Cannes Film Festivalin’deki olaylı gösteriminin ardından, sinemayı sinema için yaptığını söylemekten hiç çekinmeyen Quentin Tarantino’nun 9. filmi Once Upon a Time in Hollywood, geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Sinema sektörüne girdiği 90’lı yıllardan itibaren yerleşik sinema olgusunu yerle bir ederken bir yandan da kendine ait olanı ortaya çıkaran auteur yönetmen Tarantino’nun ‘’Pulp Fiction’a en çok yaklaşan filmim‘’dediği Once Upon a Time in Hollywood, güçlü kadrosunu başrol yaparak pazarlamış olsa da, aslında Hollywood’u bir başrol oyuncusu olarak anlatının merkezine yerleştiriyor. Jean-Luck Godard’ın “zaman ve mekanı yeniden yaratma sanatı’’ olarak tanımladığı sinemaya yakışanı yapan Tarantino, Hollywood’u hikayenin geçtiği bir arka plan olmaktan çıkartarak, Los Angeles’ı bir kent-karaktere dönüştürüyor ve filmin belki de tek başarılı hamlesini yapmış oluyor. 1969 yılının renkli bir prototipini bizlere sunan Once Upon a Time in Hollywood kelimenin tam anlamıyla kişisel bir film. Hiçbir zaman izleyicinin beğeni algısına, estetik kaygılarına hitap etmek gibi bir kaygısı olmamış olan Tarantino, bu sefer açık açık kendi zaaflarından, kendi arzularından besleniyor ve filmini mizah sosu ile birlikte güçlü oyuncularla bizlere sunuyor.
Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Brad Pitt, Margot Robbie, Al Pacino, Kurt Russell, Tim Roth, Dakota Fanning gibi oyuncuların yer aldığı Once Upon a Time in Hollywood, 1969 yılının Los Angeles’ında; Charles Manson tarikatının cinayetine kurban gitmiş Sharon Tate’in kapı komşusu western yıldızı Rick Dalton ile onun uzun süredir birlikte çalıştığı dublörü Cliff Booth’un hikâyesini konu ediyor. Düşüşe gecen kariyerini değişen sinema sektörü içerisinde var etmeye çalışan Rick Dalton, dublörü ile bu dönüşüme ayak uydurmaya çalışırken hikâyenin arka planında hem o yılların sinema sektörünü hem de sektör içerisinde yer alan ünlü isimleri görüyoruz. Bizler de bu kapsamda filmde Sharon Tate, Steve McQueen, Sam Wanamaker, Bruce Lee ve Roman Polanski gibi sinema tarihinde kendine yer edinmiş tarihi figürlerle karşılaşıyoruz ve şüphesiz sinefilleri tatmin edecek sahneler ortaya çıkıyor. Ancak Roman Polanski ismini söylüyorsak bir parantez açmak gerekiyor. Bizler Sharon Tate’in eşi, Piyanist filminin yönetmeni olan Roman Polanski’yi 13 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüzle suçlandığı dava sürecinde ABD’den kaçan yönetmen olarak biliriz ki kendisi de yasa dışı şekilde cinsel ilişkiye girdiğini itiraf etmişti. Hatırlatmak gerekir ki, Roman Polanski, Hollywood’da son birkaç yılda arka arkaya ortaya çıkan cinsel taciz skandallarının yarattığı tepki dalgası ve “Me-Too”, “Time’s Up” gibi hareketlerin etkisiyle, geçtiğimiz yıllarda Oscar ödüllerini veren ABD Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nden kovulmuştu. Hollywood artık bu tarz skandalların gündemden düşmediği bir sektöre dönüşmüşken, Tarantino’nun bunun gibi skandalları filmine yansıtmayı tercih etmemiş olduğunu görüyoruz. Biliyoruz ki Tarantino geçtiğimiz yıllarda taciz skandallarının en çok konuşulan ismi olan eski ortağı Harvey Weinstein ile ilgili sorulan sorulara da sadece üzgün olduğunu dile getirmekle yetinerek bu tavrını o dönemde de korumuştu.
Arka plana 60‘lı yılların yükselen hippi hareketini de almayı tercih eden Tarantino, tüm hippileri ucuzlaştırıp onları bir fetiş objesine dönüştürüyor ve bunu yaparken de Sharon Tate cinayetinin sorumlusu Charles Manson tarikatını hippilerin sembolü haline getiriyor. Vietnam savaşı sırasında insanlık suçu işlemiş olan ve Amerika’da barış savunucusu olarak doğan hippi hareketi, Tarantino sinemasında sadece Charles Manson tarikatının müritleri olarak görünüyor. Kurmaca ve gerçek arasında bocalayan Once Upon a Time in Hollywood, içerisinde onlarca referans bulundurmasına rağmen bu bocalamanın sonucu olarak güçlü bir alt metin oluşturamıyor. Bu nedenle 160 dakikalık filmimiz dev bir Hollywood gösterisine dönüşüyor ve bizler bunun yönetmenin tercihi olduğunu biliyoruz .”Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın.’’
Sinema, sanat eserlerinin birbirleriyle etkileşim içinde olmasının en güzel örneğidir. Once Upon a Time in Hollywood’un bu anlatamama haline rağmen bunu başaran birkaç ince detay da içerdiğini söyleyebiliriz. Brad Pitt isminin hakkını vererek canlandırdığı maskülen, korumacı, maço karakter Cliff Booth’un dönemin müzikleri ile süslenmiş uzun soluklu araba sahneleri müthiş bir gerilim yaratıyor. Filmin bu sahnelerinde Tarantino’nun çok sevdiği yönetmen Alfred Hitchcock’a onun yöntemiyle selam çaktığını söyleyebiliriz. Silahı gören ve patlayacağını bilen biz seyirciler de bu gerilimin içerisinde kayboluyoruz. Margot Robbie’nin dönemi birebir yansıtan kostüm tasarımının sonucu olarak Sharon Tate’e dönüştüğünü gördüğümüz sahnelerin korkunç bir şekilde öldürülerek Amerikan halkında travma yaratan bu cinayetin etkilerini silmek amacıyla çekilmiş olduğu aşikar. 8.5 aylık hamileyken vahşice öldürülen Sharon Tate’in bir trajediye dönüşecek olan ölümünü reddedermişçesine gülümsemesi ile bir kurbana değil bir masal kahramanına dönüşümünü izliyoruz Once Upon a Time in Hollywood’da. Ve tabi ki de Tarantino’nun en güçlü silahı olan film müzikleri. Eğer film müziğinin tarihsel süreçte kaydettiği gelişme ve değişmelere değinmek ve sinemadaki önemini vurgulamak isterseniz Tarantino sinemasına uğramanız gerekir. Bu filminde müziğin filmin temasıyla bütünlük oluşturma işlevini en iyi şekilde kullanan Tarantino, bununla birlikte dönemin gerçek radyo kayıtlarını da kullanarak dönem filmi yapmanın kurallarını yeniden yazmış.
Tarihten intikamını sinema aracılığıyla aldığını bildiğimiz Tarantino, bunu Django, Inglourious Bastards,The Hateful Eight filmlerinde kendi karakteristiklerini koruyarak başarmıştı. Bunu yaparken de şiddet olgusunu masaya yatıran ve sinemada yeniden yazım yeteneğini dikkatli kullanan yönetmenimiz bu sefer anlatım bütünlüğünden uzak, karakter derinliğinden yoksun bir film sunuyor bizlere. Tarantino, birçok parçayı kullanarak bütüne yani sinemaya ulaşmak istese de Once Upon a Time in Hollywood filminin güçlü bütçesine rağmen bu isteğini başaramıyor ve filmografisindeki en güçsüz filmini izleyicilere sunuyor.