Önceki yazıda, özellikle Ağustos ve Eylül aylarında yoğunlaşan TL’deki büyük değer kaybının nedenlerine ve olası seyrine değinmişi ABD ile yaşanan kriz, Avrupa Birliği (AB) ile yakınlaşma, Rusya ve Çin ile kurulan ilişkilerin Türkiye kapitalizmi için Batı’ya alternatif olup olmadığı ile AKP iktidarının krizi yönetme stratejilerini sonraki yazılara bırakmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim…
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, nam-ı diğer damat, Dolar/TL kurunda son haftalarda kaydedilen düşüşle birlikte “En kötüsü geride kaldı, ekonomide dengelem süreci başladı” cümlesini diline doladı. Ancak ne en kötüsü geride kalmış durumda, ne de yaşanan bir “dengelenme” süreci…
Papazla başlamadı, papazla da bitmedi
2018’e 3.78 ile başlayan Dolar/TL kuru, Ağustos’ta 7.23 seviyesine kadar çıktıktan sonra, bu yazı yazıldığı sırada 5.40 seviyesinde bulunuyor. Ekonomi küçüldüğü, ithalat azaldığı, dolayısıyla döviz ihtiyacının kısmen azaldığı bir konjonktürde kurda kısmı düşüşler olması normal. Öte yandan, son dönemdeki değer kazancına rağmen yılın başına göre kur, yüzde 42 yukarıda. Bu da TL’yi, Arjantin Pezosu’nun ardından 2018’de Dolar karşısında e çok değer kaybeden para birimi yapıyor. Daha vahimi, tüm üretim yapısı ithalata ve dış borca bağlı olan, aldığı borcu da üretken olmayan inşaat projelerine gömen Türkiye kapitalizmi, Türk Lirası’nı para (currency) olmanın temel vasıflarını sağlayamaz hale getirmiş durumda. Orta ve uzun vadede istikrarlı olarak değer kaybeden, kısa vadede ise rekor düzeyde dalgalanan bir para ile fiyatlama mekanizmasının düzgün bir şekilde çalışması, üretim ve yatırım maliyeti hesaplanması ya da uzun vadeli tasarruf yapılması mümkün değil. Nitekim ekonomideki dolarizasyon azalmak bir yana artıyor. Yurt içi yerleşiklerin dolar mevduatları artmaya devam ederken, dış ticarette, aksi yöndeki hamasi tüm söylemlere rağmen, TL’nin payı düşüyor. Özetle, ABD’li rahip Rahip Brunson’un tutuklanmasıyla başlayan kriz, esir pazarlığında pes edip kendisinin ABD’ye gönderilmesiyle de bitmedi.
Kriz üretimi vuruyor
Dolar kuru, ekonominin bir nevi barometresi olarak görüldüğü için önemli ancak ekonominin nereye gittiğini görmek için sanayi üretimine yani gerçek ekonomiye bakmakta fayda var. Eylül’de sanayi üretiminde hem aylık hem de yıllık bazda yüzde 2.7 gibi sert bir daralma gerçekleşti. Güven endeksleri ve PMI verileri, sanayideki daralmanın Ekim ve Kasım aylarında da sürdüğünü gösteriyor. Dış sermaye akımlarına göbekten bağlı Türkiye ekonomisi, bu girişlerin önce azalması sonra da tersine dönerek çıkmaya başlamasıyla yaz aylarında kur krizi yaşamıştı. Kurun yanı sıra kredi faizlerinin de sıçramasıyla kriz, reel ekonomiye sıçramış durumda. Bankaların kredi hacmi sert biçimde daralıyor. 2017’de yüzde 7.4 büyüyen Türkiye ekonomisinin, 2018’in üçüncü çeyreğinde yüzde 0 ile yerinde sayması, 2018’in son çeyreğinden başlayarak ise birkaç çeyrek boyunca küçülmesi bekleniyor.
Kasım sonu itibarıyla resmi verilere göre 500’ü aşkın firmanın borçlarını çeviremeyerek konkordato talep etmesi, sorunlu kredi oranının yüzde 14 seviyelerine ulaşması, ekonomide yaşanan bir ‘dengelenme’ değil kriz olduğunu en kötünün geride kaldığını söylemenin mümkün olmadığına işaret ediyor.
Bir önceki yazıda ekonominin kur-faiz-enflasyon kısır döngüsüne girdiğini belirtmiş ve yaşananın sadece bir ekonomik kriz değil aynı zamanda dış borca ithal girdiye ve inşaata dayalı mevcut sermaye birikim rejiminin krizi olduğuna değinmiştik. Öyle ki, Türkiye’nin önemli şirketlerinden birinin üst yöneticisi, daha önceki krizlerden ayrı bunun özel sektörün yüksek döviz borcundan kaynaklı reel sektör krizi olduğunu hatırlatarak “Bu diğerlerinden çok farkı, ilk kez karşılaştığımız bir kriz” diyor. Peki, bunun karşısında iktidar ne yapıyor? Türkiye’nin bu bataktan çıkması için üretim ekonomisine geçmesi, imalat sanayine ve teknoloji yatırımlarına öncelik vermesi, ithalata ve dış borca bağımlılıktan kurtulmadı gerekiyor. Ancak ne sermaye sınıfının ne de sermaye sınıfını temsil eden AKP iktidarının böyle büyük projeler üretip gerçekleştirme kapasitesi var. Onlar günü kurtarmanın, borçları ve batık kredileri halkın sırtına yıkmanın derdinde.
Hesapsızca yapılan ve satılamayan yüz binlerce konutun, Emlak Bankası aracılığıyla devlet tarafından satın alınması planı; bankalardaki yüzlerce milyar liralık sorunlu kredinin kamunun üzerine yıkması girişimleri; İşsizlik Fonu’ndaki paranın piyasa ortalamasının yarısı faizle kamu bankalarına aktarılması adımları… Bunlar faturayı halka kesmek için atılan adımlardan sadece birkaçı. Ancak hem sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki çekişme hem de bunların yapılması için devletin de büyük ek finansmana ihtiyacı olduğu için plan ve girişimlerin kolayca hayata geçmesi, hele ki seçimler öncesinde pek kolay görünmüyor.
Öte yandan, asgari ücret zammını düşük tutmak için yıl sonunda geçici olarak ve zorla enflasyonu düşürme çabaları sürüyor. Yılın son üç ayı için hükümet talimatıyla başlatılan ‘Enflasyonla Topyekün Mücadele’ programı birkaç ürün dışında işe yaramazken, vergi indirimleri, petrol fiyatı ile kurdaki kısmi düşüş ve ekonomideki daralmaya paralel azalan taleple birlikte enflasyon kasımda yüzde 21 seviyesine çekildi. Ancak Merkez Bankası (TCMB) dâhil kimse enflasyonda kalıcı bir düşüşün başladığını söyleyemiyor. Patates ve soğan gibi hemen hemen dünyanın her ülkesinde üretilen ürünlerde bile, fiyat istikrarı sağlanamıyor. Yıl sonunda birkaç aylığına konut, otomotiv ve mobilya sektörüne nefes aldırmak için getirilen vergi indirimleriyle gelen enflasyon düşüşü, beraberinde zoraki faiz indirimi gelebilir endişesiyle zaten kırılgan olan piyasaları dalgalandırabiliyor.
Sanayileşmek için kamuculuk şart
Aslında üstteki iki grafik durumu çok çarpıcı biçimde gösteriyor. Artan borçluluk ve sanayileşememe, tabloyu özetliyor. İthalata ve dış borca bağımlılık, sanayileşememe sorunu, buğdayın bile ithal ediliyor olması, akla ister istemez Osmanlı’nın son dönemlerini getiriyor. 1854’te Kırım Savaşı sırasında alınmaya başlanan dış borçlar, 1881’de Duyun-u Umumiye’nin kurulması ve İngiliz Fransız, Alman, İtalyan ve Hollandalı bürokratların Osmanlı’nın vergi gelirlerine doğrudan el koyması, çöküşe giden sürecin en çarpıcı örneklerinden biri olmuştu. Korkut Boratav’ın anlatımıyla Osmanlı’nın son yıllarında İç Anadolu’dan İstanbul’a buğday nakletmek, New York’tan buğday ithal etmekten yüzde 75 daha pahalıydı. İstanbul hububat tüketimini büyük ölçüde Avrupa ve Afrika kaynaklı unlardan sağlıyordu. Cumhuriyet devrimi, dış borç ve kapitülasyon esaretine son verirken, özellikle 1930’larda devlet eliyle sanayileşme ve demiryolu hamlesi başlatarak bataktan çıkışın adımlarını atmıştı. Türkiye’yi ayakta tutan büyük üretim tesisleri hep kamunun imzasını taşıdı. Aydınlanma hamlesi de bu maddi zemine yaslandı.
Krizden krize sürüklenme döngüsüne son vermek için Türkiye’nin tekrar sanayileşme hamlesine, tekrar aydınlanmaya, akla ve bilime, bunun için de kamuculuğa ihtiyacı var.