Devrim Çetinocak: Merhaba arkadaşlar, bu sayıdaki Yuvarlak Masa tartışmamızın konusunu son dönemde sık sık karşımıza çıkan “kültürel iktidar” kavramı oluşturuyor. Tartışmanın moderatörlüğünü bu sayıda ben üstleniyorum. Diğer katılımcılarımız ise Yeni Yazılar’ın düzenli yazarlarından Mithat Çelik ile dergimizin mutfağında da sorumluluk üstlenen Feza Yaman ve Şafak Küçüksezer. Bu arada hemen baştan bir not düşeyim. Bu pek de alışkın olmadığım sorumluluktan tartışmayı sakince ve tarafsızca yönlendirerek kendi görüşlerimi bir kenarda tutacağım sonucu çıkarılmasın. Sanıyorum tartışmayı şu sorular etrafından sürdürmemiz faydalı olacaktır: “Siyasal iktidardan ayrıksı bir biçimde ‘kültürel iktidar’ diye bir olgudan söz edebilir miyiz?”, “Kültürel alanda cumhuriyet dönemi boyunca sosyalist hareketin etki düzeyi tam olarak nasıl değerlendirilebilir?”, “Bu etki tam olarak hangi dönemlerde yükseliş ve zayıflamalar yaşamıştır?”, “Bugün kültür hatta biraz daha genişletecek olursak ideolojiler alanında AKP iktidarının yaşadığı hegemonya sorununun kaynakları nelerdir?”. İsterseniz birinci soruyu tartışarak başlayabiliriz
Mithat Çelik: Bu soruya kesin olarak “Hayır” yanıtını verebiliriz. Bu durum salt AKP Türkiyesi ile de sınırlı değil. Kültür, insanların dış dünyayı alımlamalarıyla ilgili bir olgudur ve idealar dünyasının alanına girer. İdealar dünyası ise kendi başına var olmaz, temelinde bir maddeler dünyası vardır. Terry Eagleton’a atıfla söyleyecek olursak, ideoloji ya da kültür kafamızda değil oturduğumuz banktadır. Hadi daha da somutlayalım, giydiğimiz ithal ayakkabıda, yediğimiz hormonlu meyve-sebzede, şehirler arası ulaşımda kullandığımız duble yoldadır. Haliyle siyasal iktidardan ayrı bir kültürel iktidardan değil, idealar dünyası ya da ideolojiler alanının parçası olarak bir kültürel alandan ya da kültür dünyasından söz etmek mümkün olabilir en fazla.
Kapitalist toplumların tarihinde siyasal ve ekonomik alanlarda iktidar bütünüyle burjuva sınıfının elinde olduğu için kültürel alan da bundan bağımsız değildir. Dolayısıyla sol hareketin ve solun kültür alanındaki mücadelesinin en güçlü olduğu dönemlerde dahi solun egemenliğindeki bir kültürel iktidardan değil, en fazla kültürel alanda solun birtakım mevzileri tutmasından söz etmek mümkün olabilir. AKP Türkiyesi’nin somutluğu için elbette söylenebilecek çok şey vardır ama ne söylenirse söylensin, yukarıda tariflenen nesnelliğin dışına çıkılması mümkün değil.
Şafak Küçüksezer: Mithat’ın dediklerinden şunu anlıyorum: ‘Kültürel iktidar’ diye bir tarifin yapılabilmesinin sebebi sadece kültür ve ideolojiler alanlarının hatalı şekilde kategorize edilmesi olabilir. Benim soruyu duyduğumda aklıma gelen, ilk elden bir soruyla karşılık vermekti: Herhangi bir olguyu tartışmadan önce, böyle bir kavramsallaştırmanın alıcısı mıyız? Çünkü kavramın kendisi hatalı görünüyor. Ama yine Devrim’in sorusunun doğasını şu şekilde anlıyorum: ‘Kültürel iktidar diye bir olgunun bahsi var; bugün Türkiye’de solda olan insanlar birbiriyle ilişkili bir dizi olguya yaklaşırken böyle bir tarif kullanıyorlar. Bu isabetli mi?’ Böyle kabul edecek olursam cevabım hayır.
Mithat’ın söylediklerine istinaden ‘başat kültür’ kavramına bir atıf yapma ihtiyacı hissettim. Temel olarak kültüre dair hamle yapma, alan tarifleme, eğilim belirleme itibarıyla bir inisiyatiften bahsedilebilir. Bu inisiyatifi belli nesnelerin, figürlerin, sembollerin seçimi ve yeniden düzenlenmesini sağlayan kurumlar üzerindeki egemenlik şeklinde tarif edilebilir. Bu tarif, tartışmanın bütününü alışık olunan veya bugün sıklıkla baş vurulandan çok daha sınıf ve ideoloji odaklı hale getiriyor.
Sermaye sınıfının ve emekçi sınıfların arasında bir ayırımı en baştan koymak popüler kültüre daha sağlıklı yaklaşmayı kolaylaştırdığı gibi, kültürel semboller, referanslar vs.’nin ‘iktidarda olmayanlar’ tarafından da sürekli olarak üretildiğini, bunların ‘ayıklanma ve seçilmesinde’ siyasal temsiliyet ve toplumsal gücün belirleyici olabildiğini de hatırlatıyor bence.
Feza Yaman: Soruyu cevaplarken birkaç farklı noktaya değinmenin önemli olduğu kanısındayım kendi adıma. Birincisi Mithat’ın ifade ettiği gibi her şeyden önce “hayır” diyerek başlanabilir cevaplamaya veya Şafak’ın haklı olarak üzerinde durduğu biçimiyle kavramsallaştırmanın kendisi üzerinden bir takım akıl yürütmeleriyle ilerlenebilir. Ben de kavramların yerli yerine oturtulması konusunda titiz yaklaşmanın elzem olduğunu düşünüyorum. Ancak bu iki alternatif cevaplama biçimini de öncelemesi gereken bir noktanın olduğunu düşünüyorum. O da şu: Kültürel iktidar kavramının kendisi neden son dönemde siyasal tartışmaların göbeğinde yer alır hale geldi? Bu sorunun kendisinin siyasal mücadelelere referans verilmeden cevaplanabileceğini düşünmüyorum, dolayısıyla “kültürel iktidar”kavramsallaştırması teorik veya akademik bir tercihten öteye, siyasal süreçlerin beraberinde getirdiği bir zorunluluk gibi geliyor bana. Dolayısıyla temelde bugün etrafımızı çevreleyen “kültürel iktidar” tartışmaları esasında kültürel bir tartışma olmaktan çok siyasal bir tartışma kanımca.
Mithat: Sanırım daha net ifade etmemde yarar var. Evet, “kültürel iktidar” kavramını kategorik olarak reddediyorum. Feza’nın sorduğu soruyu da çok yararlı buluyorum ancak bunun tek bir yanıtı yok. “Kültürel iktidar” kavramı iktidar ve muhalif çevreler tarafından farklı gerekçelerle pompalanıyor. Muhaliflerin gerekçesi daha ziyade psikolojik. “17 yıldır hep mevzi yitiriyoruz ama kültürel iktidar hala bizde” diye avunmak muhalif çevrelerin işine geliyor. İktidar ise 17 yıldır sürdürdüğü yönetim biçimini burada da sergiliyor ve gücü tamamen elinde topladığı halde girişeceği saldırıları meşrulaştırmak ve kitlesini konsolide etmek için bir hayali düşman yaratıp onu asıl iktidar olarak tanımlıyor ve saldırılarını da bu gizli iktidar odağıyla hesaplaşma bahanesiyle meşrulaştırıyor. Bir zamanlar “bürokratik oligarşi” “yargı vesayeti” falan vardı. Sonra “faiz lobisi” geldi. Şimdi de “kültürel iktidar” var.
Devrim: Sanırım ilk soruyla ilgili yeterli bir çerçeve oluştu. İkinci ve üçüncü başlıklara geçmek için Feza’nın sorduğu soruyu biraz daha açabiliriz. Ben kendi yanıtımı vererek başlayayım. Sosyalist hareketin siyasal alandaki etkisini yitirdiği sıkışma dönemlerinde, kültürel alan her zaman buradaki yetersizlik sonrasında sığınılan bir liman işlevini gördü. 12 Eylül sonrasında Türkiye solunun kültür yayımcılığına yönelişi, siyasal yayımcılıktaki legal kısıtlarla beraber buna da dayanıyordu. Günümüz Türkiyesine bakıldığında ise durumun buna benzer ancak bunun biraz daha ötesinde olduğu söylenebilir. Haziran Direnişi’nin ardından geçen süreçte neredeyse siyasal süreçlerin tümü üzerinde etkisiz olduğunu hisseden geniş toplumsal kesimlerin söz etmek mümkün. Bu da bu geniş toplumsal kesimlerin, en geniş anlamıyla sol, cumhuriyetçi, laik değerlerin daha etkili olduğunu hissettikleri kültür alanına daha da fazla önem atfetmesine yol açıyor. Son dönemde özellikle Yeşilçam’ın değerli figürlerinin yaşamını yitirmesinin ardından ortaya çıkan “Eski Türkiye nostaljisi” ya da Fazıl Say’ın Erdoğan’ı konserine çağırmasının yıkıcı bir etki yaratması bana kalırsa bundan kaynaklı. Sonuçta siyasal alanda yapılamayan her şey kültürel düzleme yüklenmiş oluyor. Bu tablonun Mithat’ın da tanımladığı gibi bir avuntu olduğunu saptamamız gerekiyor. Ancak geniş kitleler için normal sayılabilecek bu avuntunun konu sosyalist hareket olduğunda kabul edilemez olduğu açık. Açıkçası ikinci ve üçüncü soruların amacı da bahsedilen türden avuntulara ya da yanılsamalara kapılmamak adına ülkemizdeki kültürel alanın soğukkanlı bir analizini yapmak. Bu konuyla ilgili kendi söyleyeceklerimi açmadan önce -şimdilik- sözü size bırakıyorum.
Feza: Devrim’in ve Mithat’ın ekleri bu başlıkta birkaç söz daha söylemeye el veriyor. Haziran Direnişi sonrası sol açısından kültür alanına bir güç devşirme misyonunun yüklenmesi popüler kültür ve egemen ideoloji kavramları arasındaki ilişkinin yeniden iyi bir şekilde kurulmasını gerektiriyor bence. Bundan kastım daha önce akla gelmemiş teorik cambazlıklar değil elbette ki, fakat somutta ortaya çıkan birtakım olgular iş soyutlamaya geldiğinde kavramların çoğunlukla pragmatik gerekçelerle birbirinin yerini ikame edecek şekilde kullanılmasına da neden oluyor. Devrim’in de işaret ettiği gibi Fazıl Say’ın Erdoğan’ı konserine çağırmasının bu denli yıkıcı olmasını da ben açıkçası kavramsal olarak fabrika ayarlarının bozulmasına bağlıyorum. Ya da tersinden Tarkan’ın Castro’yla alakalı bir tweet paylaşması neden coşku yaratacak bir unsur olabiliyor? Sanırım Şafak’ın da kavramsal titizliğe özel bir önem atfetmesinin gerekçelerinden biri bu. Üstelik bu tip bir bozulma bilerek ya da bilmeyerek solun geleneksel kültürel kodlarının poplaşmasını da beraberinde getiriyor. Poplaşmak, herhangi bir kültürel kodun popüler kültürün parçası olmasından öteye bir dejenerasyonu işaret ediyor bence. Burada en bariz örnek Hilal Cebeci’nin Çav Bella’ya klip çekmesi sanırım. Çav Bella belki de söylenmeye başlandığı ilk günden beri popüler kültürün bir parçası, fakat poplaşması bu döneme denk geldi. Keza Yılmaz Özdil’in de Atatürk figürünü apolitikleştirerek poplaştırması bunun bir başka örneği. Bu tip pratiklerin toplumda bir karşılık yarattığı da aşikar. Toparlamak gerekirse kültür alanından siyasete bir güç aktarımı çabası kültür alanının kendisinin de geri dönüşü zor bir dejenerasyonuna sebebiyet veriyor. Burada sol açısından olumlu ve olumsuz örneklerin her ikisine de ciddi bir mesafeyle yaklaşmak gerekiyor bence.
Mithat: Cumhuriyet dönemi boyunca kültürel alanda sosyalist hareketin hep bir etkisi olduğunu söylemek mümkün. Bu etkinin daha az ve daha çok olduğu dönemler var ama sosyalistlerin siyasal etkisinin yok denecek kadar az olduğu dönemlerde dahi kültürel alanda sosyalistler var. Sosyalistlerin en zayıf olduğu Tek Parti döneminde dahi Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali gibi bilindik figürlerin yanında örneğin Köy Enstitüleri kanalıyla sosyalist kadroların etki kazanabildiğini ve solun kültürel alana müdahale kanalının açılabildiğini görüyoruz.
Yükseliş ve zayıflamalara gelince, burada kültürel alanı genel olarak aydın dinamiği bağlamında tanımlamayı tercih edeceğim ve meseleyi yükseliş ve zayıflama dönemlerinin ötesinde “Bu çelik suyunu nereden aldı?” sorusundan hareket etmeyi önereceğim. Çeliğimizdeki suyun kaynaklarından biri, Cumhuriyet kazanımlarıdır ve gerek Köy Enstitülerinin sol değerlerin köylü çocuklarıyla buluştuğu bir mecraya dönüşmesi gerekse 27 Mayıs sonrası özgürlük ortamı ve planlama politikasının üniversitelerde, dergilerde, gazetelerde sosyalistlerin görünürlüğünün ve ağırlığının bir anda artışıyla sonuçlanması gibi örnekler vermek mümkün.
Kaynaklardan bir diğeri ise aydınımızın direniş geleneği ve inadıdır. Hayatı hapishanelerde geçerken ve partisi fiilen kapanırken üretmeyi, kavga etmeyi sürdüren Nazım’ın inadı çok şey bırakmıştır Türkiye aydınına. Darbeler dahil tüm baskı dönemlerinde sazını bırakmayan ozanlar, kürsüsünü terk etmeyen akademisyenler, ölümün üzerine üzerine yürüyen gazeteciler, sahneden inmeyen tiyatrocular, hiçbir şey yapamıyorsa toplu dilekçe verip mahkemelerde cunta yönetimini yargılayan aydınlar…
Yani soruyu “Sosyalist hareket, kültürel alana ve ülkenin aydın dinamiğine müdahale kapasitesini koruyup geliştirmek için ne yapmalı?” şeklinde yeniden formüle edecek olursak Cumhuriyet kazanımlarına ve Türkiye aydınının direniş geleneği ve inadına sahip çıkmalı, bunlarla verimli bir ilişki kurmalıdır derim.
Feza: Mithat genel bir hat çizmiş oldu. Gerçekten de sosyalistlerin kültürel alana rengini çalmadığı bir dönem yok. Fakat kişisel olarak özellikle 1950-1980 arası sosyalistlerin kültürel alana rengini çalmaktan öteye onu belirleyen bir etkilerinin olduğunu düşünüyorum. Bu çok geniş bir zaman dilimi olduğu için bir yandan alt dönemselleştirmeler de mümkün elbette ama kabaca Köy Enstitülü öğrencilerin ürün vermeye başladığı 1950’lerden itibaren sosyalist yazarların, hatta sosyalist bakışın ciddi bir etkisi var özellikle edebiyat alanında 12 Eylül’e kadar. Bu bir yandan köyden kente göçlerin yoğunlaştığı ve işçi sınıfının da şehirlerde kümelenmesinin hızlandığı bir dönem. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt o dönemin sadece sevilen değil aynı zamanda popüler yazarları da. Tabii sol siyasetin kuvvetli olması da böyle bir etkinin kurulmasında başat paya sahip. Şiir yazınında da böyle bir etkiye işaret etmek mümkün. Hatta M.Bülent Kılıç bu dönemi saklı rönesans olarak isimlendiriyor.
Şafak: Cumhuriyet döneminin kültür atmosferinin belirlenmesi, aydın karakterine katkı gibi başlıklarda Feza ve Mithat isabetli bir çerçeve çizdi diye düşünüyorum. Burada birinci elden kadro veya sol aydın olmayanların üretimlerine solun etkisi konuşulabilir belki.
Yakın sayılabilecek bir geçmişte MESAM yönetim kurulunda yaşananlar tartışma konusu olmuştu, Mars Grubu’nun sinema alanında dağıtım tekeli daha yakın zamanda konuşuldu. Buradan hareketle bir karşılaştırma ekseni kurmaya çalışayım. İki alanın iş kolu olarak örgütlenmesi; entelektüel mülkiyet, çalışma hakları vb. konularda temel tanımların yapılması 1950-80 dönemselleştirmemizin dahilinde kalıyor. MESAM ve SİNE-SEN’in kuruluşundan bahsediyorum. Karakter itibarıyla bu kuruluşları gerçekleştirmiş figürlerin bir kısmı 50-80 arasında da 12 Eylül sonrasında olduğu kadar açık şekilde piyasacı. Türkiye’de pop kültürünün piyasa dinamikleri itibarıyla Özal dönemine kadar bugünkünden farklı olduğu göz önünde bulundurulmalı elbette ama bu karakterde olan figürlerin alanlarına yaklaşımlarının böyle olduğu bilgisine ancak yakın dönemde kaydedilen tanıklıklar yoluyla sahip oluyoruz. Piyasacılık bahsi geçen dönem içinde kendine ifade zemini bulamıyor. Öte yandan, yine Özal öncesi dinamiklerle ilişkili olarak, kitle iletişimi alanında çalışıyor olmak belli figürlere yaygın tanınırlık sağlasa da net değerleri bugünküyle kıyaslanabilir değil, tamamına yakını en azından mali anlamda ‘mütevazı’ figürler. Yaygın tanınırlık sahibi olmayan çoğunluk ise objektif olarak emekçi, özellikle SİNESEN’de ‘emekçilik’ yapan tipolojiyi de burası oluşturuyor.
Yeşilçam’da o dönem içinde ortaya koyulan pek çok ürün içerik ve biçim itibarıyla ‘bayağı’ sayılabilecek örnekler olmasına rağmen toplumsal alanda bunların alımlanma şekli oldukça farklı. Bugün geriye dönük olarak sıklıkla Şahan Gökbakar’la karşılaştırılan Kemal Sunal’ın işleri bunun net örneklerinden biri bence. Kemal Sunal’ın işlerinin ‘kendinde bayağı’ olduğuna dair ne kadar kanıt gösterilirse gösterilsin, toplumsal bağlamının aynılığı iddia edilebilir bir şey değil. Bunun sebebi de halk katmanlarının kültürle ilişkilenme biçimlerinde sosyalistlerin iki alanda oldukça etkin olması: Biri doğrudan, mecraların fiziksel olarak örgütlenmesi, diğeri ise bu mecralarda üretilenlerin arz edilme, değerlendirilme ve beğenilme biçimlerinin belirlenmesi. Orhan Gencebay gibi, SİNESEN’e kıyasla belki hep kalburüstü olagelmiş MESAM yöneticilerinin tarif ettiğimiz dönem içinde ürettiklerinin çizdiği karakter bir başka örnek olarak ele alınabilir. Sosyalist hareketin tarif ettiğimiz dönem için de sanat ve kültürde birinci elden temas halinde olduğu çevrelerin dışında, ‘kurumsal arka plana’ (institutional setting) çok ciddi bir katkısı olduğunu gösteriyor bu örneklerin tümü.
Feza: Şafak’ın ürünlerin alımlanma biçimlerini ortaya konuldukları dönemle de ilişkisini kurarak detaylandırmasını çok yerinde buluyorum. Burada buna güzel bir ek de yapılabileceğini düşünüyorum. Kabaca belirttiğimiz dönem içinde (1950-1980) örneğin günümüzde oldukça popüler olan Oğuz Atay da ürünler veriyor. Fakat romancılığını bir kenara koyarak bir yanıyla yenilgi/ yılgınlık kültürüyle eşdeğer görülen Atay’ın “keşfi” 1980 sonrasına tekabül ediyor. O dönem bu tip isimlerin belirleyici bir konumda olmamaları, fakat 1980 sonrasına ve tabii günümüze sarkan etkilerini dönemsel siyasal ve toplumsal dinamiklerde aramak gerekir.
Devrim: Feza’nın siyasal ve toplumsal dinamiklerin etkisine yaptığı vurgudan hareketle şöyle bir ek yapılabileceğini düşünüyorum. Siyasal iktidarın fethi öncesinde kültürel alanda bir hegemonya kurulabileceği fikri her şeyden önce Marksizmin temel ilkelerine aykırı. Dolayısıyla sosyalistlerin bırakalım kültürel iktidara sahip olmayı, kültürel düzlemde herhangi bir dönemde bir hegemonya kurduğu iddiası en azından bu açıdan sorgulanmayı hak ediyor. Bana kalırsa bahsedilebilecek olan sosyalist hareketin kültürel düzlemdeki etkisini de arttıran ve siyasal düzlemdeki bir yükselişin yansıması olarak ortaya çıkan özel uğraklar.
Burada, Cumhuriyet tarihi boyunca belirleyici iki uğrak var. Bunlardan ilki, Mithat’ın “Bu çelik suyunu nereden aldı?” sorusuyla dikkat çektiği 1923 sıçraması. Bu sıçramanın beraberinde getirdiği ileriye dönük arayışın, sosyalist düşüncelerin de kültürel düzlemde ağırlık arttırmasına olanak tanıması. İkincisi uğrak ise 1961-71 dönemine damgasını vuran bağımsızlık, demokrasi ve kalkınma tartışmalarının siyasal ve ideolojik düzlemde sosyalizmin Türkiyeli bir seçenek olarak kendisini yeniden kurmasına olanak tanıması. Beslenme kaynağını hem birinci uğrağın yarattığı olanaklardan hem de onun yetersizliklerinden alan bu dönem, sosyalistlerin kültür alanında da ciddi bir etki sahibi olması sonucunu getiriyor. Bu dönemki etki de bir hegemonya olarak değil, bütünün tümünde etkilerini gösteren kayda değer bir ağırlık oluşturma olarak tanımlanabilir. Sonrasında ise özellikle 12 Eylül, Özal ve AKP şeklinde devam eden dizgenin bu iki uğrağın yarattığı birikimi tahrip ettiğini ve bu tahribatında liberalizmin aydın kesimler üzerinde kurabildiği bozucu etkiden özel olarak faydalandığını görebiliyoruz.
Ancak, gelinen noktada AKP iktidarı tahrip ettiğinin yerine bir yenisini koymakta zorlanıyor. Sanıyorum bu noktada son sorumuza dönebiliriz: Bugün kültür hatta biraz daha genişletecek olursak ideolojiler alanında AKP iktidarının yaşadığı hegemonya sorununun kaynakları nelerdir?
Mithat: AKP liyakata değil yandaşlığa dayanan bir siyasal ve ekonomik model kurarak toplumu bir biçimde rızayla bir arada tutmaya yarayan ortak paydaları ortadan kaldırdı. Farklı sınıf ve ideolojileri birleştirecek ortak paydalar talep etmek elbette sosyalistlerin işi değil ama durum tespiti için bunların ortadan kalktığını söylemek zorundayız.
Yandaş kayırmanın ve karşı devrimciliğin norm haline getirilmesine dayanan AKP modeli gerek devletin ve siyasetin gerekse kendi toplumsallığının dizaynında oldukça başarılı olsa da Cumhuriyet’in toplumsallığını hafife aldığı ortaya çıktı. AKP’li yıllarda gördük ki Cumhuriyet kazanımları bu ülkede gerçekten kök salmış ve ağır bir yozlaşma ve saldırı altında bile kendini yeniden üretme kapasitesini yitirmemiş. Marx “Teori de yığınları sarar sarmaz maddi bir güç haline gelir” der. Cumhuriyet de on yıllar boyu maddi bir olgu olarak yaşandıktan sonra bıraktığı somut izlerle ve sardığı yığınlarla maddi bir güç olmayı sürdürüyor. Soruya sade bir yanıt vermek gerekirse, AKP’nin hegemonya sorununun ana kaynağı Cumhuriyet’in maddi bir güç olmayı sürdürmesidir.
Bizim cephede elde neler var bir bakalım: Tüm merkez medya havuza bağlanırken gerçeğin peşinde koşmayı sürdüren alternatif medya kanalları ve gazeteciler… Olağanüstü zor koşullarda nitelikli yayınları okura ulaştıran yayınevleri, yazarlar, çevirmenler, editörler… Hukuksuzca işten atıldıkları halde kurdukları alternatif akademilerde öğrencileriyle bir araya gelerek üretmeyi sürdüren akademisyenler… Tarikatlar her yeri istila ederken dogmaları daha yüksek sesle sorgulayan gençler, kendilerini saran o çembere isyan edip tesettürü çıkaran ve hikayelerini toplumla paylaşan cesur kadınlar… Kadına şiddet ve çocuk istismarı vakalarında öfkesini sokağa taşıyan on binler ve bu öfkeyi sinemaya sarsıcı biçimde aktaran sanatçılar… Ama iyimserliğin de bir sınırı var. Tarikatlar, rant şebekeleri ve çeteler yerli yerinde dururken 6 yıl önce ülkenin çoğu kentinde meydanları dolduranların bugün üçer beşer ülkeyi terk ediyor olması da bizim direnme ve geleceği kurma kapasitemizi düşürüyor, AKP’nin ise hegemonya alanını genişletiyor.
Şafak: Burada Devrim ve Mithat’ın vurguladığı bir noktadan hareketle ilk bakışta biraz karamsar görünebilecek bir ek yapayım ben de.
Bir önceki başlıkta bahsettiğim, sosyalistlerin ‘kurumsal arka plana’ katkısı konusunu Devrim daha isabetli ifade etti: Sosyalistlerin 1923’ün tanıdığı olanaklar ve taşıdığı eksikler ekseninde yakaladığı siyasal/toplumsal etkinin bir sonucu olarak kültürel alanda etki sahibi olması. Bu eksen modern toplumsal dinamikler içinde ortaya çıkabilecek bir eksen, Mithat da AKP’nin doğrudan bu zemine saldırdığını söylüyor. AKP’nin liberallerle dönemsel ittifakı, iktidarı paylaşma bağlamında süreklileşmiş olsaydı bu hegemonik bir pozisyon yaratır mıydı sorusu tamamen önemsiz bir soru değil belki, ama dönemsel ittifaklar AKP’nin Türkiye’nin siyasal atmosferiyle ilişkilenme ve burayı şekillendirme konusunda belki en başarılı olduğu başlık, bu minvalde sorunun geçerliliği de zayıflıyor. Bu dönemsel ittifaktan murad edilen zaten modern dinamiklerin tasfiye hamlesine nitelik kazandırmasıydı ve mantıksal sınırlar içinde verebileceği faydayı vererek işlevini yerine getirmiş oldu: Bugün bir başka dönemsel ittifakın meyvesi olarak toplumsal, siyasal, kültürel anlamda modern referanslarla teması neredeyse kalmamış bir iktidar bloğu Türkiye’yi yönetiyor.Kültürel referansların seçilmesinde de modern toplumsal ilkelerden arındırılmış bir tür yandaşlık mekaniği belirleyen haline getirilmeye çalışılıyor. Bunun AKP’nin ideolojik zaaflarına rağmen etki alanını genişletiyor görünmesi, yine bir modern refleks olarak toplumsal direncin ifade zeminlerinin giderek daralmasıyla alakalı. AKP modern bir rıza dinamiğini geçerli kılacak boşlukları dolduramıyor, ama toplumsal dirence mevzi kaybettirdikçe kendine doldurulabilecek başka boşluklar yaratıyor. Geçen gün İstanbul metrosunun propaganda ekranlarında denk geldiğim bir şey açıklayıcı olabilir gibi geliyor bu eğilime: Barış Manço yılı etkinlikleri için İBB oturumunda büyük heveslerle söz alan Doğukan Manço ve Lale Çağlar Manço’nun halleri. Bugün hayatta olan ama kendi ifade ettikleri, ilişkilendikleri konusunda rahmetli Barış Manço kadar irade sahibi olmayan pek çok sanatçımız var. Bu mekanize etme halinin elbette sınırları var ve gördüğümüze olduğu kadar aldanmamak gerekiyor. Bir şalteri açınca Barış Manço’nun toplumsal ifadesi el değiştirmeyeceği gibi, bir başkasını kapatınca Metin Akpınar’ın, Müjdat Gezen’inki buhar olup uçmuyor çünkü.
Feza: Son başlıkta genel olarak söylenebilecekler belirtilmiş oldu. Buraya konunun uluslararası boyutu üzerinden bir ek yapılabilir belki. Bugün Türkiye’de bir hegemonya krizi tarifliyorsak bunu genel olarak kapitalist sistemin yaşadığı çok daha geniş ve farklı görünümleri de olan krizden bağımsız düşünemeyiz bence. Yakın bir zamana kadar bir “Amerikan rüyası” hep vardı, fakat çalışma koşullarının giderek ağırlaşması, gelir adaletsizliğinin çığrından çıkması, mülteci krizi gibi olgular sistemin artık bu tip rüyalara yer bırakmayacak kadar karabasanlaşmasını beraberinde getirdi. Ütopya veya ütopik tezahürler illa ki bütünlüklü bir sistem olarak insanların kafasında şekillenmek zorunda değil kanımca, çok daha gündelik detaylarda şekillenir ve hegemonya dediğimiz şey biraz da buralarda yatar. Genel olarak küresel kapitalist sistem yeni bir rüya veya hikaye üretmekte zorlanıyor, bu da tabii farklı yerlerde farklı şekillerde kendini gösteriyor.
Devrim: Moderatör olarak tartışmayı toparlama sorumluluğu bana düşüyor sanırım. Öncelikle değerli katkıları için Mithat, Feza ve Şafak’a teşekkür etmek istiyorum. Bu kısımda, söylenenlerin tümünün bir özetine yapmayı anlamlı bulmasam da tartışmadan çıkarılabilecek bir sonuca dikkat çekmek istiyorum. Sanıyorum bu Yuvarlak Masa tartışması, cumhuriyet tarihi boyunca sosyalistlerin kültürel alandaki etkisinin gerçekçi bir biçimde ele alınması gerekliliğinin AKP’nin yaşadığı hegemonya krizinin daha geniş bir biçimde tartışılması ihtiyaçlarını ortaya koydu. Dolayısıyla Yeni Yazılar’ın sonraki sayılarını planlarken bu ihtiyaçları göz önünde bulundurmamız gerekiyor.