Ümit Akçay İle Röportaj: “Reçete’ İktisatçılarda Değil, Emekçilerin Mevcut Duruma İtirazında”

Öncelikle röportaj isteğimizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Yeni Yazılar dergisi sayfalarında sizinle ilk kez röportaj yapıyor olmamız gerekçesiyle de merhaba diyerek başlayalım. Umarız sonraki sayılarda da tartışma fırsatı bulabiliriz.

Türkiye ekonomisinin sonunun nereye varacağı kestirilemeyen bir dar boğaza girdiği tespiti sanıyoruz artık herkesin malumu. Fakat krizin gerekçeleri konusunda bir fikir ortaklığı yok görünüyor. Sizce bu kriz dönemsel mi yoksa Türkiye ekonomisi açısından birtakım yapısal nedenlere işaret etmek mümkün mü?

Mümkün, hatta bunu yapmadığımızda ne olup bittiğini anlamamız zor. İçinden geçmekte olduğumuz süreci anlayabilmek için dört basamaklı bir kriz tanımından hareket ediyorum: sistematik krizler, yapısal krizler, birikim rejimi krizleri ve durumsal (contingent) krizler. Bu dörtlü tasnifi, aynı sıra ile ama bu sefer Türkiye’deki son gelişmeler üzerinden örnek vererek söylersem: kapitalizmin krizi, neoliberalizmin krizi, bağımlı finansallaşmanın krizi ve döviz krizi şeklinde somutlaştırabiliriz. Yapısal krizler, genellikle birikim rejimi krizleri ile durumsal krizlerin birleşiminden ortaya çıkıyor. Bu bağlamda düşünürsek, bağımlı finansallaşma rejiminin krizinin geçtiğimiz yaz aylarındaki döviz krizi ile birleşmesi sonucunda neoliberalizmin krizi ile karşılaşıyoruz. Bu tip bir ayrım şunun için önemli: hiyerarşik olarak bir alt düzeydeki kriz, bir üst düzeyin değişimine neden olmayabilir. Yani, her döviz krizi, bağımlı finansallaşmayı değiştirmeye yetmeyebilir. Ya da bağımlı finansallaşmanın krizi, yine neoliberalizm içinde kalınarak başka türlü çözümler bulunamayacağı anlamına gelmez. Nihayetinde, neoliberalizmin krizi, kapitalizmin sonu anlamına gelmeyebilir. Kısacası, Türkiye ekonomisindeki kriz, hakim birikim rejiminin, yani bağımlı finansallaşmanın krizidir. Ağustos ayındaki döviz krizi, 2013’ten itibaren yoğunlaşan birikim rejimi krizinin üçüncü halkasını oluşturmaktadır. Önümüzdeki aylarda kriz, ekonomik daralma yanısıra fiyatlar genel seviyesindeki artışın, yani enflasyonun yüksek olduğu bir dönemde hayata geçecek. Stagflasyon olarak tanımlanan bu eğilimi, bağımlı finansallaşmanın krizinin aldığı biçim olarak görebiliriz. Tüm bu süreçleri bir kenara bırakıp, sadece ‘kriz tek adam rejimi nedeniyle yaşanmıştır’ demek, ‘kriz dış güçlerin saldırısı nedeniyle yaşanmıştır’ demekle eşdeğer.

Cumhurbaşkanı’nın düşük faiz ısrarı sadece söylemsel olarak seçmeni etkileme çabası mı yoksa düşük faiz ile AKP’nin kurduğu rejim arasında bağlantı var mı?

AKP’nin iktidar stratejisi, neoliberal popülizm idi. Bu strateji 2002-2013 arasında iktidar açısından iyi işledi. Neoliberal popülizm, bir yandan sert bir kemer sıkma programı uygularken, diğer yandan bu programın yaratması muhtemel hoşnutsuzlukların törpülenmesi için geliştirilen mekanizmaların olduğu ve seçim kazanmaya yönelmiş bir politik-ekonomi strateji idi. Kısaca söylemek gerekirse, AKP’nin uyguladığı kemer sıkma programı, özelleştirmelere, enflasyon hedeflemesi sistemine ve emek piyasasının kuralsızlaştırılmasına dayanıyordu. Bu üç ayağa dayanan uygulamaların yattığı sorunsal ise sosyal ve finansal içerilme mekanizmaları ile telafi edildi. Neoliberal popülizm stratejisinin en önemli sonucu, örgütlü emek hareketini güçsüzleştirmesidir. Zaten 1980’den itibaren beri siyaset sınıf ekseninden ziyade kimlikler ekseninde yapılmaya zorlanmıştı. Bir anlamda siyasetin içeriksizleştirilmesi projesi uygulandı 1980 sonrasında. Ancak özellikle 1990’ların başında yeniden canlanan emek hareketi, emek hareketinin 1980’de -deyim yerindeyse- yaralandığını ama yere düşmediğini göstermiş oldu. Ancak AKP iktidarları sırasında kurulan neoliberal popülizm, özellikle örgütlü emek hareketini dağıttı. Bu anlamıyla AKP, 12 Eylül darbesinin tamamlayamadığı bir görevi, sermaye lehine yerine getirmiş oldu. Sorunuza bağlarsam: Faizin düşük olması, kısaca özetlediğim bu neoliberal popülizm stratejisi için hayati önemde.

Yani Cumhurbaşkanı’nın söyleminin maddi bir temeli var, 16 yıldır kendilerini iktidarda tutan formülün yeniden işlemesini istediğini belirtiyor. Ayrıca, düşük faiz talebinin, ağırlıkla TL ile iş yapan sermaye kesimlerinin de temel talebi olduğunu unutmamak gerekir.

Yazılarınızda hükümetin ekonomi politikalarının krizin yapısal nedenlerini çözmeye yönelik değil, etkilerini hafifletmeye yönelik planlandığını belirtiyorsunuz. Bunun da krizi ertelediğini ve temelde bir ‘’geleceğe kaçma’’ yöntemi olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu kırılgan denge durumunun daha fazla uzatılması mümkün mü? Ya da tersinden bu ekonomi politikalarına bir vade biçebilir miyiz?

‘Geleceğe kaçma’, esasında kapitalizmde kredinin temel işlevi. Finansallaşma ise, sermaye açısından geleceğe kaçışı mümkün kılan ekonomi politikalarının bütünü. Türkiye’ye geldiğimizde ise, üretimin bağımlı yapısının bir sonucu olarak finansallaşma, bağımlı finansallaşma olarak gerçekleşti. Bağımlı finansallaşma, hem hükümetleri kredi kanalını kullanarak geleceğe kaçış stratejisini uyguladıklarını, hem de bunun sınırları olduğunu işaret ediyor. Kabaca 2002-2013 arasında hükümet karşılaştığı ekonomik sorunları daha fazla borçlanma ile geleceğe erteleyebildi. 2013 sonrasında bunu yapmak daha zorlaştı ancak, özellikle 2015 seçimleri ile başlayan, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında yoğunlaşan ekonomik ve siyasi zorlukların aşılmasında ve sonuçta da rejim değişiminde, kredi genişlemesine dayanan sorunları geleceğe erteleme stratejisi işe yaradı. Yani şu anda yaşadığımız kriz, esasında önceki dönemde yaşanması gereken ancak siyasi nedenlerle ertelenen kriz. Bu kırılgan denge durumu uzatılabilir. Bu sermaye girişlerinin sürmesine bağlı. Sermaye girişleri sürdükçe Türkiye ekonomisi büyümeye devam edecektir. Ancak bu tip bir büyüme, sadece sorunları daha da artıran, bir sonraki krizin daha şiddetli olmasına neden olacak olan bir büyüme olabilir. 2013’ten beri yaşadığımız bu. Önümüzdeki dönem için bir tahmin yapmak çok zor. Döviz krizinin etkileri şu anda ekonomiye yayılıyor. Eylül ayından itibaren sert bir ekonomik daralmanın yaşanmaya başladığını tahmin ediyorum. Rakamlar açıklandığında bunun boyutlarını göreceğiz. 2019 yılını kapsayacak bir ekonomik durgunluktan bahsediyoruz. Buradan çıkış, sermaye hareketlerinin canlanması neticesinde sağlansa dahi, üretim yapısı değişmedikçe bir süre sonra karşılaşacağımız sonuç aynı olacaktır.

Korkut Boratav halihazırda IMF’siz bir IMF programı uygulandığını söylüyor. Kimi ekonomistler de bu durumun geçici olduğunu ve Türkiye ekonomisinin IMF’nin kapısını er ya da geç çalmak zorunda kalacağını iddia ediyor. Gerçekten de söylendiği gibi IMF’ye başvurmak kaçınılmaz mı?

Korkut hoca, Nisan ayında IMF tarafından açıklanan Türkiye değerlendirmesindeki çerçeve ile Yeni EKonomi Programı’nın (YEP) çerçevesini karşılaştırarak benzerliklere dikkat çekiyor. Haklı da. YEP, IMF’siz bir IMF programıdır. Başarılı olacağı çok şüpheli, zira bu tip bir program sermaye çevrelerinin ikna edilmesine ve kaynak girişinin yeniden başlamasına bağlı. Ancak, IMF’ye eninde sonunda gidileceğini, hatta gidilmesi gerektiğini savunmak ve sanki bu seçeceğin hükümetin cezalandırması anlamına geldiğini düşünmek oldukça sorunlu bir bakış açısı. IMF konusunda bu denli büyük bir kafa karışıklığı olduğunu görmek beni çok şaşırtıyor. Özellikle kendisini solda tarif edenlerin dahi, bir IMF programı ile hükümetin savruk harcamalarının önlenebileceği, hatta rüşvet ve yolsuzluğun son bulabileceği gibi argümanları savunabildiğini görüyorum. Bu konuda çok net olmak gerekiyor: AKP otoritarizminin ilacı piyasa otoriterizmi olamaz. Buradaki mesela hükümetin IMF’ye başvurup başvurmamasından ziyade, uyguladığı ekonomi programının niteliği. O da tipik IMF önerilerinde olan çerçevenin dışına çıkmış değil. Önemli olan bu ve buna karşı çıkmak, alternatifler geliştirmek gerekiyor.

Esra Çeviker Gürakar Kayırma Ekonomisi başlıklı çalışmasında sermayenin paylaşım mekanizmalarının son on altı yıl içinde nasıl siyasal saikler üzerinden belirlenir hale geldiğini ortaya koyuyor. Buradan baktığımızda krizin iktidar açısından bir anlamda beka sorunu taşıdığını ifade etmek mümkün. Sizce bu koşullarda kayırmacılığın devam etmesi mümkün mü?

AKP döneminde sistematik hale gelse de, ‘kayırmacılık’ olarak ifade edilen ilişki, devlet ile sermaye kesimleri arasında her zaman mevcuttu ve bu durum Türkiye’ye özgü değil. Esra hocanın kitabı, bunun nasıl sistematik hale getirildiğini göstermesi açısından da önemli. Mevcut iktidar açısından güncel sorun, nimetlerin dağıtılması değil masrafların paylaştırılmasıdır. Nasıl AKP, başından berri farklı sermaye fraksiyonları arasında bir koalisyon olarak işlev gördüyse, şu anda da kriz nedeniyle oluşan maliyeti kimin ödeyeceği konusu, sermaye fraksiyonları arasında bir mücadeleye dönüş durumda. Bir başka ifadeyle, kriz dönemleri sadece dikey sınıf mücadelesinin, yani işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin değil, aynı zamanda yatay sınıf mücadelelerinin, yani egemen sınıf içi ve işçi sınıfı içi mücadelelerin de yoğunlaştığı zamanlardır. Bu bağlamda, örneğin, Ağustos’taki döviz krizi sonucunda batan firmaların oluşturduğu maliyetin, finans ve sanayi kesimi arasında, yerli bankalar ile yabancı bankalar arasında, küçük sermaye ile büyük sermaye arasında ya da döviz kredisine erişimi olan ile olmayan sermaye kesimleri arasında nasıl bölüştürüleceği, iktidarın en önemli sorunlarından biri. Bu durum, mevcut iktidar ve sermaye kesimleri açısından zaten var olan karşılıklı bağımlılık ilişkisini daha da sağlamlaştırıyor. Her bir sermaye kesimi, krizin etkilerini azaltabilmek için iktidara daha fazla yanaşırken, mevcut iktidar da krizin etkilerini hafifletebilmek için peşi sıra firma kurtarma paketleri ve vergi indirim kampanyaları ilan ediyor.

Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş başlıklı kitabınızda küresel ölçekte yaratılan borçlanma mekanizmaları üzerinden toplumun alt tabakalarının da sisteme içeriminin sağlandığını ifade ediyorsunuz. Küresel kapitalizm bu mekanizmaların devamlılığını sağlayabilecek mi? Sağlayamadığı durumda sizce emekçi kesimleri nasıl bir gelecek bekliyor?

Yoksulların finansal sistem tarafından içerilmesi, 1990’lı yıllarda ABD’de oluşan Yeni Finansal Mimari’nin en önemli unsurlarından idi. Bunu iki temel mekanizma mümkün kıldı. İlki risk transferi ikinci de menkul kıymetleştirme idi. Bu ikisi sayesinde, bankacılık sistemi, batma riski yüksek olan kredileri, daha az riskli kredilerle birleştirerek ortaya çıkan gelir akımlarına dayanan yeni finansal ürünler yarattı. Bu süreç, bankacılık (ve gölge bankacılık) sisteminin giderek daha riskli alanlara (yoksullara) yönelmesini mümkün kıldı. Ancak borçlular borçlarını geri ödemekte zorlanınca, borçların geri ödenmesine dayanan tüm finansal mimari çöktü. Kısaca 2007-8 çöküşünün ABD’deki hikayesi bu. Kriz sonrasında yapılanlara bakarsak, kriz öncesinde finansal çöküş ile sonuçlanan mekanizmanın değişmediğini görüyoruz. Bir başka ifadeyle, önümüzdeki dönemde yeni bir çöküşün yaşanmayacağını ileri sürmek neredeyse mümkün değil. Bunun dışında, farklı kesinlerin borçluluk seviyelerine baktığımızda, ABD, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler için hanehalkı borcunun yüzde 20’nin üzerinde arttığını görüyoruz. Hanehalkı borcu yanında, krizin borç dinamikleri açısından esas sonucu kamu borcunun artmasıdır. Özellikle finans sisteminin kurtarılması ve özel zararın kamuya transfer edilmesinin bir sonucu olarak günümüzde pek çok ülkede devlet, kriz öncesine göre daha borçlu. Kriz sonrası uygulanan ekonomi politikalarında faizin düşürülmesi ve miktarsal genişleme gibi önlemlerin yoğun olarak kullanılması, bir sonraki finansal çöküşte, para politikasının hareket alanını daha da daraltıyor. Kısacası, bir sonraki küresel kriz, devletlerin daha borçlu olduğu, yani maliye politikası alanının daraldığı, para politikasının ise sınırlarına ulaşıldığı bir konjonktürde başlamış olacak. 2008 krizi sonrasında, kriz öncesinde, bizzat krizin tetiklenmesine kritik önemi olan politikalar değişmeden uygulanmaya devam etti. Bu emekçiler açısından bir yıkım demekti. 2008 sonrası dönemin bir başka özelliği de, ekonomi politikalarındaki bu değişmezliğin, siyasi düzlemde sağ-popülizmin hatta bazı ülkelerde de doğrudan faşizmin yükselmesine neden olması idi. Önümüzdeki dönemde gerek küresel düzlemde gerekse her bir ulus devlet içinde sol bir dalga yakalanamazsa, emekçilerin önündeki seçenekler piyasacı sağ ile faşist sağ olacak.

Son olarak, farklı iktisadi ekoller muhtelif çözüm yolları öneriyor. Peki sizce reçeteyi nerede aramak gerekir?

Bu tip tartışmalarda iktisatçılara gereğinden fazla önem verildiğini düşünüyorum. Zira farklı ekollerin önerdiği çözümlerin her biri, bunların siyaseten mümkün olup olmamasına bağlı. Yani, krizleri yaşamamızın nedeni iktisadi olarak daha iyi modellerin mevcut olmaması değil. İktisatçıların önereceği mükemmel planlar, bir siyasi programın parçası olmadığı sürece pratikte bir anlam ifade etmeyecektir. O nedenle ‘reçete’ iktisatçılarda değil, emekçilerin mevcut duruma itirazında, kendi çıkarlarına sahip çıkmalarında ve bunun geniş anlamda siyasetini örecek sol inisiyatiflerde, öznelerde. Elbette gerek mevcut sisteme itirazın geliştirilmesi, gerekse alternatif seçeneklerin ortaya konulmasında ana akım dışındaki iktisatçıların üzerine düşeni yapması gerekiyor. Bu konuda belki bir parantez açarak, çuvaldızı kendimize batırmanın gerektiğini düşünüyorum. Solcu iktisatçıların işi, ana akım iktisatçılara göre daha zor. Eleştirel iktisatçının, hem sistemin nasıl işlediği ve bunun ana akım tarafından nasıl teorize edildiğini iyi bilmesi, hem de bunun eleştirisini yapabilmek için eleştirel politik ekonomi geleneğini ve bu geleneğin içinden çıkan kavramsal araçları iyi kullanmasını becermesi gerekiyor. Buna karşın bizde genellikle olan, günceli takip etmekten ziyade, krizi sadece kitabi referanslarla tartışmaya ve anlamaya çalışmak yaygın. Bu bir yanıyla solda duran akademik iktisatçıların entelektüel konformizmi ile ilgili. Marks’tan bol alıntıların yapıldığı ve konuyu ‘kapitalizmin krizi’ düzeyinde açıklayan metinlerin, özellikle sol tarafından eleştirilme ihtimali daha az. Ancak bu tip metinlerin gerek analitik olarak güncel krizi anlamadaki gücü, gerekse stratejik olarak emek hareketine katkısı, sanıldığından daha az. Bu ‘hatalı eğilimin’ diğer ucu, krizin sistematik ve yapısal unsurlarına hiç değinmeden, sorunu sadece ‘tek-adam’ rejimine bğlayan aktör-yönelimli kriz açıklamaları. Bu konuda yapılması gereken, dinamik bir analiz ile hem yapısal/birikim rejimine dair özellikleri, hem de bunların yarattığı olanaklar ve sınırlılıklar içerisinde hareket eden aktörlerin sürece etkilerini bir arada ele alacak analiz çerçevesinin geliştirilmesi ve uygulanması. Sorunuza dönersem, eleştirel siyasi iktisat geleneği az önce işaret ettiğim iki ‘hatalı eğilimin’ de dışında kalarak kuvvetli alternatifler önermeye yeterli kavramsal araçlara sahip. Önemli olan bu tip önerilerin anlamlı hale geleceği bir siyasal ortamın yaratılabilmesinde.