Sen Ölenlerle Karşılaştın Bense Yeni Doğanlarla

Soytarı: Biri denizde, biri karada öyle bir manzara gördüm ki! Buna deniz diyemem artık, şimdi tamamı gök oldu; ikisinin arasına bir saç iğnesinin ucunu bile sokamazsın.

Yaşlı Çoban: Eee evlat, nasıl oluyormuş bu?

Soytarı: Nasıl köpürdüğünü, nasıl kudurduğunu, kıyılara nasıl çarptığını görmeliydin; ama demek istediğim bu değil. Asıl o zavallıcıkların yürek parçalayan çığlıkları! Bir görünüp bir kaybolurlar; bir bakıyorsun tekne sancak direğiyle ayı delecekmiş gibi yükseliyor, bir bakıyorsun fıçının içine atılan bir şişe tıpası gibi köpükler tarafından yutuluyor. Karadaki piyadeye gelince, ayı koparınca adamın kürek kemiğini adamcağız öyle bir çığlık attı ki imdat diye; adının Antigonus olduğunu söylüyordu, bir asilzadeymiş! Deniz bir anda yutunca teknenin de sonu geldi; ama önce nasıl bağırdıklarını, denizin onlarla nasıl alay ettiklerini söylemeliyim, o zavallı centilmen bağırırken ayı da onunla alay ediyordu; her iki taraftan da denizin ve havanın gümbürtüsünden daha fazla haykırış yükseliyordu.

(…)

Yaşlı Çoban: Bunlar acı şeyler, çok acı! Bir de şuna bak evlat. Şükret haline; sen ölenlerle karşılaştın bense yeni doğanlarla. İşte sana manzara: …1

Shakespeare’in Kış Masalı adlı oyunundan bir kesit. Aslında hepimizin yaşamından bir kesit. Aslında ne kadar da tanıdık… Gördükleri karşısında dehşete düşmüş bir adam. Gördüklerini öyle bir anlatıyor ki karşısındakinin etkilenmemesi, kendisinin de anlatılırken o duyguya geçmemesi imkânsız.

Günlük yaşantımızdaki sohbetlerimizde buna benzer konuşmaların geçmediğini kim bilebilir? Üniversitedeki sıra arkadaşlarımızdan ders anlatan akademisyene, selam verdiğimiz manavdan televizyonda dinlediğimiz ekonomiste, öğüt veren ailemizden muhalefet partilerinin başkanlarına, fabrikadaki işçiden sendika yöneticisine, derse girdiğimiz liselerden – üniversitelerden iş sahibi olduktan sonra meslek odalarına kadar yeniden üretilen bir dehşete düşmüşlük hali.

Her zaman değil, herkeste değil.

Ama şunlar tanıdık gelecektir:

“Artık sistemi de istedikleri gib değiştirdiler. On altı yıldır iktidardalar. Bundan sonra onları kimse durduramaz. Senin benim yapmamla olacak iş değil. Çok güçlüler, ellerinde her türlü yetki var. Hem biz istesek de ne yapabilir ki?”

“Görmüyor musun, insanlar artık şikâyet edemez hale geldi. Şikâyet etsen ne olacak? Zaten memnun olmayanı, şikâyet edeni de susturuyorlar. Hem bu millet böyle oldukça daha çok kazanırlar.”

“Bırak anlatmaya konuşmaya değmez artık. Bıktım bu ülkenin dertlerinden. Hem Doğu Afrika öyle mi? Gideceğim oraya bir bar açacağım. Bu ülkede yaşanmaz artık.”

“155’i ararım.”

“Adam kazandı.”

“Olabilir mi böyle bir şey?”

Bir de bunları arka arkaya söylenen cümle halinde, bir paragraf olarak hatta farklı bağlamlarda örnekler, zengin betimlemeler ve büyük bedensel hareketlerle düşünelim. Gözümüzün önünde bir dehşete düşmüşlük hali canlanıyorsa bu asla gözlerimizin suçu olmayacaktır. Çünkü yaşamsal olanın her alanda kendisini gerçekleştirme isteğinden mahrum, bu isteği küçümseyen, bu isteğin enerjisinden azade, bu isteği politik olarak kavrayamayan ve bu isteği politik olarak var etmekten çok uzak yaşam biçimleri var etrafımızda.

Her zaman değil, her yerde değil.

Yine de yaşamsal olanın örgütlenmesinde var olmadıkça örgütlü yaşamların istekleri altında ezilen, savrulan ve gördüğü herkese bu sahneyi tekrardan anlatan bu yaşam biçimlerinden kurtulmamız lazım. Hatta kurtulmak yetmez onları da kurtarmak lazım.

Büyük bir kahramanlık örneği değil bahsettiğimiz. Kahramanlara gerek kalmayacak kadar sıradan ve yaşamsal bir örgütlülük hali gerekiyor. Bir ezberdir, zaten bu yüzden en başa yazılır: örgütlü olmak. Bugün yapılanlara karşı çıkarken onları yapanların örgütlü olduğunu, en küçük cemaatinden tarihsel olan devletine karşı örgütlü yapılar içerisinde bu yapma halini gerçekleştirdiklerini görmezsek hiçbir şey yapamayız. Bu yüzden ne olursa olsun örgütlenmeli ve örgütlü yapıları büyütürken kendimizi de büyütmeliyiz.

Örgütlenmenin değişik sebepleri olabilir. Zaman, bu sebeplerin öznede sürtünmesidir. Mekân ise yaşamdır. Dolayısıyla yaşamaya dair, yaşadığı yere dair meselesi olan; bu meselenin peşinde ayaklarını, ellerini ufalayan bir özne sürtünmenin şiddetini her zaman daha az hissedecektir. Tıpkı, içimizdeki bütün çelişkilerin bizi bir bütün olarak dışarıya göstermesi gibi. Yaşamsal olanda bir meseleyi örgütlü olarak büyütmeli onun peşinde gidebildiğimiz kadar gitmeliyiz. Bu tek bir mesele olabileceği gibi bütün meselelerin çözümüne dair bir bakış açısını örgütlemek de olabilir.

Herkesin belirgi özelliği değildir ama biraz da inatçı olmak gerekir. Hatta daha direngen bir sözcük olarak uzlaşmaz bir tavır içerisine girmek kendimizi anlatma konusunda, meselemizi var etme konusunda bize güç verecektir. Bu inatçılık, uzlaşmaz olan tavır karikatürize bir hale dönüşmemelidir. Bunun en büyük örneğini söylemsel olanın ön plana çıktığı sosyal medya gibi alanlarda görebiliriz. Söylemsel olana ağırlık veren, kendisini orada var eden, yaşamını orada kurmaya çalışan bir yaşam biçimi olarak belli konularda sadece oradan tepki veren ama verdiği tepkiyi de en üst boyuta taşıyan bir uzlaşmazlık halinden bahsedilebilir. Gerçekliği değiştiremeyen bir tepkisellik halinde inatçı olmak bir yerden sonra büyük sözlerin arasında sahte bir gerçeklik yaratarak uzlaşmaz olan tavrı karikatürize bir hale sokmaktır. Tepkilerimizi gerçek kılacak, gerçekleri değiştirebilecek, sözlerimizi gerçekle sınayacak bir mücadele biçimi bizi bu samimiyetsizlikten kurtarabilir.

Elbette, bütün bu söylediklerimizi başka bir yerde değil, her gün uyandığımızda gözlerimizi açtığımız yerde, burada yapacağız. Burayı yani memleketi her haliyle sahiplenecek ve onu ileriye taşıyacak şekilde bir meseleyi büyüteceğiz. Bu ülkeden bir şey olmaz, artık bu ülkede yaşanmaz diyerek memleket ile duygusal bağını kaybetmiş insanlarla değil, belki onları da kazanarak ama daha öncesinde kendimizi buraya ait hissederek yapmalıyız. Yani, ilk önce kendimizi bu memlekete kazandırmalı daha sonra bu memleket ile duygusal bağını kaybetmiş insanları kazanmaya çalışmalıyız.

Biz Gezi Parkı’nın çimlerinden, ODTÜ’nün ayaklarından, Cerrattepe’nin barikatlarından, Yırca’nın ölmez ağaçlarından, Mülkiye’nin koridorlarından geliyoruz. Biz yeni doğanları gördük. Yeni doğanlar olarak birbirimizin gözünün içine bakarak büyüdük. İşte sana manzara: bu gördüklerin, yaşadıklarındır. Ya ölenlerle karşılaşanları, o dehşete düşmüş hallerini her gün dinleyecek her gün yeniden bu sahneyi canlandırmalarına maruz kalacağız, izin vereceğiz ya da yeni doğanları, kendimizi göstereceğiz. Unutmayalım, onlar ölenlerle karşılaştı, bizse yeni doğanlarla.

Dipnot

  1. William Shakespeare, Kış Masalı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017), 64.