Türkiye sosyalist hareketinin bu topraklarda güçlü köklere sahip olmadığına yönelik kanı özellikle AKP’li yıllarda giderek daha da fazla aksiyomatikleştirilen bir boş inanç olarak dikkat çekiyor. Bu kanıya göre, Türkiye’de siyasal alanın ve toplumun dindar ve milliyetçi dokusu ile sosyalizm arasında bir uyuşmazlık mevcut ve solun gerçek bir siyasal iktidar alternatifi haline gelebilmek ve/veya halkçı bir açılım yapmak için olağan koşullarda muhafazakar/sağ düşünce ile birlikte anılması gereken bir değerler seti ile kendisini eklemlemesi gerekiyor. Bu temelsiz inanç sadece Türkiye toplumunun ve siyasetinin bugününe ilişkin bir körlükten değil aynı zamanda Türkiye’nin 190 yıllık modernleşme serüvenine ilişkin bir yanlış okumadan kaynaklanıyor. Körlük, pratikte aksini göstererek yani devrimci pratik faaliyetin kendisi ile aşılabilir. Dolayısıyla bu körlüğü aşmak bu yazının değil siyasi hareketimizin -temel olmasa da- yan amaçlarından ya da daha doğru bir ifadeyle pratik devrimci faaliyetimizin üretmesini umduğumuz sonuçlardan birini ifade ediyor. Sorunun yanlış okuma olarak tarif ettiğimiz kısmını tartışmak ise yazımızın ana amacını oluşturuyor.
Bahsettiğimiz yanlış okumayı biraz açmaya çalışalım. İlk olarak, sosyalist hareketin kendi tarihini yazma biçimindeki pek de Marksist sayamayacağımız yaklaşımın bahsettiğimiz köksüzlük algısını güçlendirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye sosyalist hareketinin bütünü kendi tarihini kendisiyle başlatan ve bu anlamda kendisini ülke tarihinin bir parçası/sonucu/uzantısı olarak görmeyen bir yaklaşıma sahip. Yalnızca kendisinden/oluşturucusunun iradesinden kaynaklanarak var olan bir siyasal hareketin ülke tarihinde gerçek köklere sahip olması ve belirli bir momentte bir iktidar alternatifi olarak ortaya çıkması olanaksız. Bu olanaksızlık, sosyalist hareketin güncel açılımlarına damgasını vuran iki ana yönelimi üretiyor: Gerçek bir siyasal aktör olmanın başka kaynaklara yönelmekten geçtiğini düşünen pragmatizm ve siyasal faaliyetin olası bozucu etkilerinden korunmayı hedefleyen apolitizm. İlkinde sosyalist hareketin siyasal/toplumsal düzlemdeki köklerinin zayıflığı verisi siyasal başarı adına ilkesizliğe kapı aralarken ikincisinde aynı veri başarısızlığın baştan kabullenilmesi sonucunu üretiyor.
Bahsettiğimiz yanlış okumanın kökeninde ise burjuva devrimleri ile sosyalist devrim hedefi arasındaki süreklilik kopuş ilişkisinin sadece belirli bir soyutlama düzeyinde ve genellikle laiklik/cumhuriyetçilik gibi temaların ideolojik yönlerini merkeze alan bir yaklaşıma dayanarak kurulması yatıyor. Bu yaklaşımda burjuva devrimleri statik bir olgu olarak otopsi masasına yatırıldıktan sonra bizim de eleştirel bir içerikle sahiplenebileceğimiz temalar ortaya konuluyor ve aslında gerçek bir tarihsel süreklilik/kopuş ilişkisine yer vermeyen bir anlatının temeli atılmış oluyor.
Bu durum bize kalırsa sosyalist hareketin burjuva devrimlerine bakışı sorunu olarak tarif edilen problematiğin yanlış kurulmasından kaynaklanıyor. Herhangi bir siyasal akımın tarih tezini kendisi ile başka tarihsel siyasal akımlar arasındaki mesafe üzerinden belirlemeye çalışması yöntemsel olarak ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Tarih tezini, sosyalist hareketin bütünün gelişimi içerisindeki yeri üzerinden değil bu bütünün belirli unsurları ile ilişkisi üzerinden kurmanın kaçınılmaz sonucu parçalılık oluyor. Bu parçalı bakışı aşmanın yolu ise tarih tezimizi üzerine inşa edeceğimiz temel problematiği doğru tanımlamak ve yan problematikleri bu ana tanımın yanıtları üzerinden tartışmak. Bunun için hareket noktası olabilecek soruları şöyle sıralayabiliriz: “Türkiye’nin modernleşme tarihine damgasını vuran temel problematikler nelerdir?”, “Bu problematikler ile sosyalizm hedefi arasında bağlantı kurmak olanaklı mı?”, “Eğer olanaklı ise bu bağlantı nasıl inşa edilebilir?”İlk sorunun yanıtının Tanzimat’tan cumhuriyete kadarki dönemde “birlik ve ilerleme” olarak sabit kaldığı sonrasında ise belirli bir farklılaşma ile 1960’lı yıllara gelindiğinde “kalkınma, demokrasi ve emperyalizme karşı bağımsızlık” eksenine oturduğu söylenebilir. Günümüzde ise gericiliğe karşı laiklik ve cumhuriyetçilik temaları da 1960’ların ekseninde demokrasinin kapladığı alana yerleşmiştir. Bu gelişimin bütününe bakıldığında iki ana eksenin bir biçimiyle varlığını koruduğu görülebilir: Birlik ve emperyalizme karşı bağımsızlık temaları üzerinden şekillenen bir varlık – yokluk sorunu ve ilerleme temasının farklı uğraklarda kendisini Batılılaşma girişimleri, anayasacılık ve meşrutiyet denemeleri, cumhuriyet atılımı, kalkınma ve demokrasi tartışmaları, laiklik ve (yine) cumhuriyet mücadelesi gibi farklı biçimlerde dışa vurması. Bir not daha düşmek gerekirse modernleşme sürecinin başından itibaren bu iki ana eksen arasında ilerleyerek varlığını koruma çabası biçiminde tarif edilebilecek güçlü bir ilişkinin de varlığını sürdürdüğü gözlenebilir.
Buradan hareketle ikinci soruya geçecek olursak… Bize kalırsa Türkiye modernleşme sürecinin ana problematikleri ile sosyalizm hedefi arasında kurulabilecek bağlantıya yönelik olumsuz yanıt vermek olanaksızdır. Hatta biraz daha ileriye giderek bahsettiğimiz tarih ile süreklilik kurma kapasitesi konusunda sosyalizmin tüm diğer siyasal akımlara kıyasla açık bir avantaja sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ilk nedeni, emperyalizm çağında tutarlı bir bağımsızlıkçılığın sosyalizmle mümkün olmasıdır. Birlik konusunda da bir benzeri geçerlidir: Türkiye’nin tarihi açık bir biçimde eşit yurttaşlığı temel alan ve emekçilerin kardeşliğine dayalı bir birlik projesinin alternatifinin olmadığını göstermektedir. İkinci eksen olarak tanımladığımız ilerleme başlığında da sosyalizm projesinin yine benzer bir avantaja sahip olduğu açıktır. Burjuvazinin sınıf karakterinin kendisi doğrudan doğruya ilerleme önünde bir engel olarak kendisini göstermekte ve bu sınıfın çıkarları siyasal ve toplumsal düzlemde sürekli olarak daha geri olanı çağırmaktadır. Bu durum ancak ve ancak burjuvazinin çıkarları ile ülkenin tarihsel gelişim seyri arasında bir karşıtlık olarak yorumlanabilir. Dolayısıyla ikinci sorumuza olumlu bir yanıt vermek mümkündür.
Bu olumlu yanıt, son soruyu yanıtlamayı da olanaklı kılmaktadır. Yanıtımıza bağlantının karakterine ilişkin iki ana yaklaşımın altını çizerek başlayabiliriz. Bunlardan ilki yazının hareket noktasını oluşturan tarih okuması tartışması ile doğrudan bağlantılı. Sosyalist hareketin kendi tarihsel hedefi ile Türkiye modernleşme tarihinin dinamikleri arasında bağlantı kurmasının yolu, tarih tezini kendisini bu tarihin uzantısı olarak konumlandırarak yeniden inşa etmesinden, pratikte ise kendisini bu tarihin son ve çözümleyici halkası haline getirmesinden geçiyor.
İkinci olarak, ilk soruyu yanıtlarken vurguladığımız ilerleyerek varlığını sürdürme çabası sosyalistlerin geliştirmesi gereken stratejiye ilişkin de önemli bir ipucu sunuyor. Bize göre sosyalistlerin yapması gereken kendi siyasal projelerininin ülkeyi ileriye götürecek ve bu şekilde memleketi kurtaracak biricik çözüm olduğunu tarihsel, güncel ve pratik bağlamlarıyla ortaya koyan bir siyasi stratejiyi üretmektir. Bu yanıt, temelde ülkenin ilerleme dinamikleri ile bağlantı kurmalı ve bağımsızlık ve birlik sorunlarını ortaya koyduğu siyasal – toplumsal proje bağlamıyla, dolayısıyla temelinde ilerlemeden geçen bir dolayımla çözmesidir. Buradan iki ara sonuç çıkarılabilir. Bunlardan ilki, ülkenin bağımsızlığı/birliği/bekası adına gerici güçlerle yan yana gelinemeyeceği, ikincisi ise ülkenin bir siyasal varlık olarak ortadan kalkması pahasına bir iktidar stratejisi üretilemeyeceğidir. Bu noktada bir soru daha ortaya atabiliriz: Bahsettiğimiz türden bir bağlantının Türkiye tarihinde bir örneği var mıdır?
Bu noktada üç ana uğrak öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, tarihsel TKP’nin Kurtuluş Savaşı’na önderlik etme girişimidir. Bu girişim doğru ve cüretli bir siyasal hamlenin yenilgisi ile sonuçlansa da sosyalist hareketin bu topraklarla bağı anlamında önemlidir. Yenilgi sonrasında, kurtuluş problematiğine cumhuriyet atılımı ile burjuva karakterde bir yanıt üretebilme yeteneği sergileyen Kemalizm sonraki sürecin de belirleyicisi olmuştur. Bu uğrağın sonraki iki örnekten farkı ise burjuvazinin halen ilerici yanıtlar üretebilme kapasitesine sahip oluşudur. Burjuvazinin iktidarını tümüyle güvence altına almasından sonra ise durum değişmiştir.
İkinci uğrak, sosyalist hareketin 1960’lı yıllarda yakaladığı çıkıştır. Bu dönemde bağımsızlık, kalkınma ve demokrasi tartışmalarına bir çözüm olarak kendisini kuran sosyalist hareket, daha önce hiç olmadığı kadar toplumsallaşmış ve siyasal düzlemde bir faktör halini almıştır. Bu dönemi ayırt edici kılan, sosyalist hareketin kendisini dönemin devrimci demokrat dinamikleriyle iç içe geçerek yeniden kurmasıdır. Devrimci demokrasi alanını ortaya çıkaran burjuva devrimlerinin karakteri gereği yarım oluşudur. Bu yarımlık, ileriye yönelik arayışları ortadan kaldırmamakta ancak bunların mevcut düzenin sınırlarının dışına taşma eğilimi göstermesi sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla belirli bir soyutlama düzeyinde burjuva demokrasisi içerisinde karşılanacağı varsayılabilecek olan talepler devrimci bir karakterle siyaset alanında kendisine yer bulabilmektedir. Sosyalist hareket, 1960’larda kendi siyasal projesini bu arayışlara bir yanıt olarak ortaya koyabildiği ölçüde başarılı olarak toplumsallaşmış ve bir siyasal özne haline gelmiştir. Yine de bu dönem bir siyasal yenilgi ile sonuçlanmıştır.
Ancak bu yenilgi nitelik anlamıyla bir farklılık taşımaktadır. Sosyalist hareketi zor yoluyla alt eden burjuvazi, ülkenin temel sorunlarına yanıt üretmemiş aksine bunlara sırtını dönerek iktidarını korumuştur. Bu ise dizginsiz bir gericileşmeyi, emperyalizme teslimiyeti, istikrarsızlıklarla malul bir siyasal alanı ve giderek bölünmüş hale gelen bir toplumsal yapıyı beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla, burjuvazinin bu zaferi ülkenin gerilemesi ve siyasal bir varlık olarak kırılgan hale gelmesi pahasına gerçekleşmiştir. Sosyalizmin bu dönemde yaşadığı yenilgi bu anlamıyla Türkiye modernleşme tarihinin uğradığı bir kesinti olarak okunmalıdır.
Tanzimat, Osmanlı’nın giderek çürüyen sisteminin artık varlığını devam ettiremez hale geldiği noktada ortaya çıktı ve bu sistemin yarattığı sorunlara bir yanıt olma iddiasını taşıdı. Anayasacılık ve meşrutiyet deneyimleri Tanzimat’la açılan dönemin bir uzantısıydı ve aynı zamanda Tanzimat’ın yetersizliklerine de bir yanıttı.
Cumhuriyet atılımı, kendisinden önceki modernleşme girişimlerinin yarattığı birikimin bir ürünü ve bu deneyimlerin ortaya çıkardığı açmazların sonucuydu. Sosyalist hareketin Türkiyeli anlamda yeniden kuruluşunu ifade eden 1960’lı yıllardaki yükseliş de benzer bir biçimde kendisinden önceki ilerici birikimin bir uzantısı ve özel olarak burjuva karakterdeki bir cumhuriyetin açmazlarının yanıtı olarak ortaya çıktı. Bu anlamıyla sosyalizm projesi, Tanzimat ile başlayan, anayasacılık ve meşrutiyet denemeleri ve cumhuriyet ile devam eden Türkiye modernleşme tarihinin dördüncü dalgasını ifade etmektedir. Bu dalga, 1960’larda bir siyasi ve toplumsal proje olarak kendisini kursa da kendisinden önceki dalgalardan farklı olarak henüz bir iktidar deneyimi yaşayamamıştır. Önümüzdeki görev, Türkiye modernleşme tarihindeki bu büyük kesintiyi ortadan kaldırmaktır.
Ne yazık ki bu kesintiyi ortadan kaldırmanın başlangıç noktası haline getirilebilecek önemli bir fırsat boşa harcanmış durumdadır. Tahmin edilebileceği üzere bahsedeceğimiz üçüncü uğrak Haziran Direnişi. Bu dönemde, sosyalizmin eşik atlayarak gerçek bir siyasal aktör haline gelme fırsatı, sosyalist hareketin öznel yetersizlikleri nedeniyle değerlendirilememiştir. Sosyalist hareket bu dönemde siyasetsizlik ile ilkesizlik arasında savrulmuş ancak kendisini ülkenin sorunlarına yanıt olarak ortaya koyacak bir siyasal stratejiyi üretememiştir. Bu dönemin sosyalist hareketin bütünü adına tek önemli kazanımı FKF’dir. Kuşağımız, sosyalist hareketin yeniden kuruluş ihtiyacını saptayarak yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun karakterde bir hareketin inşası için adım atmış ancak bu çaba sosyalist hareketin mevcut siyasal ve örgütsel birikimi içerisinde gerçekleştiği ölçüde yetersiz kalmıştır. Geçtiğimiz bir senede FKF, sosyalist hareketin yeniden kuruluşu için sorumluluğun yeni dönemin karakterini ve ihtiyaçlarını kavrayabilen bir ku-şağın üzerinde olduğunu saptamış ve bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmiştir. Geldiğimiz nokta, bizi yeni ve daha büyük adımlar atmaya zorlamaktadır. Bu tarihin hakkını vermek, onun son ve çözümleyici halkasını yaratmak için…