Kapitalist Ülkelerde Seçimler ve Sosyalistler

Tartışmamıza sağlıklı bir zemin sunabilmesi için kimi olguları hatırlatarak başlayalım. Türkiye gibi kapitalist ülkelerde seçimler, patronların iktidarının yeniden üretilmesi için yapılır. Toplumun, seçtikleri aracılığı ile siyasete kısa bir süreliğine de olsa katılması düzenin devamlılığı için gereken asgari rızayı üretme işlevi görürken; sermaye yanlısı farklı siyasi aktörlerin kadroları ve politikaları bu rızayı üretebilme yeteneği açısından sınanır. Elbette bu sınama, seçmenlerin fikirleri kendiliğinden oluşmadığı; ya da daha doğrusu büyük ölçüde sermaye medyasının, uluslararası şirketlerin ve vakıfların, burjuva partilerinin örgütlerinin, tarikatların ve hatta mafyavari örgütlerin etkisi ile şekillendiği için sömürücü sınıfın görüşleri ve emperyalizm açısından geri bildirim anlamı da taşır. Kapitalist ülkelerde demokrasi ve seçimler, sömürü düzeninin devamını sağlayacak aktörlerin bir nevi kalite kontrolden geçmesidir. Bu anlamıyla kapitalist ülkelerde seçimler, baskın bir burjuva nitelik taşır.

Seçimlerin burjuva nitelik taşıması elbette bu seçimlerden kaçınmak için bir gerekçe olamaz. Nasıl ki basit bir ücret ya da özlük hakkı talebi ile harekete geçen işçileri değerlendirirken “kapitalizmin temeli işçinin artık değerine el koymak üzerinedir, özel mülkiyet ortadan kalkmadıkça ücret artışları herhangi bir şekilde sömürü düzeninin sona erdirilmesi hedefine yaklaştırmaz” diyerek mücadeleden kaçılmıyorsa, seçimlerden de kaçılamaz. Tersine, gündelik mücadelenin parçası olmak üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasının tek gerçek hedef olması zorunluluğunu ortadan kaldırmadığı gibi; sosyalistlerin seçimlere katılımı da seçimlerin burjuva niteliğini ortadan kaldırmaz.

Dolayısıyla sosyalistler, seçimleri değerlendirilirken ve seçimlere yönelik yaklaşımını belirlerken onun burjuva niteliğini daima hesaba katmak zorundadır. Bu zorunluluk, seçimlerin önemini azaltmayı değil; seçim oyununun kurallarını kavrama ve ona göre strateji geliştirme ihtiyacını işaret eder. Sosyalist siyasetin temel amacı (hangi yoldan olursa olsun) işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesidir. İzlenecek yolların hangilerinin açık olduğu, açık olanlardan hangilerinin daha uygun olduğu ise strateji konusudur. Seçimler de bu anlamda stratejik olarak değerlendirilir. Dünya sosyalist hareketinin seçimlere ilişkin yaklaşımını ve stratejisini ise kabaca üç döneme ayırabiliriz: Erken dönem, reel sosyalizm dönemi ve Sovyetler Birliği sonrası dönem.

Erken dönem, işçi sınıfının artık ayrı bir siyasi parti olduğunun kesin olarak ilan edilmesi ile başlar.1 Aristokrasiye karşı burjuvazinin önderliğinde verilen savaşa katılmış ve tarihinin ilk siyasi deneyimini yaşamış olan işçi sınıfı, eskiden orta sınıf olan yeni egemen sınıf tarafından siyasette istenmeyen ilan edilmiştir artık. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik idealleri ile yola çıkan devrim; ihanete uğramıştır. Kanla ve mücadele ile kazanılan seçme ve seçilme hakkı için temel koşul mülk sahibi olmaktır. Dolayısıyla bugünden farklı olarak burjuva siyasetinin ve seçimlerinin işçilerin oyları gibi bir derdi henüz yoktur. İşçileri burjuva programlara ikna etme çabaları ise gereksiz olduğu için cılızdır. İşte bu dönemde sosyalist siyasetin seçimlere ilişkin temel stratejisi, seçme ve seçilme hakkının mülk sahibi olmayanlar tarafından da kullanılabilir olması talebine yaslanır. Örneğin bugün herkesi rahatsız eden milletvekili maaşları da aslında ortalama bir işçinin seçilme hakkını kullanabilmesi için ihtiyacı olan ödemeye ilişkin devrimci bir taleptir.

Öyle ki seçme ve seçilme hakkı elde edildikten sonra devrimci dalga geriye çekilirken bile işçi sınıfı partileri, işçi sayısının artması ile birlikte, seçimlerde giderek başarılı olmaya başlarlar. Proletaryanın küçük burjuva devrimcileri ile ittifak yaparak kurduğu sosyal-demokrat partiler tüm yasaklara rağmen güçlenir, Engels’i bile barışçıl bir geçişin mümkün olabileceğine ikna etmeye başlar.2 İşçi sınıfı siyaseti güçlenir ve yaygınlaşırken, burjuvazi de artık işçi sınıfını yok saymanın işe yaramadığını, onları da burjuva programlara ikna etmenin zorunlu olduğunu görmeye başlar. Burjuvazinin büyü-yen sosyalist harekete doğru müdahalesi ve ikinci enternasyonalin ihaneti; komünistler ile sosyal demokratların yollarının kesin olarak ayrılmasına neden olur.3 Rusya’da gerçekleşen işçi sınıfı devrimi ise artık başka bir dönemin başladığını göstermektedir.

Savaş yıllarının ardından Avrupa’da beklenen devrim gerçekleşmez ve devrim dalgası uzun bir süreliğine geri çekilmeye başlar. Tarihin ilk büyük işçi sınıfı devleti olan genç ve tecrübesiz Sovyet Birliği, yalnız başına ayakta kalmaya çalışmak zorundadır. İşte ikinci döneme bu yalnızlık damgasını vurur. Yeni kurulan Komintern (3. Enternasyonal), Rusya dışındaki ülkelerin sosyalistlerine yeni bir devrimci dalgaya kadar güç biriktirmeleri için gerici sendikalarda çalışma ve burjuva parlamentolarında yer alma görevini verirken o beklenen dalga bir türlü gelmez.4

Sovyetler Birliği’nin varlığı kavga düzlemini işçi sınıfı partilerinin tek tek ülkelerde iktidar aramasından öte dünya ölçeğinde sosyalist anavatanın savunulması çizgisine taşımıştır artık. İkinci savaş ve soğuk savaş dönemlerinde özellikle komünist partiler birer devrim aracı olarak değil denge ve müdahale aracı olarak işlev kazanırlar. Birkaç aykırı örnek haricinde yasallık arayışı ve seçim politikaları bu işleve göre belirlenir.5

Sosyalist bloğun çözülüşü sosyalist hareketin tüm dünyada itibar ve güç kaybetmesi ile eş zamanlı olarak gerçekleşir. Henüz içinde olduğumuz üçüncü dönem, tarihin sonu çığlıkları ve kapitalizm içinde sonsuz demokrasi ve barış beklentileri ile başlar. Ne de olsa tüm ‘totaliter rejimler’ tarihe karışmıştır artık. Durumun hiç de vaaz edildiği gibi olmadığını biliyoruz, görüyoruz ve halen yaşıyoruz.

Özetlemek gerekirse sosyalistler açısından kapitalist ülkelerde seçimler; birinci dönemde büyüyen işçi sınıfının tek tek ülkelerdeki burjuva siyaset alanına müdahalesi, ikinci dönemde ise emperyalizm-sosyalizm kavgasında düşman kampında denge ve müdahale unsuru olmak anlamında işlev taşıdı. Üçüncü dönemde ne anlam taşıyacağı ise henüz belirsiz. Bu döneme ilişkin yalnızca kimi ipuçlarına sahibiz.

Sosyalistlerin henüz kayda değer bir seçim stratejisi ve dolayısı ile de başarısı yok bu dönemde. Sosyalist olmayan ama dikkat çeken örnekler ise Latin Amerika’daki halkçı hareketlerin ve Avrupa’daki radikal demokrasi çizgilerinin seçim başarıları oldu.

Uzun yıllardır yoksullukla boğuşan ve tarihi boyunca tıpkı bugün ABD’nin yapığı gibi emperyalist müdahalelerle boğuşan Güney Amerika Kıtası halen ayakta kalmayı başaran sosyalist Küba’nın varlığı ile dikkat çekiyor. İspanyol ve Portekiz sömürgesi olarak tarih sahnesine giren bu kıta, uzun bir anti-emperyalist mücadele geçmişine ve halkçı bir sol geleneğe de sahip. Brezilya, Bolivya, Nikaragua, Şili gibi ülkelerde bu geleneğin de etkisi ile solcu iktidarlar dönemi yaşandıysa da Venezuela deneyimi diğerlerinden bir adım öne çıktı. Hugo Chavez’in seçimlerle iktidara gelmesinin ardından bir askeri darbe girişimi ve sayısız emperyalist komplo atlatan bu ülkenin geleceği henüz belirsiz ve durum şimdilik çok da iyi görünmüyor. Seçimlerle işbaşı yapan ve 20 yıldır ülkeyi yöneten Chavistler; hem kıtada başka ülkelere örnek olmak açısında, hem de sosyalist Küba’ya nefes aldırmak anlamında çok önemli bir fayda sağladılar. Ancak programlarının ve iktidara gelmelerini sağlayan burjuva yasallığının sınırları bir adım daha öteye gitmelerinin önünde ciddi bir engel oluşturarak halkçı bir kapitalist ekonominin ne kadar kırılgan olduğunu açıkça kanıtladı.

Avrupa’ya gelirsek, radikal demokrasi tövbekar Marksistler tarafından ortaya atılan ve kavramın hakkını tam olarak veren post modern bir akım. Türkiye’de ÖDP’nin kuruluş döneminde ilk denemesi yapılan ancak başarısız olan, bugünkü HDP’nin ideolojik temelini oluşturan bu akım; üretim ilişkilerinin ve dolayısı ile işçi sınıfının başat rolünü reddediyor ve bugün ortaya çıkan ve aklınıza gelebilecek istisnasız tüm sorunları herhangi bir önem hiyerarşisi oluşturmadan aynı potada eritiyor.6 İlk dönemlerinde tek önemi yenilgiden kaçan eski Marksistlerin sığınma alanı işlevi görmesi olan bu hareket, yakın dönemde ise İspanya’da Podemos, İtalya’da beş yıldız hareketi gibi örneklerle öne çıkarken Yunanistan’da SYRIZA ile iktidara gelmeyi başardı. Henüz daha iktidarının ilk yılında onu iktidara taşıyan kemer sıkma politikaları karşıtlığı konumunu terk etti, kendi yaptırdığı halk oylamasında hayır sonucu çıkmasına rağmen AB emperyalizminin programını uygulamaya başladı. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta ise elbette ra-dikal demokrasinin tutarsızlığı değil. Zaten bir düşünce biçimi olarak ancak ‘şaka’ diye adlandırabilecek post modern herhangi bir akımın tutarsızlığını tartışmayı kendimize hakaret saymamız gerekir.7 Dikkat çekmek istediğimiz nokta, neredeyse yerden biten, sonuçları itibarı ile düzene hizmet eden ancak ortaya çıkışında doğrudan komplo aramanın yersiz olduğu bu kadar tutarsız bir akımın bile seçimlerde karşılık bulma şansının ortaya çıkmış olmasıdır. Radikal demokrasi kapsamında değerlendiremeyeceğimiz ancak bize göre yine ilginç bir örnek de İngiltere’nin geleneksel düzen partilerinden olan İşçi Partisi’ndeki Corbyn liderliği ve dolaysız emek yanlısı söylemi ile yakaladığı popülaritedir.

Üçüncü dönemin belirgin örnekleri bu kadar ve henüz açıkça Marksist olan bir akıma ait olmasa da özellikle kapitalizmin yaşadığı ideolojik ve siyasal bunalımın bir göstergesi olarak seçim düzleminde de belirli boşlukların oluştuğunu ve bu boşluklara hesapta olmayan aktörlerin yerleşebildiklerini görüyoruz. Burjuva seçim düzlemini de aşan devrimci bir strateji ve örgütlülüğün yoksunluğu ise düzene radikal demokrat bir eklemlenmeye ya da kapitalist-emperyalist sistemin saldırıları karşısında savunmasız durumda kalmaya yol açıyor.

Sosyalistler ise bir an önce sonuç alma beklentisi ile karşı karşıya kalıyor; strateji ve örgütlülük eksikliğini giderme yolunda atılacak düzenli adımları ötelemeyi tercih ediyor. Başarı gelmeyince de sorun söylemde ya da kişilerde aranıyor. Oysa sosyalistler, seçimleri gerçekten ciddiye almalı ve ona müdahale edecek gücü biriktirmeye ve stratejik aklı oluşturmaya bir an önce başlamalıdır. Yerel düzeyde de olsa gerçek bir birikime ve örgütlülüğe yaslanıldığında, doğru hazırlık yapıldığında nelerin başarılabileceğini görmek için ülkemizden uzağa gitmemiz gerekmiyor. Geçmişte Fatsa’ya, bugün ise Ovacık’a bakmak yeterli.

Dipnot

  1. K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Kitap, 2008, 19.
  2. F. Engels, [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’nin 1895 tarihli Almanca baskısına] Giriş, çev. Erkin Özalp, Fransız Üçlemesi, Yordam Kitap, 2016, 15.
  3. Bugün bildiğimiz anlamı ile sosyal demokrasi bu dönemde ortaya çıkar. Türkiye’den CHP’nin ve HDP’nin de üyesi olduğu günümüz sosyalist enternasyonali; Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan emperyalist paylaşım savaşında ulusal burjuvalarının yanında savaş yanlısı politika kararı alarak şovenist ihanetini gerçekleştiren ikinci enternasyonalin devamıdır.
  4. V.İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, 2008.
  5. İkinci dönemde gerçekleşen devrimler ya Kızıl Ordu’nun savaş sonrası özgürleştirdiği bölgelerde kurulan demokratik cumhuriyetler ya da sovyetlerin stratejisine göre hareket etmeyen grupların gerçekleştirdiği Küba ve Çin gibi örneklerdir. Şili’de ise Allende deneyimi seçimle işbaşı yapan Marksist bir hareketin yaşayacağı zorluklara dair önemli bir örnek sunuyor.
  6. E. Laclau, C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet Kardam, İletişim Yayınları, 2015.
  7. Postmodernizm konusunda keyifli vakit geçirmek isteyen okuyucularımıza internette “Sokal” ve “şaka” kelimelerini birlikte aratmayı öneriyoruz.