Venezuela ve Sol*

Çevirenin Notu

Azımsanamayacak bir süredir Venezuela’daki durum uluslararası kamuoyunun gündemindeki en önemli başlıklardan biri. Emperyalizmin konuya doğrudan angajmanı ve Venezuela karşısında aldığı tutum, konuya dair sağlıklı veri akışını ciddi derecede etkiliyor ve ülkede yaşananları dışarıdan takip etmeye çalışanları dezavantajlı bir konuma itiyor. Bu durumun etkisi Türkiye’den Venezuela’ya bakmaya çalışan bizler için, iki ülkenin arasındaki mesafe göz önünde bulundurulduğunda, ciddi bir veri karartmasını beraberinde getiriyor. Bu etmenleri yan yana getirdiğimiz koşullarda Venezuela’daki gelişmeleri değerlendirmeye çalışan solcu yurttaşların özellikle ABD destekli Latin Amerikalı karşı-devrimcilerin yürüttükleri sosyal medya kampanyaları içerisinde sağlıklı tartışmalardan uzağına düştüklerini söylemek mümkün.

Venezuela’nın, Sovyetlerin çözülüşü sonrası uluslararası dengede sosyalistlerin elinde kalan nadir mevzilerden birisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu saptama sosyalizmle dost, ilerici aktörlerin iktidarda olduğu bir ülkenin dünya sosyalistlerine “propagandif ” bir kuvvet katıyor olmasının ötesinde, Chavista hareketinin 21. Yüzyılda geniş kitlelerin arayışlarının devrimci program ve örgütlenme biçimleri ile buluşturulması ile alakalı önemli deneyimler sunuyor olmasıyla yakından ilgili. Sanıyorum Gezi Direnişi’nin hatırlanan duvar yazıları arasına giren, popüler kültürde ise karşılığını Bolivarcı Devrim’e karşı 2006’da yapılan saldırıyı konu alan bir belgeselin isminde bulan “Devrim Televizyondan Yayınlanmayacak” sloganı, Türkiye halkının bir tavrı ne denli içselleştirdiğini gösteriyor.

Hal böyleyken emperyalist saldırganlığa karşı Venezuela’nın yanında konum almak dünyanın her tarafındaki sosyalistler için “dayanışma ihtiyacını” fazlasıyla aşan gerçek bir görev. Fakat aynı zamanda bundan çok uzun bir süre önce şu andakine benzer bir saldırıyı kolaylıkla savuşturan Bolivarcı Venezuela’nın kısa bir süre içerisinde güçten düşmüş olmasının sebeplerini değerlendirmek de günde-mimizde olmalı. Devrimci hedeflere sahip olan bir hareketin iktidarda olduğu fakat kapitalist bir ekonomiye sahip olan Venezuela, ne yazık ki siyasi önderliğin gündelik krizlerin yönetimini devrimci politikaların ilerletilmesine tercih ettiği durumda yaşanan felaketlere dair de güncel bir örnek durumunda. Dünya üzerinde sosyalist hareketlerin kendilerini yeniden topladıkları bir dönemde benzer hataların engellenmesi ve Venezuela’nın bu krizden devrimci bir irade ile çıkabilmesi bu iki ihtiyacın bir arada giderilmesini gerektiriyor.

Yeni Yazılar, bu sayısında hem okurları açısından medya karartmasını aşabilmek, hem de coğrafya dolayımıyla Venezuela’ya yönelik saldırganlığa karşı en etkili direnişi sergileyebilecek olan sosyalistlerin tartışmalarını ülkemize taşıyabilmek adına Gabriel Hetland’ın Jacobin.org’da yayınlanan “Venezuela ve Sol” adlı makalesinin bir çevirisine yer veriyor. Yazı Yeni Yazılar ekibinin konuya dair görüşlerini tamamıyla yansıtmıyor olsa da Venezuela konusuna dair toparlayıcı bir eksen çiziyor.

İyi okumalar.

Sinan Akmeşe


Venezuela’daki endişe verici duruma nasıl tepki vermeliyiz? Bu soru hem ABD hem dünya solu içerisinde hararetli tartışmaların fitilini ateşledi. ABD’nin, gerekirse güç kullanarak, Nicolas Maduro’yu yerinden etme çabalarının yoğunlaşması ile birlikte bahsettiğimiz tartışmanın aciliyeti güncellenmiş oldu.

Bu sorunun basit bir cevabı yok, fakat konu üzerindeki düşüncelerimiz üç prensip tarafından yönlendirilmeli: müdahale karşıtlığı, halk egemenliği ilkesi ve ezilenler ile dayanışma.

Müdahale Karşıtlığı

Müdahale karşıtlığı, bağımsız devletlerin, diğer bağımsız devletlerin iç işlerine karışmamaları olarak tanımlanabilecek bir ilke. Bu ilkenin yokluğunda ulusal egemenlik ilkesinden bahsetmek mümkün değil.

Farklı kuvvetlere sahip devletlerin bir arada bulunduğu bir dünya tablosunda, müdahale karşıtlığı adalet ve eşitlik kaygısı güdenler için kritik bir prensip. Ulusal egemenlik fikrini ortadan kaldırdığımız koşullarda devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerini belirleyen tek faktör güç haline geliyor. Bu koşullarda güçlü devletler güçsüzlere istedikleri her şeyi yaptırırken, küresel egemenler ise dünyanın bütününe kendi taleplerini dayatabiliyorlar. Bu emperyalist yayılmacı akıl yürütmesinin herhangi bir adalet içermediği ise çok açık.

Müdahale karşıtlığı ilkesinin Venezuela meselesine uygulanması çok doğrusal bir sonuç üretiyor: ABD’nin Venezuela’nın iç meselelerine müdahale etme hakkı yok. ABD’nin bu doğrultudaki girişimlerinin karşısında durmak ise hem ABD’deki hem de dünyanın geri kalanındaki solcular için açık bir görev. Bu görev sadece ABD’nin Venezuela’ya yönelik savaş tehditlerine karşı olmayı değil aynı zamanda Trump yönetimi tarafından yürürlüğe koyulan ve Venezuela’yı istikrarsızlaştırmayı hedefleyen ambargolar karşısında da tavır almayı gerektiriyor. (Aynı zamanda Venezuela’nın ne yapacağını belirlemeye çalışan Çin ve Rusya gibi devletlerin girişimlerinin de karşısında durmak gerekiyor.)

Müdahale karşıtlığı etik bir tavır olarak tanınıyor, fakat bu tavrı takınmanın pratik karşılıkları da mevcut. ABD öncülüğünde veya ABD desteği ile gerçekleşecek bir müdahalenin, böylesi bir müdahalenin tehdidinin ve uygulamaya koyulan gaddar yaptırımların sıradan Venezuelalıların hayatlarını iyileştireceğine inanmak zor. Böylesi çabaların Maduro’nun görevini bırakmasın yol açacağını söylemek mümkün ve Maduro’nun görev bırakmasını istendik bir durum olarak göreceksek bile (solun içerisinde böyle bir konuma sahip olanlar mevcut), bunun ABD yaptırımları veya savaş ile gerçekleşmesi can kaybı, sosyal, ekonomik, psikolojik yıkım ve Venezuela’nın altyapısının imhası gibi devasa bedelleri beraberinde getirecektir. John Bolton, Eliott Abrams ve Donald Trump gibilerin bu çaptaki bir felakete dair laubali tavırları mide bulandırıcı.

ABD Kongre Araştırma Servisi’nin (US Congressional Research Service) 2018 Kasım tarihli bir araştırmasının da açıkladığı gibi, Venezuela’ya yönelik ABD yaptırımları buradaki insani krizi daha da derinleştirmiş durumda. Geçen hafta yürürlüğe konulan petrol alanındaki yaptırımların ise krizi, sıradan Venezuelalıların mağduriyetini uzatacak ve arttıracak şekilde derinleştireceği su götürmez. Aynı zamanda Maduro’nun ordu içerisindeki desteği ve olası bir müdahalenin ülkede, özellikle köklü Chavista hareketi içerisinde, yabana atılmaz bir halk direnişini ateşleyeceği gerçeği böyle bir müdahalenin kısa olmayacağını kanıtlar nitelikte. Daha ötesinde ise ABD öncülüğünde Maduro’yu yerinden etmek için yürütülecek bir kampanya dünyanın geri kalanı için korkunç bir örnek teşkil edecek ve güçlü devletlerin, güçsüz devletlere müdahale etme ‘haklarını’ pekiştirecektir.

Müdahale karşıtlığı prensibinin istisnası yoktur. Ancak soykırım veya bir insani felaketin gerçekleştiği mantıksal ve rasyonel bir çerçeve içerisinde belirlenebilirse böylesi bir müdahalenin potansiyel haklılığından bahsedilebilir. Böylesi bir olasılık ise bahsedilen korkunç durumu ortadan kaldırma ihtimali ve olası müdahalenin insani sonuçları ve kazanımlarını, müdahale etmemenin yaratacağı tablo ile karşı karşıya koyularak ciddi ve dikkatli bir analiz sonucunda gündeme alınabilir. Unutulmaması gereken bir nokta ise ABD başta olmak üzere, güçlü devletlerin ‘insani müdahale’ argümanını var olan krizi çözme ihtimali bulunmayan (ve çoğu zaman böyle bir hedefe de sahip olmayan) emperyalist projeleri hayata geçirmek için kullandıklarıdır.

Venezuela’da gerçekleşmekte olan çok açık bir şekilde budur. ABD’nin rejim değişikliğini hedefleyen denemeleri insani müdahale kapsamında meşrulaştırılamaz. Bir adım öteye giderek Venezuela’nın karşı karşıya olduğu insani krizin, birincil ve tek sebep bunlar olmamakla beraber, geçmişteki ve devam etmekte olan ABD politikalarından kaynakladığını söylemek mümkün. Bir trajediyi yaratan aktörlerden birisine, bu trajediyi çözmesi için güvenilemez.

Son olarak solcu bir iktidarın ya da solcu insanların, toplumsal adalet ve eşitliği sağlamak hedefiyle gerçekleştirecekleri bir ‘ilerici’ müdahale tartışma konusu edilebilir. Bunun akla gelen ilk örnekleri 1970’lerde Küba’nın Angola ile olan ilişkisi veya İspanyol İç Savaşı’na katılan yabancı solcular olacaktır. Washington’un eylemlerinin böyle bir çerçeveden değerlendirilmesi ise akıl dışı olacaktır. ABD müdahalesi veya yaptırımları için herhangi bir mazeret mevcut değil.

Halk Egemenliği İlkesi

Halk egemenliği, insanların hayatlarını belirleyecek olan kararlar üzerinde gerçek bir belirlenime sahip olmaları gerektiğini öngören bir ilke. Bu ilke sıklıkla politik kararlarla ilgili olarak gündeme gelse de, en radikal halinde ekonomik ve sosyal olanları da kapsayacak şekilde insanların kendilerini etkileyen bütün kararlar üzerinde belirlenim sahibi olmasını içeriyor.

Bu prensip doğrultusunda Venezuela gündemini değerlendirmek ise müdahale karşıtlığı argümanından biraz daha dolambaçlı. Bazı solcu çevreler Maduro’nun demokratik seçimler ile göreve gelmiş olmasının onu desteklemek için yeterli olduğunu dillendiriyorlar. Bu anlayışa göre (en asgari, temsili demokratik versiyonunda bile olsa) Venezuela’da halk egemenliği ilkesi hala yürürlükte. Bu sebeple Maduro’yu savunmak Venezuela halkının ülkesinin geleceği üzerindeki söz hakkını savunmakla eşdeğer.

Fakat Maduro’nun demokratik bir seçimle göreve geldiğini söylemek pek mümkün değil. Yukarıda dillendirdiğimiz görüşe sahip solcuların dillendirdiği üzere Maduro ülkede 2018 yılında gerçekleştirilen başkanlık seçimlerini kazandı. Aynı zamanda ana akım medya kaynaklarında yer alan hile ve oy çalma iddialarının ispatlanmamış oldukları ve Chavez’li yıllardaki yine kanıtlanmamış seçim yolsuzluğu iddialarına ciddi ölçüde benzedikleri de bir gerçek. Fakat Maduro’nun 2018 seçimlerini muhalefetin boykot kararı sayesinde kazandığını unutmamak gerekiyor. Eğer muhalefet bir bütün olarak Henri Falcon’a destek vermiş olsaydı, Maduro bu seçimleri kaybedebilirdi.

Şu ana kadarki değerlendirmeler Maduro’nun Venezuela’nın, en önemlileri Henrique Capriles Radonski olmak üzere birincil muhalefet partilerinin ve adaylarının seçimlere katılmasını yasakladığı gerçeğini dikkate almıyor. Bu strateji sağcı bir iktidar tarafından hayata geçiriliyor olsaydı solcular haklı olarak bu tutumu mahkum ederdi ve bizler bu koşullar altında Maduro’yu eleştirmekle yükümlüyüz. Bununla beraber Maduro’nun eylemlerinin 2016 yılının başlarından itibaren olmak üzere otoriterleşen bir dizge içerisinde gerçekleştiğini söylemek mümkün. Bahsedilen durumun örneklerini 2016 ekimindeki Maduro’yu geri çağırma referandumunun devlet tarafından yasaklanmasında, 2016 yerel seçimlerinin bir sene ertelenmesinde, Maduro destekçisi yargıtayın 2017 yılında muhalefet kontrolündeki Ulusal Meclis’i baypas ederek fiili olarak tasfiye etmiş olmasında, 2017 yılındaki yeni kurucu meclis seçimleri kararında ve bu seçimlerdeki açık usulsüzlükte ve en pişkincesi, 2017 yılına ertelenen seçimlerde en çekişmeli belediyelerin seçimindeki yolsuzluklarda görmek mümkün.

Bunun üzerine devletin baskı politikalarını da eklemek gerekiyor ki bu politikalar sadece muhalefetin şiddetini bastırmayı hedeflemekle sınırlı kalmayıp barışçıl protestoları da hedef alıyorlar. 2017 yılında ölen onlarca insan ve geçen hafta içerisinde hayatını kaybettiği öngörülen kırk insan bunun kanıtı. Fakat muhalefetin şiddeti körüklemek konusundaki tavrı, ABD’li destekçileriyle beraber aynı derecede mahkum edilmeli.

Bu iki olgu da Maduro yönetiminin iktidara otoritar metotlarla tutunarak Venezuela halkının ulusal egemenliğini politik alanda uygulamasını engellediği gerçeğini değiştirmiyor. Bu tabloda solun alması gereken tavır, Venezuela’da serbest ve adil bir seçimin desteklenmesi. Bunun dışında kalacak herhangi bir yaklaşım halk egemenliği ilkesinden vazgeçilmesi olacaktır.

Seçimler halk egemenliği ilkesinin tek ve en gelişkin formu değil tabi ki. Bu bağlamda Maduro yönetiminin liberal demokrasiyi ‘devrimci bir demokrasi’ için reddederek yoksulların ve işçilerin ülkenin ekonomik sosyal ve politik kararları üzerinde doğrudan egemenliğini sağlamayı hedefleyip hedeflemediği sorgulanabilir. Bu iddianın geçmişteki geçerliliği ne olursa olsun şu anda böyle bir ivmenin olmadığı bir gerçek.

İşçiler ve yoksulların halkın kuvvetine dayanan bir takım kurumlar inşa ettiği ve bu kurumların Chavez tarafından desteklendikleri bir gerçek. Yerel komünler, gıda dağıtım ağları gibi bu kurumların bazıları değişik formlarda varlıklarını devam ettiriyorlar, fakat Venezuela’da halkın örgütlü gücünün geçmiş yıllar içerisinde ciddi oranda azaldığını görmek gerekiyor. Bu durumun en büyük sebebi yaşanmakta olan kriz. 2015 ve 2016 yıllarında kitle örgütlenmelerinin içerisinde yer alan Chavista liderlerin bana söylediği kadarıyla, hükümetin birinci elden sorumlusu olduğu ekonomik kriz, ülkede kitle çalışması yapmayı ciddi derecede zorlaştırmış durumda.

Halkın siyasete katılım aygıtlarının güçsüzleşmesindeki bir diğer etken ise Maduro yönetiminin baskıları. Bu durumun dikkate değer bir örneği Aralık 2017’de yerel komün önderi Angel Prado’nun yerel seçimlerdeki başarısı. Hükümet, Prado’yu %57,92 oy oranıyla göre ve getiren Simon Planes bölgesinin insanlarına destek vermektense, Prado’ya bir soruşturma açmayı tercih etti (Prado eleştirilerine rağmen ABD saldırganlığı karşısında Maduro yönetimine desteğini açıklamış bulunuyor).

Ezilenler ile Dayanışma

Solun birinci görevi ezilen sınıfları, kadınları, ayrımcılığa uğrayan etnik grupları ve ekonomik, sosyal, kültürel ve politik olarak marjinalleştirilen her kesimi kapsayacak bir biçimde dayanışma sağlamaktır. Bu tavrın temel parçalarında biri ise ezilenlerin, kendilerini solcu, sosyalist veya devrimci olarak nitelendirmelerinden bağımsız olarak, devlet aktörlerinden öteye ve öncelikli olarak dayanışmanın konusu olmalarıdır. Ezilenler ile sürekli dayanışma baskıyı belgelendirme, baskının temellerini tespit etme ve ezilenlerin baskıyı ortadan kaldıracak eylemlerini desteklemeyi içermek durumundadır.

Bu ilkeyi Venezuela’ya uyarlamak için birinci olarak ülkenin yaşadığı insani krizin korkunç boyutunu kabul etmektir. Venezuela hükümeti geçen yıllar içerisinde bu farkındalığı gösterememiştir. Venezuelalılar gıda, ilaç ve temel ihtiyaç maddelerinin yokluğunda ciddi problemlerle karşı karşıyalar. Hiper-enflasyon ülkeyi harap ediyor. Üç milyon insan geçen yıllarda Venezuela’yı terk etti, bu sene kaçanların sayısının ise bundan yüksek olması bekleniyor.

Ezilenler ile dayanışma aynı zamanda baskının kaynaklarının da doğru bir şekilde analiz edilmesini gerektiriyor. Krizin temeli hükümetin petrol gelirlerini doğru yönetememesinde aranmalı. Feci bir para politikası ve Chavez döneminden kalan bazı devlet yetkililerinin milyar dolarları bulan yolsuzluklarının engellenememesi bu yanlış uygulamaları kriz boyutlarına taşıyor. ABD politikalarının da krizi özellikle son 18 ay içerisinde derinleştirdiği gözden kaçırılmamalı. 2017’de yürürlüğe konulan yaptırımlar petrol üretimi ve petrol gelirlerini ciddi bir biçimde etkiledi. Trump yönetimi tarafından yürürlüğe konulan yaptırımların ise daha yıkıcı sonuçları olacağını tahmin etmek mümkün.

Burada hükümetin suç niteliğindeki yanlış uygulamalarını (ki sistemin yüksek pozisyonlarını da içerecek bir çürüme koşullarında basit ‘hatalar’ olarak göz ardı edilemezler) da ABD’nin bölgedeki mağduriyeti arttırarak halkı iktidarın aleyhine çevirmeyi içeren vahşi politikalarını da göz ardı etmeden, Venezuela’nın içerisinde bulunduğu krizin kabul edilmesi gerekiyor.

Son olarak ezilenler ile dayanışma ezilmekte olanların kurtuluş arayışlarını desteklemeyi içeriyor. Bu tavrın gündeme uyarlanışı ise ABD’nin bölgedeki zorlukları arttıran savaş çığırtkanlığı ve zayıflatıcı yaptırımlarını engellemek için mücadele etmeyi gerektiriyor. Venezuela’ya olası bir ABD müdahalesine sadece müdahale karşıtlığı ilkesine dayanarak değil, aynı zamanda bölgede ezilenlerin problemlerini arttıracağı için de karşı durmak gerekiyor. Fakat aynı zamanda dayanışma ABD’deki solcuların, Maduro yönetiminin yıkıcı politikaları, suç boyutundaki kabiliyetsizliğine ve baskısına karşı Venezuela halkının kendi mücadelelerini de desteklemeyi gerektiriyor. Maduro’ya karşı muhalefet artık sadece üst ve ara sınıflar içerisinde yaygın değil (kısa bir süre öncesine kadar böyleydi), artık bu pozisyon halk katmanlarını da kapsıyor. Anketler(müdahale yerine müzakere yolu ile de olsa) Venezuelalıların Maduro’dan kurtulmak istediğini gösteriyor. Bu talebi duymamak sadece kulağının üstüne yatmak değil, aynı zamanda dayanışma görevinden de kaçmak anlamına gelecektir.

Çoğu Venezuelalı Maduro’dan kurtulmak istiyor gibi gözüküyor, fakat bu insanlar kendisini geçen hafta devlet başkanı ilan eden ve ABD tarafından desteklenen Juan Guaidó’yu kapsayacak şekilde muhalefeti desteklemiyorlar. Venezuela halkının yeni bir önderlik isteği ABD destekli muhalefetin uygulamaya çalışacağı neoliberal politikalara destekle karıştırılmamalı. 3 Şubat 2019’da gerçekleştirilen bir anketin verilerine göre Venezuelalıların %33’ü kendisini ‘Chavista’ olarak tanımlarken, %19’u kendisini muhalefet destekçisi olarak görüyor. %48’i ise kendisini iki tarafta da hissetmiyor. Muhalefet ve iktidar mitinglerine yüksek katılımı gösteren fotoğraflar ile birlikte bu bilgi Venezuela’nın ciddi biçimde kutuplaşmış olduğunu gösteriyor.

Ezilenler ile birlikte tavır almak hem ABD müdahalesini hem de Maduro yönetimini karşıya almayı, Meksika ve Uruguay gibi ülkelerce desteklenen Venezuela’da barışçı dönüşümden yana olmayı gerektiriyor. Hepsinin ötesinde ise ezilenler ile dayanışma, insanların kendi gelecekleri üzerinde gerçek bir belirlenim hakkına kavuşmalarını sağlayacak olanaklardan yana olmayı gerektiriyor.

Geleceğe Bakarken

John Bolton ve Elliot Abrams gibileri Trump politikalarını belirlerken Venezuela’ya yönelik yıkıcı bir ABD müdahalesi ihtimali kuvvetleniyor gibi gözüküyor. Buna elimizdeki bütün kuvvetle karşı durmamız gerekiyor, fakat tek başına bu yeterli değil.

Yazı boyunca ele aldığımız üç prensip göz önünde bulundurularak, şu anda yapılabilecek en iyi şey Venezuela’nın krizinin barışçı çözümü için çok katmanlı çabaların desteklenmesi. Aynı zamanda serbest ve adil seçimlerin desteklenmesi gerekiyor; bu tavır Maduro’ya yönelik tepkilerin toplumum her katmanında arttığının, fakat aynı zamanda Chavista projesine yönelik toplumsal desteğin hala devam ettiğini, hatta bunun daha sınırlı da olsa Maduro’ya bir desteğe dönüştüğünün de ayırdında olmayı gerektiriyor. Serbest ve adil seçimlerden yana olmak ABD öncülüğünde veya ABD desteğiyle gerçekleştirilecek neoliberal bir dönüşümü savunmak anlamına gelmiyor, aksine bu tavır Venezuelalıların kendi gelecekleriyle ilgili söz sahibi olacakları alanın genişlemesini savunmak anlamı taşıyor.

Her şeyin ötesinde solun ezilenler ile dayanışma içerisinde hareket etmesi gerekiyor. Solcular için bu hem ülke içerisinde hem de ülke dışında etkin olmayı gerektiriyor. ABD’nin birincil olarak petrol endüstrisi üzerindeki yaptırımlarının kaldırılması için uğraşırken, ülke içerisinde de olası bir ABD müdahalesine karşı Venezuela ile dayanışacak bir bloğun inşasını önümüze almamız zorunlu. Venezuelalıların kendi hükümetlerini seçme hakkını savunmalıyız. Yeni bir hükümetin seçilmesi durumunda Chavista’ların, Chavismo düşüncesinin ve genel olarak solun marjinalleştirilmesine ve şeytanlaştırılmasına da karşı durmamız lazım, ki yeni bir iktidar seçilirse bunun gerçekleşme olasılıkları hayli yüksek.Son olarak sadece Trump’un maceracılığına karşı olmakla kalmayıp, Demokrat Parti’yi dış politika tavrını değiştirmeye zorlayacak bir biçimde ABD politikasını değiştirmek durumundayız. Savaş davulları çalmaya başlamışken, bu sol için kritik görev. Aksi takdirde Venezuelalılar ve ABD emperyalizminin hedefinde bulunanlar kendi geleceklerini tayin etme arayışları yine boğulacak.

Çeviren: Sinan Akmeşe

*Yazının Orijinali: https://www.jacobinmag.com/2019/02/venezuela-noninter-ventionism-self-determination-solidarity