Prof. Dr. İzge Günal ile Röportaj: “Her taviz ilericilerin aleyhine oldu.”

Açılan davadan beraat ettiniz. Anayasa Mahkemesi’nin barış bildirisini ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu karar politik bir karardır hukuki değildir. Anayasa Mahkemesi’nin şimdiye kadar nasıl kararlar verdiğini biliyoruz. Birtakım daha önemli davalarda o kadar kötü kötü kararlar verdiler. Zaten Anayasa Mahkemesi üyelerinin nasıl atandığı da biliyoruz. Tabi ki bu kararı veren insanların başlarına taş düşüp hukukçu oldukları akıllarına gelmedi. Demek ki birisi yani bir siyasi güç bu üyeleri yönlendirdi. Hatta Anayasa Mahkemesi’ndeki oylamada sekize sekiz eşitlik çıktı, başkanın oyu iki oy sayıldığı için geçti. Geçenlerde İstanbul’daki radyolardan bir tanesinde bir avukatın davalar hakkında konuşması vardı. Radyoda, Anayasa Mahkemesi kararından önce 37. Ağır Ceza’nın yargıcıyla konuşuyor. 37. Ağır Ceza’nın yargıcı başka konulardan konuşurken, bizim davamız için “Anayasa Mahkemesi oy çokluğuyla karar vermiş” diyor. Oradakiler ise “Anayasa Mahkemesi daha toplanmadı” diyor. Yani bunlar bu kararı daha önceden planlayıp aldılar. Niye böyle bir karar aldılar? İlk başta AKP için politik yararı var. Her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AKP’nin gözünde kayda değer bir mahkeme olmasa da -Demirtaş kararını hatırlayın- ülkesindeki akademisyeni imza attı diye ceza vermenin onayı oradan bile geçmez. Eğer Anayasa Mahkemesi ret kararı verseydi o zaman iç hukuk tükenmiş olacaktı. Ben de dâhil AİHM’ne gidecektik. Yani 1128 tane ayrı dava AİHM’ne gidecekti. AİHM de emsal göstererek 1128 tane Türkiye aleyhine karar verecekti.

Yani İktidar bu davaların AİHM’ne gitmesinden korktu diyebilir miyiz?

Tabii, korktu diyebiliriz. Çünkü iyi bir şey değil. Gerekirse ben bunu takmam diyebilir ama aleyhine karar çıkması iyi bir şey değil. Niye böyle düşünüyorum? Çünkü iktidarın bundan haberi vardı eğer olmasaydı Recep Tayyip Erdoğan, ondan habersiz bir karar olsaydı ne derdi? Asla susmazdı. Anayasa Mahkemesi kararını da tanımıyorum saygı da duymuyorum derdi ki geçmişte bunları dedi. Ya da derdi ki biz ne kadar demokratik bir ülkeyiz bakın nasıl kararlar çıktı. Ama hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. Tüm bunlar beni bu kararın daha fazla siyasi olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Önce şunu düşündüm: “Acaba yerel mahkemeler bu kararın arkasında duracak mı?” Çünkü Türkiye’de bu da yaşandı. Yerel mahkemeler eğer bu karara uymazsa biz yeniden dava açarız ve üç beş yıllık bir süreç yaşanır. Yerel mahkemeler bu karara uydu. O zaman bunu sadece AKP’nin basit bir kendisini haklı gösterme girişimi olarak değil aynı zamanda genel Türkiye siyaseti açısından ve egemen güçler açısından da değerlendirmek gerekir.

İç pazara gereksinim varsa iç siyasette de sosyal demokrat politikalara gereksinim vardır. Tıpkı 27 Mayıs örneği gibi. Tabii ki 27 Mayıs olumlu bir şeydir. 27 Mayıs öncesi ABD ve AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) , Menderes hükümetine kredileri kesti. Ardından 27 Mayıs oldu, ABD ve AET 27 Mayıs’a karşı bir şey demedi. Hatta 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye kredi vermeye başladı. Çünkü o günkü Türkiye büyük burjuvasının sosyal demokrasiye ihtiyacı vardı. Nazım’ın şiirleri yayınlanmalıydı, insanlar kendilerini rahat hissetmeliydiler. İnsanlar bir yıl çalışırlardı bir hafta tatile giderlerdi. Sıkı bir mekanizma olan bu sistem artık işlememeye başladı. Çünkü insanlar tatile gitmeyeyim diyor, ne olur ne olmaz ülkede ne olacağı belli değil parayı tutayım diyor. Buzdolabı arızalanırsa normalde değiştirir ama o tamir ettiriyor. İç pazarı durdurdular, ev satışı durdu, araba satışı durdu, dışarıda yemek yeme durdu, her şey durdu. Bence bunun da etkisi var. Tam olarak bu iç pazarın ne olacağına karar vermiş değiller. Her şey demokratik gitmiyor. Ama birden bizim beraat kararı çıkıyor, Cumhuriyet gazetesi davasında Yargıtay nerden aklına geldiyse böyle bir karar veriyor fakat bir yandan da kayyum atıyor. Bence tam da bu noktadan gelişmeleri değerlendirmek gerekir. İlla paranoyak, başkalarının niyeti üzerinden değerlendirmek değil de objektif değerlendirmek lazım.

Açığa alınmanızın yaklaşık bir yıl sonrasında ihraç edildiniz. Bu süreçte neler yaşadınız?

Tüm bu süreç başladığından bugüne iki buçuk yıl geçti. Bu süreç bende bir depresyon yaratmadı. Bunlar beni attı diye karalar bağlayacak bir durumum da yoktu. Kendi açımdan; 60 yıllık hayatımın nitelik ve nicelik olarak en iyi okuma sürecini geçirdim. Günde yüzlerce sayfa okuyabildim. İkinci okuyuşlarımı yaptım. Uzun zamandır böyle iki yıl geçirmemiştim. Bu kadar çok film izlediğim, tiyatroya gittiğim bir süreç hatırlamıyorum. Atılmaktan gurur duyduğumu da söyleyebilirim. Yıllar sonra bu zamanlar konuşulduğunda ‘Ben de atıldım’ demenin gururunu yaşayacağım. Herkesin illa atılması gerekmiyor bu sözlerim yanlış anlaşılmasın.

12 Eylül’den sonra 12 Eylül’e bizzat yardımcı olanlar yıllar sonra kendilerinin 12 Eylül’de ne kadar mağdur olduklarını anlatmaya başladılar. Bizim süreçte de böyle şeyler yaşanmaya başladı. Biz atıldığımızda da basit bir metin yazılıp, imzaya açıldı. Metin sadece öğretim üyelerinin imzasına açılmıştı. Metinde ne demokrasi geçiyor ne de barış. Sadece “açığa alınan arkadaşlarımızın bir an önce görevlerine geri dönmelerini istiyoruz” diyordu. Eski deneyimlerimden biliyorum metni karmaşık hala getirince herkes bir şeye takılır. Yani oldukça basit bir metindi. Bu imzaya açıldı. Çok az sayıda imza toplandı, 100-150 kişiydi.

Bu dönemde atılmış olmak bana “gurur verdi”. Bu sözlerimden atılmak iyidir anlamı çıkmasın.

Beraat kararlarının ardından Barış imzacılarının işe iade edilmeleri beklentisi oluştu. Sizin beklentiniz ne yönde?

Öncelikle bu kararla birlikte olumlu bir şey oldu, hapis yatmayacağız. Bu insanlara şaka gibi geliyor ama Füsun Üstel hocamız hepimiz adına iki buçuk ay hapis yatırıldı. Bu olasılık ortadan kalktı. Buna tek itiraz edecek tek kişi var o da benim. Mahkeme karar verdi, savcının da mütalaası bu yönde olduğu için onlar itiraz etmiyorlar. Ben de itiraz etmeyeceğime göre karar kesinleşti.

İkinci olumlu yanı kamuoyunun gündemine yeniden geldi ve iyi de oldu. Türkiye gündemi çok hareketlidir bu sebeple her şey çabuk unutuluyor.

Üçüncü yanı ise kendimi barış akademisyeni olarak değil barış imzacısı olarak tanımlıyorum. Barış akademisyenleri belli bir şeyi tanımlıyor. Barış akademisyenlerinin sosyal medya sayfalarına bakın, daha düne kadar AKP’nin akil heyetlerinin raporlarını yayınlıyordu. O yüzden kendimi imzacı olarak tanımlıyorum.

Bu karar aynı zamanda imzacılarla FETÖ’cüleri ayırdı. Çünkü bizim atıldığımız KHK’da genel bir şey yazıyor ve altta da on yedi bin isim vardı. Mesela ben 701 sayılı KHK’yla atıldım. Aynı zamanda bizim cenahtan çok fazla imzacı var gibi duruyordu az olduğumuzu da gösterdi. 1128 tane imzacı var ama 406 kişi atıldı. Geri kalanı atılmadı. Diğerleri hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Sonra herkese teker teker dava açıldı. Bazılarına ne dava açıldı ne de idari işlem yapıldı.

Bütün bu kararlar olumlu adımlardır ama aynı zamanda hemen geriye dönüşü beklememek gerekir. Siyasi koşulların biraz daha olgunlaşması lazımdır. Bu geriye dönüşü hızlandırır. Beraat ettim, ne olacak? Demokratik bir ortamda beraat kararını alırsın, işlemleri başlatıp bir hafta sonra başlarsın. Öyle olmayacak tabi ki yine bir süreç doğacak yeni bir mücadele süreci olacak.

Şu an emeklisiniz. İşe dönüş hakkı kazandığınız takdirde üniversiteye dönmeyi düşünüyor musunuz?

Kesinlikle. Kuşkusuz. Geri dönmenin bir görev olduğunu düşünüyorum. Bu benim isteyip istememe bağlı değil, muhakkak geri dönmek gerekiyor. Tek tek dört yüz altı kişi ne düşünüyor, bilmiyorum. Ama bu dört yüz altı kişi hala bu ülkedelerse herkes geriye dönmeli ve üniversiteye gidip bunu göstermelidir. Belki şu an aklıma gelmeyen, tanımlayamadığım kişisel durumları bunun dışında tutuyorum. Ama bu sürecin bana yüklediği görev muhakkak geri dönmek. Hadi bir adım daha öteye gidelim, bizim atılmamız sürecinde rolü olanlar, katkısı olanlar var. Mesela bunda fiilen rol oynayanlar var. Örneğin Dokuz Eylül Üniversitesi’nde bizi atan rektör FETÖ soruşturmasıyla gitti. O dönemin rektör yardımcıları var. Bizler hakkında soruşturma açtılar. İfademizi bile almadan bizim açığa alınmamızı önerdiler. Açığa alındıktan sonra bile ifademizi almadılar. Açığa alınmak tedbirdir, tanıkları falan etkilememek içindir. Ama bizim için bu durum geçerli değildi. İşte bütün bunları yapanlardan hesap sormamız gerekir. Biz atıldıktan sonra bazı dekanlar gidip bizim odalarımızı kilitledi. Arkasından rektörlük bu dekanlara bir yazı yazdı: Abartmayın odaları kilitlemeniz gerekmiyordu. İşte buralarda işgüzar dekanlar var. Bir biçimde bunlardan hesap sormak gerekiyor. Onlara fiziki bir şey yapmayı ya da yasal bir hesap sormadan bahsetmiyorum. Üniversitede olmak bile onlara rahatsızlık verecektir. Gidip onlara “Niye böyle yaptın” diye sormak gerekiyor. Dokuz Eylül Üniversitesi özelinde söyleyeyim, üç tane rektör yardımcısı, beş tane soruşturmacı, dört-beş tane de odaları kapatan dekan var. Bunlara sembolik de olsa hesap sormak gerektiğini düşünüyorum o yüzden döneceğim.

Dışarıdan baktığınızda üniversitelerin geldiği durumu nasıl görüyorsunuz?

Dışarıdan bakıyorum ama aslında sadece üniversitedeki yaşamı kaçırıyorum. Üniversite konusunda okumaya devam ediyorum, hatta sıklıkla yazıyorum da. Öncelikle bizim atılmamızla sonuçlanan süreçten itibaren üniversitelere baktığımızda, birincisi, bizlerin atılması bir kayıptı. Buradaki kayıp sadece benim gitmem falan değil. Yerimiz dolar elbet, öyle bir sorun yok. Ama üniversiteler bu süreçte tepki gösterememe kaybını yaşadı. Bu çok önemlidir. Tepki göstermenin elbette birçok yeri vardır. Çok kolaydır da. Tepkini gösterebilirsin. Üniversiteler bu anlamda çok şey kaybetti. Üniversitelerin temel özelliği bilgi üretmektir. Bilgi üretmek için ön koşul bir şeylere karşı çıkmaktır. Evet diyerek bilgi üretemezsiniz.

Bilgi nasıl üretilir? Önce dersiniz ki “Niye bu çay tabağı, çay bardağının altında duruyor? Üstünde olsa daha iyi olamaz mı?”. Buna doğru ya da yanlış demiyorum. Var olan, hepimizin doğru zannettiği bir şeye karşı çıkmanız lazım. Bu şimdiye kadar böyle yapılıyordu, bundan sonra da böyle yapılacak demek lazım. Üniversite karşı çıkma, tepki gösterme yetisini kaybederse bilgi üretemez. O zaman okul olur.

İkincisi ise dönemin bir özelliği olarak üniversite dincileşti ve gericileşti. Bizim atılmamız insanları tepkisiz hale getirdi. İnsanlar korktu, karşımızdakiler de daha çok hamle yaptılar, sonuçta üniversite mi medrese mi karmakarışık bir yer haline geldi ve onarılması çok zor olacak.

Üçüncüsü ve son noktası ise üniversiteleri piyasalaştırdı. Süreci başa alsaydık, üniversite bizim atılmamıza sessiz kalmasaydı, örneğin DEÜ rektörü üniversitenin ortasına manav açmaya kalkmazdı, herkes gülerdi çünkü. Ama şimdi kimse buna gülmüyor, “Gülersen başın belaya girer” diyor.

Aynı zamanda bu süreci tarihsel olarak da dünya ve Türkiye özelinde değerlendirmek gerekir. Dünyada üniversitelerin piyasalaşması basit bir üniversite seçeneği değildir. Eskiden üniversitelerde temel amacı araştırmalar olan, iyi insan yetiştirmek olan, kiliseye hizmet sunan gibi birçok ekol vardı. Fakat bu ekollerden hiçbirisi birbirinin alternatifi değildi, daha doğrusu birbirini geri düşürmüyordu. Örneğin 1935’te SSCB’de Sovyet tipi üniversiteler vardı. Türkiye’de Alman tipi üniversite vardı, ama Almanya’da Fransız ekolu üniversite vardı. Avrupa’nın çoğu ülkesinde İngiliz ekolu üniversiteler vardı. Amerika’nın kuzeyi ve güneyinde farklı ekoller vardı. Ayrıntılarına daha fazla girmeden söyleyebilirim ki değişik ülkelerde değişik ekoller vardı ve hepsi de kendini var edebiliyordu. 1945’ten yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan tipi üniversite kavramı (piyasa odaklı) yavaş yavaş yayılmaya başladı ve ivmesi sürekli artan bir hızda ilerlemeye devam ediyor. Artık dünyada çeşitli üniversite ekollerinden söz etmek olanaksız hale geldi.

Bu Amerikan tipi, piyasa üniversitesinin iki tür özelliği vardır. Birinci özelliği piyasanın ideolojisini yapmaktır. Örneğin; merkezi planlama olmaz, her şey piyasada belli olur gibi. Bu özelliği sayesinde önce tüm sosyal bilimleri etkisi altına aldı. Çünkü fen bilimleri ile piyasanın bağlantısını kurmak her zaman o kadar olanaklı değildir. İkinci özelliği ise üniversitenin kendisini piyasaya açmaktı. Önce üniversitenin yemekhanesini özelleştirdiler, arkasından güvenliği özelleştirdiler, sonra ulaşımı, matbaayı vs. derken en sonunda üniversite piyasa içinde bir aktör olmaya başladı. İlk aşamada piyasalaşmanın teorisini yaparken ardından kendisi doğrudan piyasanın bir aktörü olmaya başladı. Üniversitelerin en büyük kaybı da bu oldu.

Türkiye özelinde ise; üniversite arka arkaya çok ciddi travmalar geçirdi. Bunlardan bir tanesi başlangıçta 12 Eylül’dü. Türkiye’de 12 Eylül’e kadar egemen güç üniversitelerle çok ilgilenmiyordu. Öncesinde 1933, 1960, 1970’lerde müdahale etmişti, ama ardından üniversiteden çekilmişti. 12 Eylül’den itibaren üniversitelerin toplumu biçimlendirmekte ki rolünü gördüler ve üniversite içinde örgütlü olmaya karar verdiler. Ve bu örgütü kurdular. Ona da YÖK dediler. Ve bir daha çıkmadı üniversiteden.

Bir başka travma da Avrupa Birliği yani “Bologna Süreci” ile ortaya çıktı. Bu süreçte üniversiteye temel olarak “Çok fazla eğitim yapıyorsunuz, çok ayrıntıya giriyorsunuz, öğrenim süreniz de uzun. Öğrenciler girişimci olsun ve bir miktar bilgi edinsin, yeter” dendi.

Tabii son olarak da Türkiye’de egemen güç değişti. Devletçi-seçkinciden yıllar içinde gelenekçi-liberallere geçti. Böylece ülkede de üniversitelere bakış açısı değişti. Bu değişikliklerin sonucudur ki üniversite bu hale geldi.

Aslında sadece üniversitenin kendi iradesiyle değil gene dünya ve Türkiye’yle geldiğimiz nokta burası. Arka arkaya gelen dinci, piyasacı, baskıcı değişimlerle bunları yaşadık. Bugünkü üniversiteye gelişimizin öyküsü bu, aynı zamanda bu süreci diyalektik olarak ele almalıyız.

Uzun yıllardır akademik mücadele içinde olduğunuzu biliyoruz. Sizce OHAL ilanından bugüne gelen süreçte akademi mücadelesi ve Türkiye aydını nasıl bir sınav verdi?

Buraya kadar konuştuklarımız zaten iyi bir sınav verememesinin sonucuydu. Aslında Türkiye’de akademi ve Türkiye aydını hangi baskıya karşı çok büyük sınav verdi? Zaten bu sınavı çok çok iyi vermiş olsaydı, baskılarda engellenebilirdi. Ancak şunu söyleyebilirim, 12 Eylül’de de bir barış davası vardı, görece daha fazla insan vardı ve tepki daha da yüksekti. Bu tepki düşe düşe bugünlere kadar geldi. Bugün maalesef çok kötü durumda. Ülke ateş hattındayken Türkiye’de yetmiş bine yakın akademisyen vardı, bunlardan sadece 1128’i imza attı ve en fazla bu kadar da destekleyen vardı. Tabi ki böyle olunca zayıf kaldı. Burada iyi sınav veremedi. Aynı zamanda Türkiye’nin geçtiği bütün süreçlerde muhteşem sınav verdi de sadece bunda veremedi diye bir durum da söz konusu değil.

Örneğin Türkiye’de sendikalı işçi sayısı nasıl azaldıysa, aydın tepkisi de azaldı. Yıllar önce Fethi Naci demişti: Futbolumuz ne kadarsa edebiyatımız da o kadardır, daha fazla değildir. Bunu söylediği zamanlarda da Türkiye milli futbol takımı İngiltere’den sekiz gol yemişti. Gerçekten de öyle, hatta futbolun ne kadarsa üniversiten de o kadardır. Ama bir taraftan da bakacak olursak, bu ülkede her zaman her şeye rağmen ses çıkaran birileri oluyor. Aydın tepkisi evet küçük ama aynı zamanda da bu durum her türlü tepkiyi daha da kıymetli hale de getiriyor. Sokaktan satılan bir dergi, atılan bir slogan, yapılan bir eylem hatta yapılan bu röportaj dahi hepsi çok kıymetlidir.

Peki, bu konuştuğumuz koşullar altında üniversitelerde ne yapmak gerekir?

Birincisi üniversitelerdeki insanların kendisini koruması lazım. Bu üniversitenin bütün bileşenleri için geçerlidir. Üniversite ve akademi mücadelesi içinde olanların eksilmeden devam etmesi gereklidir.

İkincisi artık üniversitelerde mücadele topyekûn verilmelidir. Tek başına bir öğrenci eylemi ortada kalabilir, tek başına akademi eylemi üç beş imzadan öteye geçemeyebilir, tek başına emekçi eylemi işçilerin işten atılmasıyla sonuçlanabilir. Bu üçlünün yani akademisyen, öğrenci ve üniversite emekçisinin bir şekilde aynı potada eriyebileceği yol izlenmelidir. Buradaki sözlerim bir birlik çağrısı değil, yaşam birliği dayatıyorsa eğer zaten yan yana gelinir. Türkiye tarihine baktığımızda, Denizlerin asılmasını engellemek için son ana kadar Mahirlerin yaptıkları, Gezi Direnişi’nde her gün ve her saat yan yana gelmemiz gibi birçok örnek bulabiliriz.

Diğer bir nokta ve en önemlisi ise dinci gericilikle ciddi bir hesaplaşma gerekiyor. Bu yıllar içinde net olarak ortaya çıktı. Bu dinci gericiliğe zaman içinde gösterilen her taviz, hoşgörü ilericilerin aleyhine oldu. Bu hesaplaşma ideolojik olmalıdır.