Köklü değişim dönemlerinde çöken sınıfların akşamlarının, yükselmekte olanların sabahlarıyla örtüştüğüne1 inanırız. Böylesi şafaklarda kanat çırpan Minerva’nın baykuşu, hem bir hesaplaşmayı simgeler; çünkü geleceği yakalamak ancak eskinin kıyasıya eleştirisi ile başlar, hem de bir selamlamadır; yeni dönem, yeni kadrolara ihtiyaç duyar, ve biliriz ki böylesi kadrolar selamlanmayı hakeder.
Minerva’nın baykuşu sosyalist hareketin üstünde ne zaman uçuşa geçer bilemeyiz, ama şimdiden kıpraşmaya başladığını sanırım iddia edebiliriz. Kendi adıma, sosyalist hareketin tükenme noktasına geldiği bir zamanda, her şeye rağmen “elde kalanın” bir yükselmenin mayasını oluşturacak zemine sahip olduğunu düşünüyorum.
Ve yine kendi adıma, bu yükselmenin sosyalist hareketin ufku, tarihi ve umuduyla bütünleşmiş, kollektif bir azmin eseri olacağına inanıyorum. O nedenle yazı boyunca eleştiriyi de selamlamayı da bu temel üzerinden yapacağım.
Kuşkusuz Türkiye sosyalist hareketi üzerine yazmanın sık karşılaşılan bir ikilemi var: ya yazdıklarınız fazla öznel belirlenimlidir, giderek sosyalist hareketin insanı üzerine yoğunlaşır ve ister istemez psikolojizm yapmaya başlarsınız ya da belirli bir bağlamı aşamayan genellikte ısrar eder, bir yerden sonra ise hiçbir şey söylemeyen tekerlemeler üretirsiniz.
Eğer bu iki eğilimin kaçınılmaz olduğu düşünülüyorsa, böyle dönemlere özgü çıkışların, öznel belirlenimlere ağırlık tanımaktan geçtiğine yönelik örtük bir inancımın olduğunu belirtmek isterim.
Sosyalist Ufuk
Sosyalist hareketin ufkunu yitirdiği bir tarihsel aralıktayız. Aynı anlama gelmek üzere ufkunu yeniden kazanması da gereken bir aralıkta.
Ufkun yitimi bir anlamda geleceğin yitimi anlamına da gelebilir çünkü ufuk büsbütün geleceğin kavranış biçimi ile ilintilidir. Şayet gelecek sonsuzca genleşmiş bir “şimdiden” ibaret gözüküyorsa2 buradan bir gelecek ufku çıkarmak mümkün değildir. Artık sizin için bir sözcük olarak gelecek, olsa olsa an’ların üst üste gelmesi olabilir, zaman bir anlamda durmuştur, öyle köklü değişim dönemleri de geçmişe ait bir konudur, değişim artık yalnızca anlık kazanımların bir toplamıdır. Belki kabullenmek acı gelecek ama bunun mantıksal sonuncunun Bernsteincılığa vardırılması zor değil.
Oysa gelecek, her şeyden önce şimdinin potansiyel bir olumsuzlanması ışığında bir ufku doğurabilir. Bu bir retorik sorunu değildir ya da ütopyalara özgü bir iyimserlik beyanı. Gelecek ufku öncelikle erişilebilirdir, o yüzden sıkı bir tefekkürü, yine buradan hareketle bir program ve tasarıyı gerektirir. Elbette yeterli değil, gelecek ufku aynı zamanda da bir liyakat meselesidir, öğrenilmesi ve yeniden üretilmesi gerekir. Kolektif düzeyde bir inat ve azim gerektirir.
Daha açık olabilirim: gelecek ufkunun yitimi adlı adınca sosyalist bireyde sosyalizm fikriyatının yitimidir. Düşüncede kaybolan bir süre sonra dilde de kaybolur. Söylemekten imtina etmenin, yolun sonunda, inanmamanın bir belirtisi olarak ortaya çıktığını geçerken not etmek gerekiyor.
Yine de her şeye rağmen, salt söylemsel olana sıkıştırılmış, bir tür inanç beyanı biçimindeki sosyalizm algısının ürkütücü yanlar taşıdığını kabul etmek gerekir. Fakat elbette dile getirenlere coşku ve tutku aşılayan bu ifadelerin, tümüyle abartılı kabuklarına rağmen içinde rasyonel bir çekirdek vardır. Sonra örnek olsun, bunun sosyalist bireye kırınımında ne uçlar vereceğini kestirmek olanaklıyken, sanırım öteki ucu kestirmek pek mümkün değil.
Özetle: Sosyalist harekete ve militanına evvela kurgu gereklidir. Lukacs’a referansla diyecek olursak, gerçeklik ile nihai hedefi bağlayan anlamda bir “taktik”,3 ancak belirli bir ufka sahip kadrolar ile üretilebilir.
Miras ve Kuşak
Yenilgi iyi bir öğretmendir. Fakat biraz da eli maşalı bir öğretmen. Zor öğrenen öğrencisi karşısında sertleşebiliyor.
Bizim gibi teorik geleneğin olmadığı coğrafyalarda, bilhassa aydın için, öğrenme sorunu aynı zamanda bir miras sorunu da haline geliyor. Deyim yerindeyse, Türk aydını, hiçbir zaman bir mirası devraldığı ve bir mirası devredeceği biçiminde düşünemiyor.
Yalçın Hocadan aktarıyorum: “Anadolu İhtilali’nin aydınları, kendinden önceki aydınları, en yakınları Meşrutiyet aydınlarını kötülediler. Ancak en çok, en çok bezediklerini kötülediler: Tanzimat Aydınları.”4
Buradan sosyalist mücadeleye de uzanılabilir. Türkiye’de sosyalist hareketin kuruluş dönemi denilebilecek 1917-1927 dönemi, ilk birikim dışında, sosyalist mücadelenin yükselişe geçtiği 60’lı yıllara pek az şey bırakabilmiştir. Sonra örneğin 71 devrimciliği, en çok hocalarını, Behice Boran’ı, Sadun Aren’i, Mihri Belli’yi, Hikmet Kıvılcımlı’yı, ipe çekmeleri ile ünlüdür. Pek trajik, 70’li yılların sosyalist hareketi ise bir toz bulutuna doğmuş gibidir, eski tartışmaların bırakın ötesine geçmeyi çok gerisinde bir konumdadır.
Elbette buraya kadar anlatılanlarda sürekliliği reddettiğim sanılmasın. Kopuşa ağırlık tanımamın temel nedeni, bir noktayı öne çıkarmak: teorik ve örgütsel mirasın olmadığı bir kuşaklar sorunu.
Sosyalist hareketin önüne sürekli tılsımlı bir sözcük olarak “yeniden kuruluş”u çıkarmasının temel nedeni de budur. Bir mirasın olmadığı, bir miras oluşturmanın da öne konulmadığı durumlarda, her dönemeç ve yenilgide elbette “yeniden kurmak” gerekir. Ya da aynı anlama gelmek üzere “kurmamak”. Bu haliyle durum çocukluğumuzun kurma kollu oyuncaklarına benziyor. Sosyalist hareket, belki de her şeyden önce bir mirası geliştirip devredecek, süreklileşmiş kadrolarını yaratmak zorundadır.
Tarihin yükü
Yol ağzında olanlar hep tarihe bakarlar. Elbette bu yönelişin tek başına olumlu bir içeriğe sahip olduğu sanılmasın, aksine bir teorik şema ve yöntemden azade ise tarih, ihanet için müthiş bir gerekçe haline gelebilir. Diğer taraftan tarihle anlamlı bir bağ kurulamadığı durumlarda da tarih size pek az şey anlatacaktır.
Burada bütün bir “tarih üstüne tartışmaları” özetlemenin gerekli olduğunu düşünmüyorum, doğrudan sonuca yönelik bir takım şeyler söylenebilir: anlamlı bir bağın ilk koşulu, tarihe bakışta, geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişkiyi kurmaktır. Bunun yöntem ve teorik şema olmadan olmayacağını ise sanırım söylemeye gerek yok. Örneğin solun, tarihine bakarken ilerleme, burjuva devrimi, modernite ve aydınlanma gibi kavramlara başvurmadan yol alması imkansızdır. Bir tür “olgu” tarihçiliğinin gericilik olduğunu söylemek gerekiyor. Üstelik “soldan” gelse bile.
Benzer bir durum sosyalist hareketin kendi yakın geçmişine dair de söylenebilir. Sosyalist hareketin tarihi, sosyalist örgütlerin tarihi değildir. Belirli bir bütünsellikten uzak görüşler olsa olsa “seçmeciliğin” zeminlerini yaratır. Manavda değiliz.
Bu bölümü kapatırken son olarak, tarihi öznenin, geleceğe uzanmasının yolunun ona “içkinliği” olduğunu söyleyerek bitirebiliriz. Sözü Carr’a bırakalım:
“Öyle anlaşılıyor ki, insanın toplumun ve tarihi konumunun üstüne çıkabilmesi kendinin ona karışmışlığının derecesini görebilme duyarlığıyla koşullanmıştır.”5
Umuda karşı umut
Terry Eagleton İyimser Olmayan Umut adlı kitabında umut için şöyle yazıyor:
“Nitekim umudu muhafaza etmenin daha değerli olduğu durumlar, tam da gidişatın iç karartıcı göründüğü durumlardır. Umutlu kişi ayrıca, iyimserlerin pek yanaşmadığı bir şey olarak, potansiyel bir felakete uçurumdan aşağıya bakar gibi dikkatle bakabilmelidir”6
Sanırım içinde bulunduğumuz durum için “gidaşatın iç karartıcı göründüğü” tabirinin denk düştüğü konusunda kimsenin tereddütü yoktur. O halde şöyle de söyleyebiliriz; umut etmek için çok şey var, iyimserlik için ise pek az.
Fakat Türkiye solunda hemen hemen birçok konuda olduğu gibi burada da bir terslik var; bir eğilim olarak iyimserlik artarken, etkin bir umudu sahiplenme fikri azalıyor. Seçim dönemleri ise bu eğilimlerin berraklaşması açısından sanırım önemli. Kolaycılık, pasifizm, düşünsel tembellik bunların hepsi bu müphem iyimserliğin bir ürünü. Sanıldığının aksine solda ihanet, “kötülerden” değil çoğunlukla “iyilerden” geliyor. Yine Yalçın hocadan aktarıyorum:
“Durağan, senfonik yapıya erişmemiş, bilimsel geleneği pek yoksul olan toplumlarda, yalnızca hainlerin, delilerin, satılık olanların zarar verebileceğine inanılır. Bu inanç doğru değil. Yurtsever, akıllı ve dürüst olanlar, zaman zaman hain, deli veya satılıklardan çok daha büyük zarar verirler. Bu yüzden, yalnızca yurtsever, akıllı ve dürüst olmak yeterli değil;… yol ve yöntem de çok önemlidir.”7
Diğer tarafta ise etkin bir umudun sahiplenicileri, sosyalist hareketin bağımsızlığından yana, azmin, kararlılığın, yaratıcılığın arayışında olanlar azınlık haline geliyor. Üzücü mü peki? Kesinlikle değil. Türkiye’de iyi şeyler hep akıntıya karşı kürek çekenlerden doğmuş. Umut da burada.
Sonsuzluk ve bir gün
Umut var. Peki ya umudun taşıyıcıları?
Ben ona “yarının insanı” demeyi tercih ediyorum.
İyimser ise hep “bugünün insanı” olmak istedi. Bugünün bir yanılsama, “Oblomov’un rüyası”, olduğunu anlayamadı. Yaşamın bugün olduğunu haykıran hazcılardan değiliz. Bizim için yaşam hep yarın ile ilintiliydi, yarını yaşamayanı yaşar da kabul etmedik. “Ne güzel! Hem Şimdi’yi yaşamak ve hem yarını yaşamak, aynı anda iki kere yaşamak”8 Hep denildiği gibi, yarın bizimdi.
Bir de elbette “dünün insanı” var. Marx’ın dediği gibi, yalnızca yaşayanlar değil ölüler de canımızı sıkıyor. Bu “dünün insanına” sol jargonda, yaştan bağımsız olarak, “eski solcu” da diyoruz.
Bir tip olarak “eski solcu” sık sık karikatürleşse de aslında ekseriyetle üretiliyor. Çünkü her şeyden önce onu yaratan mekanizmalar varlığından bir şey kaybetmedi. Arz ve talep piyasada anlatıldığı gibi işlemiyor olabilir ama sosyalist siyasette tam olarak öyle işliyor, her arz mutlaka talebini yaratıyor ve “eski solcumuz” önce kötülenip sonra kendisine dönüşülen bir sui generis haline geliyor.
Daha önce bir yazıda da belirtmiştim, Marx geçmişe bakarken ne kadar bedbin, irdeleyici ve eleştirel ise geleceğe dönük olarak bir o kadar umutludur. Eski solcumuzun ise bunun hemen hemen tam tersi olduğunu söyleyebilirim. Güncel olarak yaptığından pek mutlu olmayan eski solcu, geleceği ise hep karamsarlık ile anar. Geçmişi hep abartılmış biçimde görür ve bir liman olarak daima buraya sığınır. Gericinin de tanımı böyle yapılıyor. O halde söylemekte bir sakınca yok; eski solcu esasen gericidir.
Ne mutlu, artık bunun da sonuna geldik. Sosyalist siyaset pek çok kurumu ile birlikte çökerken, bu mekanizmalar ve beraberinde “eski solcu” da can çekişiyor. Elbette “eski solcu”nun can çekişirken rahat durduğu düşünülmemeli, ne de olsa nostalji en iyi ölümün kıyısında yapılıyor. Eski solcunun durumu tıpkı İvan İlyiç gibi, kaçınılmazı biliyor, bildiği için de çok konuşuyor. Böylelikle aslında bir görev daha kendiliğinden ortaya çıkıyor; çok yakınan eski solcuyu gömmek. Bir anadolu adetidir, ölü çok bekletilmez.
Marx’ın 18 Brumaire’in başında, kendine has üslubu ile belirttiği gibi, şiirini gelecekten çıkaranlar, ölülerini ölülere gömdürmek zorundadır.
***
Bitirirken, yazının kapsamına dair birkaç şey söylebiliriz. Yalçın hoca bir sözünde 1789-1991 sonrası döneme “meraksızlar dünyası” diyor. Tartıştığımız konular bağlamında oldukça yararlı bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Cem Eroğul hocanın da belirttiği gibi: “Merak boyutunun bir ucunda hayal gücü, çeşitli deneyimlere açıklık, bağımsız bakış yer alırken, öteki ucunda dar gerçekçilik, sıradanlık, uydumculuk(konformizm) ağır basar.”9
Yola devam edenlerin meraksızlığı reddetmesi gerekiyor. Meraksızlığı reddediyoruz!
Dipnot
- “Gerek korkunç, gerekse verimli nitelikteki köklü değişimlerin dönemlerinde çöken sınıfların akşamları, yükselmekte olanların sabahlarıyla örtüşür. Minerva’nın baykuşunun uçuşlarına başladığı şafaklar, bu şafaklardır.”Bertolt Brecht: Tiyatro İçin Küçük Organon, çev. Ahmet Cemal, Boyut yayınları, 1993
- Terry Eagleton: İyimser Olmayan Umut, çev. Emine Ayhan, Ayrıntı Yayınları, 2016, sf.25
- Ateş Uslu: Lukacs/Marx’a Giden Yol, Chiviyazıları Yayınları, 2006, sf.95
- Yalçın Küçük: Aydın Üzerine Tezler 1, Mızrak Yayınları, 2010, sf.90
- E.H.Carr: Tarih Nedir?, İletişim Yayınları,1996, sf.51
- Terry Eagleton: İyimser Olmayan Umut, çev.Emine Ayhan, Ayrıntı Yayınları,2016, sf.84
- Yalçın Küçük: Aydın Üzerine Tezler 1, Mızrak Yayınları, 2010, sf.170
- https://www.birgun.net/haber-detay/simdiyi-hatirlamak.html
- Cem Eroğul: Birey Nedir?, Yordam Yayınları, 2014, sf.174