye pek çok uygulama sorunu hatta isteksizliği ve daha sonraki dönemlerde de ilk fırsatta bu kazanımları geri almaya çalışan İslamcı bir iktidarla kadınlar arasında geçen bir “halat çekme” yarışı kaldı.
Kadın hakları açısından pek çok olumlu yasal düzenleme bizzat AKP İktidarı döneminde gerçekleştirildi fakat uygulamaya dair ne somut bir adım atıldı ne de kaynak yaratıldı. Bu durum kadın hareketi içerisinde STK’laşma ya da “proje feminizmi” olarak adlandırılan bir eğilim ve hareket tarzını ortaya çıkardı. Kamu kaynaklarıyla, kamu otoriteleri eliyle çözülmesi gereken pek çok meselenin profesyonel kadın örgütleri eliyle çözüldüğü, çoğu zaman bireysel yardım ve destekten başka bir etki doğurmayan bir hareket tarzının benimsendiği yeni bir dönem başlamış oldu.
Hareketten Proje Örgütlerine
Kadın hareketi yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada proje feminizmi olarak adlandırılabilecek yeni bir durumla karşı karşıya. Kadın hareketinin tarihsel özelliklerini, ideolojik köşe taşlarını silen ve kadın örgütlerini politik olarak gerileten bu eğilim kadın hareketinin gündemlerinde çarpılmalara, kırılmalara ve sapmalara yol açıyor.
Yeni tür kadın örgütleri finansal kaynakları fonlar üzerinden sağlarken, deneyim ve teknik ihtiyaçlarını proje odaklı profesyonellerden temin ediyor. Kız çocuklarının okuma oranlarının arttırılması, kadınlara iş kurma kredilerinin sağlanması ve şiddete maruz kalan kadınlara destek olunması gibi işler uluslararası fonlarla yapılan işlere tipik örnekler. Pek çok kadın örgütü bu uluslararası kaynaklara erişebilmek için “ajandalarını” gözden geçirmek zorunda kalıyor. Olası ittifak ve eleştirel konumlanmalar fon sağlayıcıların gölgesinde belirleniyor.
Kadın projeleri gönüllü katılıma dayalı örgütlenmeler yerine uzmanlık, iş bölümü ve doğrudan sorun çözmeye odaklı iş görmeye dayalı yeni bir birliktelik türü yarattı. Proje örgütleri, kadın örgülerini artık kitlesel örgütler olmaktan çıkarıp birkaç profesyonel kadın ve onlara yardım eden kadınlar şeklinde bir yapıya büründürdü.
Proje örgütleri tarafından domine edilmiş bir alana hâlâ hareket denip denmeyeceği bir başka tartışma konusu. Bir taraftan kadın mücadelesi ve dayanışması hiç olmadığı kadar görünür olduğu bir dönemden geçerken duyarlı ve istekli kadınların etkin ve söz sahibi olabileceği kadın örgütlerinin olmayışı son yıllarda kadın mücadelesinde yaşanan tıkanıklığın önemli sebeplerinden biri.
Suç ve Ceza İkilemi: Mahkeme Salonlarını Dolduran Kadınlar
Bir süredir Türkiye’deki kadın mücadelesinin bilinen adresi mahkeme salonları haline geldi. AKP İktidarı boyunca yaratılan cezasızlık politikası ve hatta kadın düşmanlarının iktidar eliyle suça teşvik edilmesi kadınları mahkeme mahkeme adalet peşinde koşmaya zorluyor. Kadın hareketinin gündemine girmeyen, giremeyen suçlar cezasız kalıyor. Kadın cinayetleri intihar denerek örtbas ediliyor ve ancak kadın dayanışması sayesinde dava ve soruşturmalarda belli bir aşamaya gelinebiliyor. Son dönemde Şule Çet’in faillerinin yargılandığı davayı takip ederken bunu yaşadık. “Şule Çet’e ne oldu?” diye soran kadınlar olmasaydı failler Berk Akand ve Çağatay Aksu AKP’den ihale kovaladıkları konforlu plaza hayatlarına devam edebileceklerdi. Kadınların ısrarı sayesinde cezalandırıldılar ve literatüre “sosyal medya yüzünden tutuklanma” tabirini kazandırdılar. Sosyal medya tutuklaması dedikleri kadın dayanışmasıydı ve bu dava gibi pek çok davada elde edilen somut kazanımlar kadınların hanesine yazıldı.
Kadınlar geçtiğimiz yıllar boyunca mahkeme salonlarında sanık sıfatıyla da bulundular. Şiddet, taciz ve tecavüz cenderesinden kurtulmak için hayatını savunan Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan’ı hepimiz hatırlıyoruz. Onlara daha sonra başka kadınlar da eklendi. Kadın deneyimine kör olan haksız tahrik düzenlemesi, kadınların erkeklerden farklı olarak olaydan çok sonra harekete geçmiş olması nedeniyle indirim sebebi olarak kabul edilmedi. Erkek failleri esas alarak düzenlenen normlar kadınların ancak son noktada ve son çare olarak suç işlediği vakalara kör kaldı. 2010’lu yıllarda herkes için eşit görünen hukuk kadınlar için işlemedi.
Kadınların takip ettiği davalarda avukat ve hakimler cinsiyetçi ifadelerde bulunmaktan çekindi. Duruşma salonlarında failleri değil kadınları yargılayanlar ifşa edildi. Kadınların varlığı somut olaylarda cezasızlığı, en azından kravat indirimlerini engelledi. Bu yüzden kadınların gözü yargının üzerinde olmaya devam edecek. Fakat önümüzdeki dönemde tartışmamız gereken bir başka konu önümüzde duruyor. İşlenen suça karşı kimi zaman kamuoyu baskısını dindirmek için jet hızıyla verilen cezalarla yetinilecek mi? Görünen o ki AKP’nin yargısı kadınları “Cezasını verdik ya işte daha ne istiyorsunuz?” şeklinde özetlenebilecek bir noktaya getirmeye çalışıyor. Bunun karşısında önleyici politikalarda, toplumsal cinsiyet eşitliğinde, kadınların özgürlük talebinde ısrar eden bir mücadele hattının belirginleştirilmesi gerekiyor.
Kadın Mücadelesinin Karikatürize Edilmesi: Metalaştırma
Hepimiz medyada kullanılan anti-reklam tekniğini fark etmişizdir. Belirli gün ve haftalarda “ver 10. Yıl marşını” tadında duygusal reklamlar yapan büyük holdinglerin AKP ile el ele Cumhuriyet ve laikliğin tabutuna son çivileri çaktığını biraz düşününce anlamak zor değil. Fakat yine de bu reklamlar kendine cumhuriyetçi diyen insanlar eliyle binlerce paylaşım ve etkileşim alıyor. Benzer bir anti-reklam tekniği örneğin kozmetik ürünlerinin olağanüstü eşitlikçi ve ilerlemeci bir sloganla kadınlara pazarlanması şeklinde de ortaya çıkabiliyor. Son birkaç yılda şirketler “Future is female” (Gelecek kadındır) “Girls just want to have fundamental rights” (Kızlar sadece temel haklara sahip olmak istiyor) gibi sloganlar kullanarak feminizmi olağanüstü sığ bir şekilde popülerleştirdiler ve kadın mücadelesini karikatürize hale getirdiler. Sloganlar eğlenceli görünebilir fakat Dior üzerinde “Hepimiz Feminist Olmalıyız” yazan bir tişört çıkarıp bunu 710 dolar gibi bir fiyattan satışa sunduğunda üstelik bu tişörtler büyük olasılıkla üçüncü dünya ülkelerinden birinde merdiven altı atölyelerde kadın ve çocuklar tarafından üretiliyorsa şu açık: Kapitalizm bizimle eğleniyor.
Reklamlarda, sosyal medyada maruz kaldığımız içi boş güçlenme mesajları kadınların sömürülen emeği, maruz kaldıkları şiddet ve elde edemedikleri haklar adına hiçbir şey söylemiyor. Aksine kadınların tırnaklarıyla kazıdığı bir mücadele tarihini basitleştiriyor hatta karikatürleştiriyor. Kadın hareketi yeni yeni bu pop-feminizmi ve yarattığı ikonları itham etmeye başladı. Fakat bu tür ana akım söylemler kitleler üzerinde hâlâ oldukça etkili.
Kadın Emeği
Kadın hareketinin gündemine girmeyen hiçbir konunun ülke gündemine girmediğine yukarıda da değinmiştik. Türkiye kadın hareketi son 10 yılda kadın işsizliği ve yoksulluğu, ev içi görünmeyen emek, ücretlerdeki eşitsizlik konusunda çok az şey yapabildi ve söyleyebildi. Türkiye’de güçlü bir sol ve emek hareketinin olmayışından dolayı kadınların emek gündemleri açısından güçlü bir siyasal gündem oluşturulamıyor. Mevcut sendikalar bu konuya yeterince eğilmiyor ve kadın hareketi emek gündemlerinde ittifaksız kalıyor.
Ekonomik kriz dönemlerinde önce kadın işçilerden vazgeçildiği bilinen bir gerçek. DİSK/Genel-İş’in 2019 tarihli Türkiye’de Kadın Emeği raporuna göre 2018 Kasım ayı itibariyle kadın işsizliği yüzde 15’i buldu. İşsizlik sigortasına başvuran kadın sayısı bir yılda yüzde 57,7 arttı. 1 milyonun üzerinde kadın hiçbir hakkını alamadan işten çıkarıldı. Çalışan kadınların her 10’undan 4’ü ise kayıt dışı çalışıyor.
Erkeklerle aynı işi yapan kadınlar daha az kazanmaya devam ediyor. Eğitim düzeyi artsa bile durum değişmiyor. Örneğin yükseköğretim mezunu kadınların yıllık kazançları ortalama 35.836 TL iken erkeklerinki 48.811 TL. Yani yükseköğretim mezunu erkekler, kadınlardan yüzde 27 daha fazla ücret alıyor.
Geçtiğimiz yıllar boyunca kadın emeği sömürüsüne ve cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğine karşı dünyanın pek çok ülkesinde kitlesel kadın grevleri örgütlendi ve kazanım elde edildi. Arjantin, İspanya ve İtalya’da kadın hareketinin baskısıyla sendikalar geçtiğimiz 8 Mart’ta greve gitti. Elbette bu grevler geceden sabaha değil uzun hazırlıklar ve geniş ulusal/uluslararası dayanışma platformlarının örgütlenmesiyle hayata geçirilebildi. Fakat dünya kadın hareketinin pek çok gündemiyle kısa sürede etkileşim kuran ve dayanışma gösteren Türkiyeli kadınlar emek gündemleri konusunda böyle bir eşgüdüm yakalayamadı.
Sonuç Yerine
Yazı boyunca kadın hareketinin bir döneminden yeni dönemine devreden birden fazla başlığa değinildi ve yazı kapsamı gereği tartışmaların belirgin yönlerinin hatırlatılmasıyla yetinildi. 8 Mart yaklaşırken yeni gündemlere ve kimi zaaflara rağmen Türkiye’de direnmekten vazgeçmeyen kadınların varlığı cesaret vermeye devam ediyor. Cesaret vermekten öte kadınlar geriye çekilen mücadelenin hâlâ en önde duran kesimi konumunda. Mücadele öğretiyor ve hareket etmeden öğrenmek de kazanmak da mümkün değil. Şu açık: Yine hiçbir kadını yalnız bırakmayacağız, kadın düşmanlarının karşısında duracağız ve kadınlar için özgürlük, eşitlik ve laiklik isteyerek 8 Mart’ta meydanları dolduracağız. Fakat artık gerçekten kadınların kazanacağı bir ülke yaratmak için tartışmak ve yeni bir yol bulmak zorundayız. Önümüzdeki 8 Mart’ın kadınların kazanacağı bir dönemin başlangıcı olması dileğiyle…
Kaynakça
- Nacide Berber,2000’li Yıllar: Değişen Yasalar, Yazılan Projeler ve Yeni Adımlar
- Serpil Sancar,Türkiye’de Kadın Hareketinin Politiği: Tarihsel Bağlam, Politik Gündem ve Özgünlükler
- http://www.5harfliler.com/tuketimci-feminizm-bizi-neden-ya-ri-yolda-birakti-kapitalist-kulturu-anlamak/
- https://www.vox.com/conversations/2017/3/6/14761392/femi-nism-capitalism-socialism-patriarchy-jessa-crispin
- DİSK/Genel-İş Emek Araştırmaları Raporu: Türkiye’de Kadın Emeği, Mart 2019