Türkiye sosyalist hareketinin bütünü için 1960’lı yıllar önemli bir referans noktası olagelmiştir. Tek tek farklı çizgideki hareketlerin kendi iç tarih yazımlarına bakıldığında dahi neredeyse sosyalist hareketin tümünün varlık gerekçelerini bu dönemdeki tartışmalarla ilişkilendirdiği söylenebilir. Dolayısıyla solda bugün var olan taraflaşmaları anlamak isteyen biri, öncelikle dönüp bu yılların tartışmalarına bakmalıdır.
Yukarıdaki ifadeler, sosyalist soldaki yaygın ezberin bir özeti sayılabilir. Ancak bize kalırsa bu bakış açısı hem gerçeklikle bağı açısından hem de yöntemsel açıdan sorunludur. İlk kısımdan başlayalım. Türkiye solu bugün hangi bölmelerden oluşuyor? Yapabileceğimiz herhangi bir tasnif ile 60’lı yılların tartışmaları arasında kurulabilecek ilişkinin derecesi nedir?
FKF yayınlarında bir süredir sosyalist hareketin iki ana eğilim arasında sıkıştığını söylüyoruz. Sosyalist solun güncel siyasal görevlere sırtını dönmesi biçiminde somutlanan apolitizm ve siyasal alanın içerisinde kalabilmek adına tarihsel perspektifi bir kenara iten pragmatizm.
Bu tasnifin güncellik karşısında izlenen strateji ve taktiklere ya da (daha çok) bunların yoksunluğuna dayandığı ilk bakışta fark edilebilecektir. Eğer bu sınıflandırma geçerli ise bahsettiğimiz tasnif ile 60’lı yıllarda girişilen bağımsızlık, demokrasi ve kalkınma problematikleri ve bu problematikler ekseninde şekillenen devrim stratejisi tartışmaları arasında ne kadar ilişki kurulabileceği oldukça şüphelidir.
Bu durumda, tarihsel referansları güçsüz bir tasnifimiz olduğunu ve bu tasnifi gözden geçirmemiz gerektiğini söyleyebilir miyiz? Bize kalırsa hayır!
Tasnifimizin temel olarak güncel referanslara dayanıyor oluşu iki temel nedenden kaynaklanmaktadır.
Bu nedenlerin ilki, Türkiye sosyalist hareketinin bugününde temel belirleyici etkenin Lukacsvari bir anlamsız nesnellik – güçsüz öznellik ikilemi olmasıdır. Türkiye sosyalist hareketi müdahale edemediği ve tam da bu yüzden anlamakta güçlük çektiği nesnelliğin kendisini güncel siyaset biçiminde dışavuran basıncı karşısında strateji geliştirme yeteneğini kaybetmekte ve bu hayati yeteneğin kaybı geriye kalan bütün ögeler üzerinde belirleyicilik sahibi olmaktadır. Burada apolitizm anlamlandırılamayana karşı kendini koruma, pragmatizm ise güçsüzlükten sıyrılmak adına durumu anlamadan içine dalma biçiminde semptomlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Güncel referanslara ağırlık veren bir tasnifi tercih etmemizin ikinci nedeni ise yazımızın başında bahsettiğimiz yöntemsel kaygı ile ilişkili.
Sanırım bu noktada yukarıda ortaya attığımız ikinci soruya dönmenin zamanı geldi?
Bu yanıt için ise Marx’a dönmemiz gerekiyor. Eğer yaptığımız bir Marksist tarih anlayışı tartışmasıysa, ki öyledir, ilk elden bir hatırlatmayla başlayabiliriz: “İnsan anatomisi de maymun anatomisinin bir anahtarıdır”.1 Marx’ın Grundrisse’de dile getirdiği bu sözler esasında Marx’ın tarihe yaklaşımına ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır. Benzer bir yaklaşım, Kapital’de de kendisini göstermektedir: “Sanayi bakımından daha gelişkin olan ülke, daha az gelişmiş olanına, yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir”.2 Bu iki alıntının ortak noktası, tarihe bakışta güncelliğin içerisinde barındırdığı dinamik ve çelişkilerin merkeze alınmasıdır. Buradan hareketle konumuza dönecek olursak… Yöntemsel olarak doğru olan sosyalist hareketin bugününü 60’lı yıllardan uzanan doğrusal çizgilerle açıklamak değildir. Aksine 60’lı yılların yerli yerine oturtulması ve anlaşılması için bugüne bakmak gerekmektedir.
Hemen bir yanlış anlaşılma olasılığını eleyelim. Kastımız sosyalist solun kendi bugününe bakarak 60’ları anlamasının ötesindedir. Sosyalist hareket ancak ve ancak ülkenin bugününe bakıp onunla anlamlı bir ilişki kurduğunda kendi geçmişi ile tutarlı bir bağ kurabilir pozisyona gelebilir. Ve 60’lar sosyalist hareketin kendi iç tarihi – ülkenin tarihi ilişkisi bağlamında bakıldığında kritik bir dönemeç noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla böylesi bir dönemle ilişki kurulması ülkenin güncelliğiyle kurulacak ilişkinin devrimcileştirilmesi bağlamında anlaşılabilir.
Buradan bir diğer önemli noktaya geçebiliriz. Sosyalist hareketin kendi tarihsel tutarlılığı (ve bu tarihin ülke tarihiyle tutarlılığı) da bir kendiliğindenlik biçiminde ortaya çıkmaz. Bu tutarlılığın sağlanması ancak bir öznenin ülke tarihine yönelik müdahalelerinin ürünü olacaktır. Ve tarih bu anlamıyla da yapılan bir şeydir.
Bunun yapılmadığı durumda karşımıza çıkan nedir?
İyi senaryoda, güncellikle bağlantısız güzellemeler ve kahramanlık hikayeleri… Kötü senaryo mu? Mesela, aşağıdaki sözlerin sahibi olan bir tarihsel figürün ardılı olduğu iddiasına sahip olup bugün yurtseverlikten bahsedenleri şovenizmle yaftalayan tuhaf unsurlar:“…nasıl silahını yitiren ordu, orduluk niteliğini yitirirse, yurtseverlik coşkusunu taşımayan devrimci de devrimcilik niteliğini yitirir. Yurtseverlik devrime inanış ve sorumluluk alabilme ve sorumluluktan kaçmama, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.”3
Durum böyle olduğunda ise bir sosyalist geleneğe taşınan aidiyet ideolojik ve politik niteliği bakımından Gümüşhane’nin Şiran ilçesinin nüfusuna kayıtlı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Peki bizim için?
60’lar Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ile ülke tarihinin çakıştığı özel bir konjonktürü ifade etmektedir. Bu çakışmayı yerli yerine oturtmak ise 1960’lardaki sol yükseliş ile ülkenin modernleşme tarihi arasındaki ilişkinin kurulması ile mümkün olacaktır. Bu anlamıyla, 1960’lar Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet deneyimleri sonrasında Türkiye modernleşme tarihinde dördüncü büyük atılım denemesini ifade etmektedir. Önceki üç deneme gibi kendisinden önce gelenlerin hem ardılı hem de radikal bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamıyla 1960’lar tek başına sosyalist hareketin kendi tarihinin değil, Türkiye’nin ilerleme çizgisinin de bir parçası olarak kavrandığında tam olarak anlaşılabilir. Önceki üç dalgayla olan kritik fark ise dördüncü dalganın bir iktidar deneyimi yaşayamamış oluşudur.
Dolayısıyla 1960’larla doğru bir ilişkilenme kurmanın yolu, sosyalist hareketin kendi tarihini (bir kez daha) ülkenin tarihi ile çakıştırmak ve sosyalist hareketin geçmiş birikimiyle kurulacak ilişkiyi bu çakışma üzerine inşa etmektir.
FKF hem güncel siyasetteki açılımlarıyla hem de son dönemde Türkiye Modernleşme Tarihi konusunda yürüttüğü (ve kısa zamanda ürünleri ortaya çıkacak olan) tartışmalarıyla bunu yapmaya çalışmaktadır.