Güncel tartışmalar içinde kavramların ve referansların yeterince önemsenmemesi sık rastlanılan bir hatadır. Güncelliğin kavramların bir adım ötesine geçilerek ayrıntılandırılması ihmal edilemeyecek bir zorunluluk olsa da bu kavramlara ciddiyetle yaklaşılmasının önüne konulamaz çünkü kavramlar, tamamen soyut ve zihinsel kurgular olarak değil, güncel olguların arka planı olarak önem kazanmaktadırlar.
Örneğin muhafazakarlık. Daha çok dindarlıkla ya da daha genel olarak tutuculuk sayılan her türlü tutumla özdeşleştirilen bu kavramın sınırları daraltılarak tanımlanmasında yarar var. Bunu salt kavramın kendisine titizlendiğimiz için değil, güncelin doğru okunması için de önemli buluyoruz. Çünkü muhafazakarlığın sınırları belli bir ideolojidense genelleştirilmeye müsait bir tutum olarak ele alınması, söz konusu ideolojiyi ve onun siyasal izdüşümlerini perdelemekten başka bir işe yaramıyor.
Muhafazakarların derdi ne?
Muhafazakarlığı öncelikle eşitliğe ve ilerleme fikrine karşı olan ve kapitalizmi norm kabul eden bir ideoloji olarak tanımlamak mümkün. Bu noktada kapitalizm öncesine ait geleneksel iktidar ve yapılar muhafazakarlığın örnekleri değil, ancak ideolojik motifleri ve kısmen referansları olabilir. Muhafazakarlık modern kapitalizmin ideolojisidir ve kapitalistleşmeye direnç ya da kapitalizm öncesine dönüş özlemleri, bugün deneyimlediğimiz muhafazakar ideolojinin kapsamının dışındadır.
Bir kavram ya da ideolojinin anlaşılmasında kritik momentlere ve kurucu babalara odaklanmakta büyük yarar vardır. Muhafazakarlık söz konusu olduğunda kurucu an ve dolayısıyla ilk kritik moment Fransız Devrimi, kurucu baba ise Edmund Burke’tür. Burke, devrimi dehşet içinde izlemekte olduğu 1790 yılında kaleme aldığı Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler’de eşitlik fikrini alenen reddediyor, eşitlik savunucularını “aslında sadece doğal düzeni değiştirip bozmakla” ve “Aslında zeminde olması gereken bir yapıyı havaya kurarak, toplum denen binaya fazladan yük bindirmekle” itham ediyordu.1 Eşitlik fikrine düşmanlığıyla uyumlu olarak mülkiyeti de erdem kaynağı olarak kutsuyor, “mülkiyetimizi aile-lerimiz nezdinde ebedileştirme kudreti” diye süslediği miras yoluyla mülkiyet aktarımını “Zaafımızı erdemimizin hizmetkarı yapma; tamahkarlığa bile hayırseverlik aşılamaktadır” gibi ağdalı ifadelerle övüyordu.2
Burke’ün kutsadığı bir diğer olgu ise gelenekti. Yeniliğe düşmanlığını “Yeni bir hükümet imal etme düşüncesi, bizleri nefret ve korkuyla doldurmaya yetiyor” sözleriyle ifade ediyor, “sahip olduğumuz her şeyin, atalarımızdan aldığımız bir miras olmasını arzu ediyoruz (…) orijinal bitkimize yabancı bir filiz aşılamamaya dikkat ediyoruz” diye ekliyordu.3 Fransız Devrimi henüz gerçekleşmiş ve devrimin Jakoben iktidarı, baldırı çıplakların kitle dinamizmi, kral ve kraliçenin giyotine gönderilmesi ve 1793 Anayasası gibi en radikal uğrakları henüz yaşanmamıştı ama o karşı cepheden bakarken gideni ve gelmekte olanı görüyor, kendi cephesini “Doğu Rüzgarı gibi ansızın patlak verip, çıkardıkları kasırgayla yeryüzünü silip süpürmelerine ve enginlerin kaynaklarını [İncil – M.Ç.] paramparça ederek bizi boğmalarına izin vermeyin” sözleriyle uyarıyordu.4
Bu noktada Burke’ün şekillendirdiği hattın Fransız Devrimi’nin o anıyla sınırlı kalan güncel bir değerlendirme olmayıp eşitlik ve ilerleme fikirlerini kategorik olarak reddeden ve devrimciliğin antitezini oluşturan genel bir toplum ve tarih anlayışını yansıttığının altını çizmek zorundayız. Yukarıda aktardığımız pasajlara bakıldığında bunların burjuva ya da proleter karakter taşısın tüm devrimlerin reddiyesi olarak işlev kazanabileceği görülmektedir. Eric Hobsbawm’ın “1789 ile 1917 yılları arasında siyaset, ağırlıkla 1789’un, hatta daha da tutuşturucu olan 1793’ün ilkeleri uğruna ya da onlara karşı mücadeleden ibaret hale geldi”5 sözleriyle özetlediği ama devrimcilik iddiasındaki öznelerce kav-randığından ne yazık ki emin olamadığımız bu durum, Türkiye muhafazakarlarınca gereğince kavranmıştır. Nitekim Bekir Berat Özipek, Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler’in Türkçe çevirisine yazdığı önsözde ilgili kitabın hem Fransız Devrimi’nin radikalleştiği dönemde hem de “diğer devrimci dönüşüm, kopuş ve yeniden kuruluş dönemlerinde; özellikle de 1917 Ekim Devrimi ve sonrası yaşanan bu türden her depremde” yeniden okunmaya başlandığını vurgulayarak tüm devrimci süreçlerin tarihsel ortaklığına işaret ediyordu.6 Özipek’in vurgusu, bizi muhafazakarlığın ikinci kritik momenti olan Ekim Devrimi’ne getiriyor.
1789’dan 1917’ye
Yine Hobsbawm Ekim Devrimi’ni “Kısa 20. Yüzyıl” olarak adlandırdığı zaman aralığının en önemli olayı saymaktadır.7 Herhalde bu saptamaya pek az itiraz gelecektir. Rusya gibi büyük bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi 1789’da başlayan devrimci geleneğin zirvesini oluşturmuş, emperyalist-kapitalist sistemde özel bir tehdit algısı yaratmıştır. Ancak yine de 1789’un belirlediği taraflaşma ortadan kalkmamış, II. Dünya Savaşı ile sonuçlanacak olan 1930’lu yıllar cephe hatları “bir yanda 18. yüzyıl Aydınlanma’sının ve kuşkusuz Rus devrimini de kapsayan büyük devrimlerin çocukları ile, öte yanda bunun muhalifleri arasında çizilen” bir uluslararası ideolojik iç savaşa sahne olmuştur.8 Öyle ki, tüm dünyayı dehşete düşüren savaş suçlarının ortaya çıkmasından sonra dahi kaçak durumdaki Nazilerin Vatikan’ın üst düzey yetkililerinden yardım gördükleri ortaya çıkmıştır. Hobsbawm, Katolik Kilisesi’ni faşistlere yakınlaştıranın “18. yüzyıl aydınlanmasına ve Fransız Devrimi’ne (…) ve kuşkusuz daha acil olarak ‘tanrısız komünizm’e duydukları ortak nefret” olduğunu savunmaktadır (Hobsbawm 138).9
Aydınlanma geleneğinin farklı unsurları arasındaki ortaklık daha birkaç on yıl öncesinde bu kadar açıkken günümüzde nasıl tartışma konusu edilebilmekte, hatta FKF bu ortaklığı vurgularken Türkiye solunda görece yalnız kalabilmektedir? Bunda ideolojik savaşın taraflarının “18. yüzyıl Aydınlanma’sının ve büyük devrimlerin çocukları ile bunun muhalifleri” olmaktan çıkıp sosyalizm ve kapitalizmin temsilcileri olmaya başladığı Soğuk Savaş kodlarının mutlak sayılmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Aydınlanmacılar ile muhalifleri arasında ideolojik savaşa sahne olan 1930’lu yıllar II. Dünya Savaşı’yla sonuçlanmış, savaşın kazanan tarafında yer alan Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde Avrupa’nın yarısı, devamında Çin Devrimi’yle birlikte Asya’nın tamamına yakını ve toplamda dünyanın üçte biri sosyalizme geçince burjuvazi ve gericilik alarm vermiştir. Emperyalist-kapitalist blok ve dünya gericiliği ABD liderliğinde tahkim edilmiş ve sosyalizme karşı askeri (Truman Doktrini, NATO, Almanya ve Kore’nin ABD tarafından bölünmesi vb.), ekonomik (Marshall Yardımı), siyasi-adli (McCarthycilik) ve ideolojik (sahte “Hür Dünya-Demir Perde Ülkeleri” denklemi, CIA’in Sovyet karşıtı kültürel üretimlere fon desteği vb.) boyutları olan bir emperyalist saldırganlık başlatılmıştır.
Soğuk Savaş, bir nevi ideolojilerin dünya savaşıdır ve tarafları da sosyalizm ve kapitalizmdir. Şayet tarihin motoru sınıf mücadeleleri ise, temeldeki karşıtlığın işçi sınıfı ve burjuva iktidarları arasında olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ancak mücadelenin üstyapıyı da içeren düzleminde ekseni çizen Aydınlanma’ya yaklaşımdır ve bu düzlemde Aydınlanma’nın tüm kazanımlarına düşman olan bir gericilik tipinin Aydınlanma’nın zirvesini oluşturan sosyalizme karşı savaşta koçbaşı ve öncü haline gelmesi sürpriz değildir. Sosyalizme karşı savaş başka taraflaşmaları kısmen perdelese de gericilik Aydınlanma’nın kendisiyle derdini bir kenara koymamış, Aydınlanma’yla hesaplaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Neoliberalizm, gericiliğe kendi siyasal ve ideolojik ajandasını burjuvazinin sınıf çıkarıyla örtüştürme fırsatı vermiştir.
Neoliberal gericilik
Kavramın tarihini daha geriye götürmek mümkün olmakla birlikte, bildiğimiz anlamda neoliberalizmin temel metinleri Friedrich Auguste von Hayek ile Milton Friedman tarafından kaleme alınmıştır. 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında Hayek’in çağrısıyla toplanan liberal düşünürler, dini ilerlemenin önünde engel olarak gören klasik liberalizmin aksine, toplumsal güçleri serbest piyasayı koruyacak biçimde yönlendirileceği ve bireysel özgürlüklerin biçimlendireceği bir tarih anlayışını benimseyerek Mont Pelerin Cemiyeti’ni kurmuştur. Neoliberalizm ideolojisinin adını koyan Cemiyet, muhafazakârlığı neoliberalizmin merkezine yerleştirmiştir.10 Devletin sosyal bir yönü olarak planlama ve kalkınmacılıkla kavgalı olan neoliberallere göre devlet otoriter olmalı, ancak piyasaya müdahale etmemeli, piyasanın önündeki engelleri kaldırmak için geleneksel yapılarla uyum içinde çalışmalıdır.11
Neoliberalizm, liberal kuramda ciddi bir güncellemeyi temsil etmekle birlikte yepyeni bir tez ortaya atmamakta, Burke’ün yukarıda özetlenen hattını devam ettirmektedir. Neoliberalleri harekete geçiren, II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal refah devletinin kapitalist dünyada hakim model haline gelmiş olmasıdır. Soğuk Savaş’ın bir boyutu sosyalizme saldırganlık iken diğer boyutu ise sosyalizmin çekim alanına girmesinden çekinilen işçi sınıfına verilen tavizlerdir. Sosyal refah devleti, kapitalist karakteri tartışmasız olmakla birlikte işçi sınıfına verilen tavizlerin iktisadi modele içkin hale gelmesini temsil etmektedir.
Hayek, 1973’te Şili’de sosyalist lider Salvador Allende’ye darbe yapan Augusto Pinochet’nin danışmanlığını üstlenmiş ve neoliberal programı bu ülkede uygulamaya koymuştur. Sonrasında ise Britanya ve ABD’de serbest piyasacılıkla otoriter muhafazakârlığın sentezi olan Yeni Sağ’ın temsilcileri olan ve sırasıyla 1979 ve 1981’de iktidara gelen Margaret Thatcher ve Donald Reagan yönetimleriyle yakın ilişki kurmuştur. Yani Korkut Boratav’ın “sermayenin karşı saldırısı” diye adlandırdığı neoliberal program, ilk olarak bir askeri diktatörlük rejiminde, yani darbeci Pinochet yönetimindeki Şili’de, sonrasında ise sosyalizme karşı ideolojik savaşta belirli bir aşama kaydedilip Avrupa’da devrim tehdidinin savuşturulduğu bir uğrakta ise emperyalist-kapitalist sistemin merkez üslerinde uygulamaya konmuştur.
Bu sürecin Türkiye’de de bir askeri darbeyle, 12 Eylül darbesiyle başlamış olması bu anlamda şaşırtıcı sayılmamalı. Keza 12 Eylül’ün sermayenin karşı saldırısı ile eş zamanlı olarak yürütmenin özerk kurumlar (TRT, üniversiteler vb.) ve yasama aleyhine güçlendiği otoriter bir yönetim biçimini ve dinselleştirme politikasını uygulamaya koymuş olması da. Ve tabii, neoliberal programın en ateşli uygulayıcısı AKP iktidarının bu alanların tümünde en uçları zorluyor olması da. Neoliberalizm, gericiliğin Aydınlanma’ya ve emeğe topyekun saldırısıdır. Neoliberal gericilik çağından çıkış da bu yazıda tanımlanan bütünlüğün kavranması ve yine topyekun bir karşı saldırının bu kez devrimcilerden gelmesi ile mümkün olacaktır.
Dipnot
- Edmund Burke. 2016. Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler, çev. Okan Arslan. Ankara: Kadim Yayınları, s. 79.
- Edmund Burke, a.g.e. s. 82.
- Edmund Burke, a.g.e. s. 57.
- Edmund Burke, a.g.e. s. 90-91
- Eric Hobsbawm. 2003. Devrim Çağı, çev. Bahadır Sina Şener. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, s. 63
- Edmund Burke, a.g.e. içinde Bekir Berat Özipek, “İllüzyon ya da Hayal Kırıklığı: Bir Devrimin Hikayesi” (Editörün Önsözü), s.1-8, s. 5.
- Eric Hobsbawm. 1996. Kısa Yirminci Yüzyıl, çev. Yavuz Alogan. İstanbul: Sarmal Yayınevi, s. 72.
- Eric Hobsbawm, a.g.e., s. 171.
- Eric Hobsbawm, a.g.e., s. 138.
- Çağdaş Sümer, Fatih Yaşlı (der.), Hegemonyadan Diktator-yaya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak Ankara, Tan Kitabevi Yayınları, 2010 içinde Neslihan Bedirhanoğlu-Balaban “Serbest Piyasanın Muhafazakârlığı” s. 29-59, s.50
- Neslihan Bedirhanoğlu-Balaban, a.g.e.