Elinizdeki derginin düzenli okurları, Türkiye modernleşmesinin sıklıkla ele alındığına dikkat etmiştir. Bu elbette nedensiz değil. Türkiye modernleşmesine yoğunlaşma gerekçemiz, geçmişe özlem değil geleceği kurma iddiasıdır. Motivasyon kaynağımız ise kişisel merak değil kolektif bir arayıştır. Başka bir şeyi değil, Türkiye devriminin yolunu arıyoruz ve Türkiye modernleşmesini de bunun için tartışıyoruz.
Türkiye modernleşmesinin neleri içerdiğini ve onun kazanımlarını sosyalist devrim hedefi bağlamında nasıl değerlendirdiğimizi çokça ele aldık. Bu yazıda ise Türkiye modernleşmesinin sınıfsal karakteri üzerinde duracağız.
Türkiye modernleşmesine nasıl bakmamalı?
Ara başlıktaki soruyu en kısa ve öz şekilde bilimsellikten uzak, salt öznel değerlendirmeler ve biriciklik yakıştırmasıyla bakmamalı diye yanıtlayabiliriz. Bunu biraz açmamız gerekecek.Türkiye tarihinin ulusalcı ve liberal yorumları, bu tarihi bilimsel yasalardan azade, biricik bir durum olarak ele alma eğilimindedir. Aradaki fark, neredeyse bu tarihin farklı süreç ve öznelerine bakışın pozitif ya da negatif olmasından ibarettir. Örneğin ulusalcı yoruma göre 1908 Devrimi, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı ve devamında gelen inkılaplar günümüzde nostaljiyle yâd edilmesi gereken bir altın çağı ifade etmektedir ve sınıf mücadeleleriyle lekelendikleri düşüncesi teklif dahi edilemez.
Liberal yoruma baktığımızda ise Türkiye modernleşmesi yerine göre Batı’ya öykünme, yerine göre medeniyetine imrenilen Batı ülkelerinin rica minnet gündeme sokabildiği ama asla içselleştirilemeyen bir reformlar silsilesidir. Bu kafaya göre İttihatçılar ellerindeki silahtanibaret bir katliamcı güruhtur ve yeri geldiğinde Meşrutiyet önemsiz bir idari düzenleme, yeri geldiğindeyse Cumhuriyet, Osmanlı milletlerinin birliğiyle kotarılan 1908 Devrimi’ne yapılmış bir darbedir.
Her iki yaklaşıma göre de Türkiye, dünyada biriciktir. Bir yoruma göre kapitalizm ile sosyalizm dışında ve her ikisini de aşan bir üçüncü yolu, diğer yoruma göre ise dünyada eşi benzeri bulunmayan bir ceberrut devlet geleneğini temsil etmektedir. Bunların her ikisi de Türkiye modernleşmesini yerli yerine oturtmaktan aciz, bilim dışı yaklaşımlardır.
Peki, nasıl bakmalı?
Öncelikle Türkiye’nin tarihin ve sınıf mücadelesinin yasalarının işlediği nesnelliklerden biri olduğu gerçeğinin kabulüyle başlanmalı. Devamında ise bu nesnelliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’le birlikte hızlanan bir kapitalistleşme dinamiği olduğu ortaya konulmalı.
Ve tabii bu kapitalistleşme dinamiğinin, feodalizmin siyasal ve toplumsal alanlardaki artıklarını dağıttığı ölçüde ilerici bir rol oynarken daha doğumundan itibaren dağıtılan feodal artıklarla uzlaşmayı ve işçi sınıfı üzerinde tahakkümü içerdiği ölçüde gericileşme potansiyeli taşıdığı…
Türkiye modernleşmesinin bu en basit doğrular başa yazılmadan anlaşılmasının mümkün olmadığı kanısındayız. Aynı şekilde, bu doğrulardan hareket edildiği takdirde modernleşme tarihimizde içinden çıkılamayan konuların anlamlandırılmasının mümkün olacağını söylüyoruz.
Osmanlı dünyadan kopuk muydu?
Türkiyeli Marksistlerin bir dönem Osmanlı düzeninin nasıl adlandırılacağı konusunu epey tartıştıkları biliniyor. Osmanlı düzenini ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) gibi “biriciklik” iması içeren bir kavramla değil de feodalizmle tanımlamak kadar imparatorluğun son döneminin kapitalist ilişkilerin gelişimine sahne olduğunun saptanması da önem taşıyor. Aksi, Osmanlı ülkesinin yine gerçeğe aykırı biçimde dünyadaki gelişmelerden kopuk sayılması ve yaşanan dönüşümün öneminin yadsınması yanlışını getiriyor.
Örneğin 1881’de kurulan Düyun-u Umumiye ulusalcı tarih yorumunca ülkenin iplerinin dış güçlerin eline verilmesinden ibaret bir olay sayılırken bu yapının Osmanlı ekonomisinin kapitalistleştirilmesi ve kapitalist dünya pazarıyla bütünleştirilmesi bağlamındaki işlevi göz ardı edilir. Keza Düyun-u Umumiye’nin girişimiyle kurulan ve tütün piyasasında yabancı sermayeyi egemen kılan Tütün Rejisi de yine kapitalistleşme ekseninde değil de sınıfsal karakteri bulanıklaştırılan “dış güçlere” bağımlılık ekseninde ele alınır.
Buradaki itirazımız “dışa bağımlılık” vurgusuna değil, sınıfsal ilişkilerin perdelenmesine. Burada söz konusu olan durağan, hiç değişmeyen bir Osmanlı İmparatorluğu’nun sınıfsal kimliği belirsiz ama pek kötücül birtakım dış güçler tarafından boyunduruk altına alınması değil, Osmanlı ekonomisinin dışa bağımlı bir kapitalistleşme sürecine girmesidir. Bu gerçeklik saptanmadığında tarımsal araziyi ve tarım ürününü meta haline getiren Arazi Kanunnamesi (1858) ya da 1908 Devrimi’ni takiben liberal Maliye Nazırı Cavid Bey’in grevleri yasaklamaya gerek duyması, nedenleri ve etkileri anlaşılamayan durumlar olarak kalacaktır.
Osmanlı bürokratı ekonomi bilmez miydi?
Osmanlı düzeninin dünyadan yalıtık olduğu görüşünün yanı sıra, Osmanlı bürokratının dünyadan ve ekonomi biliminden bihaber olduğu düşüncesi de gerçeği yansıtmamaktadır. Bu görüşümüzü gerekçelendirmek için Osmanlı dönemi bankalarını hatırlamak yeterli olacaktır.
Yıl 1856, Ottoman Bank kuruluyor. Ottoman Bank, 1863’te Osmanlı Bankası adıyla Merkez Bankası haline geliyor. Ve aynı yıl, ileride Ziraat Bankası adını alacak olan Memleket Sandıkları kuruluyor. Daha 19. yüzyılın üçüncü çeyreği içinde ekonomik sistemini bankalar kurarak kurumsallaştıran Osmanlı bürokrasisinin dünyadan ve ekonomi biliminden habersiz olduğunu iddia etmek herhalde mümkün değildir. Yaşanan dönüşümün topluma sirayet etmeyen, kağıt üzerinde kalmış idari düzenlemelerden ibaret olduğunu söylemek de mümkün değildir çünkü Osmanlı toplumunda kapitalistleşme, üretimde nicel artışın yanı sıra üretimin örgütlenmesini rasyonalize etmiş ve merkezileştirmiş, toplumsal ilişkileri devrimci bir tarzda dönüştürmüştür.
Sorun “kötülük” mü?
Modernleşme tarihimizde yine tarihin yasalarından azade sayılan ve kaynağı, mekanizmaları, failleri belirsiz bir “kötülük” ve “tekçilik” ile açıklandığı varsayılan bir diğer durum ise gayrimüslimlerin memleketten çeşitli şekillerde gönderilmesidir. Oysa burada da sınıf mücadelesinin yasaları işlemiştir.
Osmanlı toplumunda zanaat ve ticaretin ağırlıkla gayrimüslimlere havale edilmiş olmasını geri kafalı Osmanlı teokrasisinin dar görüşlülüğü ile tembel Müslüman tebaanın çiftçilikle yetinmesine ya da kolay yoldan para kazanmak için üretimden ziyade din adamlığı ya da devlet memurluğuna yönelmesine bağlayan bakış açısı tanıdık gelecektir. Oysa bu durum Osmanlı ülkesiyle sınırlı değildir. Zanaat ve ticaret, 19. yüzyılda dünyanın birçok yerinde azınlıkların elindeydi ve bu nedensiz değildi.
Sanayi Devrimi’yle tanık olunan teknolojik atılım ile üretimi artırmak ve üretilen ürünü farklı pazarlara ulaştırmak adına olanaklar eş zamanlı olarak çok fazla artmış, artışın boyutuyla birlikte değişim nicelliğin ötesine geçerek nitel bir hal almıştır. Bir başka deyişle üretim ilişkileri nitel değişim göstermiş, kapitalist üretim ilişkileri egemen olmuştur. Sözü edilen nitel dönüşüm öncesinde gerek üretim gerekse ulaşım olanaklarının kısıtlılığı ve pahalılığı nedeniyle üretim ve ticaret nadiren ve ancak belirli koşullar altında (deniz ticareti ya da değerli mal ve maden ticareti gibi) yüksek kazanç getiren bir faaliyet olabilmektedir.
Kapitalizm öncesinde servetin esas kaynağı sınai üretim ya da ticaret değil topraktır ve dolayısıyla servet biriktirmenin en geçerli yolları da tarım ve yağmadır. Ticaret ve zanaat ise görece az getirili işler oldukları için azınlıklara bırakılmış, ancak üretim ilişkilerinde yaşanan hızlı dönüşümle birlikte azınlıkların yaptığı bu işler en yüksek getirili işlere dönüşmüş, azınlıklar toplumun en zengin ve nüfuzlu üyeleri haline gelmişlerdir. Osmanlı ekonomisinde yabancı sermayeyle birlikte Levanten ve gayrimüslim tüccarların etkisi hızla artmış, aslan payını Türk ya da Müslüman olmayan tüccarlar alır olmuştur.
İmparatorluğun dağılma sürecinde bu nesnellik ciddi bir kriz haline gelmiştir. Bilhassa Balkan Savaşları ile yaşanan yıkım İttihat ve Terakki iktidarı için oldukça travmatik olmuştur. Bu travma, İttihatçılar ve ilgili dönemde onların temsil ettiği Osmanlı aydını nezdinde “devletikurtarma” hedefinin ancak Türkçülük politikasıyla ve Anadolu coğrafyasının etnik ve dinsel olarak homojenleştirilmesiyle mümkün olacağı görüşünü pekiştirmiştir. Sonrasında yaşananlar, bu görüşün uygulamaya dönüşmesinden ibarettir.
Burada devrede olan “ceberrut devlet aklı” değil, buz gibi sınıfsal bir ittifaktır: Gayrimüslimleri fazlalık sayan bir yönetim, gayrimüslimlerin servetine çökmek için pusuda bekleyen para babaları, çökülen servetten payını almak için hazırda bekleyen küçük burjuvazi ve lümpen proletarya… Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül gibi utanç verici dönemeçlerde de aynı ittifak iş başındadır.
İlericilik bunun neresinde?
Özetle, tıpkı bugüne kadar yaşanan tüm bir tarih gibi modernleşme tarihimiz de sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu tarihe damgasını vuran ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’le birlikte hızlanan (ve devletçilikle belirgin biçimde dizginlense de dışa bağımlı bir karakter taşımayı sürdüren) kapitalistleşmedir.
Peki, burjuva egemenliğini derinleştiren ve dışa bağımlı bir karakter taşıyan bu sürece neden ilericilik atfediyoruz? Onu topyekun reddetmek daha tutarlı ve daha devrimci bir yaklaşım olabilir mi?
O zaman Marx’ın Hindistan’da İngiliz sömürgeciliği üzerine görüşlerini hatırlayalım:
“Eğiriciyi Lancashire’a, dokumacıyı ise Bengal’e yerleştiren, ya da Hintli eğiricinin ve dokumacının her ikisini birden yokeden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini ortadan kaldırarak bunları dağıtmış ve, böylece, Asya’da o zamana dek görülmüş en büyük, ve doğruyu söylemek gerekirse, biricik toplumsal devrimi yaratmıştır. “(…) bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz aleti olmuştur.”
Bizim tarihimiz için de durum bundan ibarettir.
Not: Karl Marx. 1853. “Hindistan’da İngiliz Egemenliği” Kaynak: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/hind.html