Türkiye’nin Cumhuriyetçi Birikimiyle Nasıl İlişki Kuruyoruz?

Sosyalist hareketin Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimiyle ilişkisi, henüz yeterli olgunluğa kavuşturulamamış bir tartışma başlığıdır. Bu tartışmanın yakın zamanda tanık olduğumuz gibi seçim dönemlerinde gündemde daha fazla yer bulması da yeterli değildir çünkü Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimiyle ilişki konusu, seçim taktiklerine ya da cumhuriyetçi kitlelere nasıl seslenileceğine indirgenebilecek bir konu değildir. Mesele büyük ya da küçük bir toplumsallıkla değil, bir tarihsel mirasla nasıl ilişki kurulacağına dairdir.

Fikir Kulüpleri Federasyonu beş yıllık geçmişinde ülkenin cumhuriyetçi birikimiyle devrimci bir ilişkinin nasıl kurulacağının olumlu bir örneğini yarattı ancak bu yetmiyor. Asli görevlerini unutarak apolitizmle pragmatizm arasında sıkışan Türkiye solunun devrimcileşerek yeniden kurulması için solun kendi tarihsel zeminiyle ilişkisinin doğru tanımlanması, köşeleri belirginleşmiş olan tanımlamanın ayrıntılandırılması gerekiyor.

Aydınlanma mirası ve Fransz Devrimi

Immanuel Kant, “Aydınlanma nedir?” sorusuna “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır” biçiminde yanıt veriyor ve devam ediyor. “Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.” 1 İnsanın yeniden ergin hale gelmesi ise egemenlik ilişkilerinin üzerlerindeki mistik örtü kaldırılarak akılla kavranabilir biçimde açıklanması anlamına geliyordu. Aydınlanmanın aklı egemen kılmasına giden yolu açan, Rönesans düşünürlerinden Niccolo Machiavelli’ydi.

Politikayı ahlak ve dinden ayrı yasaları olan özerk bir eylem olarak gören Machiavelli2, olması gereken yerine olana odaklanmış, eylemlerini Kutsal Kitap’a değil yaşanmış deneyimlerin nesnel değerlendirmesine referansla biçimlendirmiştir.3 Machiavelli, bu yaklaşımını “Bir manzara resmi yapmak isteyenler, dağların ve yüksek yerlerin yapısını ve görünümünü yakalamak için nasıl ovalara inerlerse ve, buna karşılık, ovaları resmetmek için nasıl yükseklere çıkarlarsa, aynı şekilde halkların tabiatını iyi tanımak için, hükümdar, hükümdarı tanımak için de halk olmak gerekir” şeklinde ifade etmektedir.4

Machiavelli’nin politikaya akılcı yaklaşımını, 18. yüzyılda dogmaya karşı aklın başkaldırısını temsil eden Fransız Aydınlanması izledi. Fransız Devriminin kral ve kilise karşıtı radikalizmini hazırlayan ve entelektüel alanda bu radikalizmi müjdeleyen Aydınlanma düşünürleri radikal bir ateizmi benimsiyorlar ve dinlerin tiranlığı onayladıkları, dinlerin cehaleti besledikleri ve ezeli ve ebedi maddenin tanrılara ihtiyaç duymadığı gibi temel tezleri savunuyorlardı.

Bağnazlığın yıkıcı eleştirisi olan Aydınlanmanın kısıtlarını tartışmaya açarak Aydınlanma ile Marksizm arasında köprü işlevi kazanan ise mülkiyetin gelişimiyle belirginleşen uygar yaşamı kötülüğün kaynağı olarak gören ve bu nedenle burjuvazinin hışmını çeken “Aydınlanmanın baş kişisi “Jean-Jacques Rousseau”ydu.5 Örnek yurttaşın nasıl yetiştirileceğini işlediği pedagoji kitabı Emile’de bir köylü kadının bir prensin metresinden daha ahlaklı olabileceğini yazan Rousseau Fransa’dan kaçmak zorunda kalmış ancak hem Emile’de hem de mülkiyetin ihtiyaca göre dağıldığı bir doğrudan demokrasi ütopyası öneren Toplum Sözleşmesinde ortaya koyduğu görüşler nedeniyle yurttaşlığın ve hukukun kenti olarak gördü Cenevre kent yönetimince de sıcak karşılanmamıştı.6

Burjuvazinin Aydınlanmaya ihaneti siyasal alana da yansıdı. Fransız Devriminin radikal kanadı Jakobenker, iktidara gelişlerinin hemen ardından devrim karşı güçleri ezmek için sert tedbirler almışlar, liderleri Maximilian Robespiere’in “Yaşamak hakkı hakların başında gelir… Mülkiyet hakkı, geçinme ve yaşama hakkına tabidir”7 sözleri doğrultusunda gerektiğinde mülkiyet hakkının da sınırlandırılabileceğini öngören Haklar Bildirisi’ni ve doktrinsiz sosyalizm olarak anılan 1753 Anayasası’nın meclisten geçirmişlerdi. Ancak Robespierre, kısa bir süre sonra büyük burjuvazinin de dahil olduğu bir komployla iktidardan indirilip idam edildi. Robepiere’in idamını diğer Jakobenlerin idamı ve jakoben milletvekillerinin meclisten atılması izledi. Sonrasında ise 1793 Anayasası rafa kalkmış, devrim karşıtı isyancılar affedilmiş devlet Kilise ile yeniden barışmıştı.8

Aydınlanma miras Türkiye’ye nasıl yansıdı?

Politikanın akılla kavranması ve halkın politik süreçlere etkin katılımı olarak da ele aldığımız Aydınlanma ve cumhuriyetçilik, yakın Türkiye tarihinde etkin biçimde yansımıştır.

“Cumhuriyet bir büyük dönüşüm sürecinin devrimci halkasıydı 1908’de padişah otoritesine Abdülhamit despotluğuna karşı Meclis’in yeniden açılması ve anayasal düzene geçilmesi; 1909’da padişah karşısında parlamentoyu güçlendiren yasal düzenlemelerle kuvvet dengesinin adım adım Meclise kaydırılması; 1918’den başlayarak Anadolu’da kongrelerle örgütlenen bir kurucu kurtuluş savaşı ve bu savaşın ardından Ankara’da “Egemenlik Kayıtsız şartsız Milletindir” şiarı etrafında Padişahlık-Saltanat kurumuna karşı ikili iktidar durumunun yaratılmasıyla artık niyetini belli eden öncül irade. Hepsi bir bütün.

“Ardından saltanatın kaldınlması sonucunda ikiliğin giderilmesi, ikiliğin giderilmesinden sonra tüm bu yaşınan toplam dönüşümlere isim verilmesi: Cumhuriyet’in ilanı. Siyasal devrim bir süreçtir; bu süreci toplumsal alanda tamamlayan çağdaşlaşma, laikleşme devrimleriyle birlikte ise bir bütündür.9

Bu kesiti gariye ve ileriye doğru uzatmak mümkün. Geriye doğru gidesek gayrimüslimlerin tebaa değil Müslümanlarla eşit haklara sahip yurttaşlar olarak tanımlayan ve padişahın yetkilerinin kısıtlanabileceğini en azından ilke olarak kabul eden Tanzimat Fermanı’nı (1939), Cumhuriyet döneminde Danıştay adını alacak olan Şura-yı Devlet’in kurulmasını (1868); ileriye doğru gidersek ise 1961 Anayasasıyla birlikte Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasını, Senato’nun da dahil olduğu çift meclisli yasamayı, TRT ve üniversitelerin özerkleştirilmesini, Devlet Planlara Teşkilatının (DPT) kurulmasını, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını, tüm siyasi partilerin TBMM’de adil temsili getiren Milli Bakiye sistemini sayabiliriz. 1960’lardan itibaren “bol geldi” diyerek 1961 Anayasası’nın kazanımlarına saldıran gerici güçlerin öncelikli gündemi yükselen sosyalist hareketin önünün kesilmesiydi, ancak bunun için sosyalistlere doğrudan saldırıların yeterli olmayacağının, Türkiye ilericiliğinin bütününün kazanımı olan Cumhuriyet mirasıyla hesaplaşmaları gerektiğinin farkındaydılar. 1966 yılından itibaren saldırıları başka bir boyuta taşıdılar.

1966’da boyut değiştiren saldırı

Yalçın Küçük, Türkiye tarihinin farklı evrelerini “iç savaş” kavramıyla ele alır ve 1966 yılında gericiliğin yeni bir iç savaşı başlattığını savunur. Küçük’e göre bu iç savaşı başlatan olay, dönemin önde gelen ilerici aydınlarından Akşam ve Yön yazarı İlhami Soysal’ın milliyetçi yarbay Radi Tekin’in başını çektiği bir grup tarafından kaçırılıp dövülmesidir10. “İç savaş” kavramını bir kenara bırakırsak, Soysal’ın kaçırılıp dövülmesini önemli bir uğrak saymak gerekir. Ancak bu uğrak başlangıç değil, aynı yıl başlayan bir gerici saldın dalgasının parçasıdır.

Soysal’ın kaçırılıp dövülmesi 8 Eylül’deydi Bundan tam 5 ay önce, 8 Nisan’da İzmir’de bir gerici, Mustafa Kemal’in heykeline saldırdı. Nurculara alenen destek veren Adalet Partisi iktidardayken gerçekleşen saldırıya ilişkin İzmir gazetesinin yapağı aktarım çok şey anlatmaktadır: “Taviz, taviz, taviz… ve işte sonucu.”

Dönemin devrimci gençleri bu saldırıya kayıtsız kalmamıştı. Mustafa Kemal heykeline saldırı haberinin duyulmasıyla birlikte FKF İstanbul, Ankara ve İzmir’de sokağa çıkarken aralarında dönemin SBF Fikir Kulübü Başkanı Mahir Çayan’ın da bulunduğu devrimci gençler Mustafa Kemal heykellerinin önünde nöbet tuttu.

Mustafa Kemal heykeline saldırıdan iki ay sonra, Haziran ayında Muğla’nın Ortaca ilçesinde Cumhuriyet tarihinin ilk Alevi katliamlarından biri gerçekleşti. Ortaca ilçe merkeziyle Alevilerin yaşadığı Fevziye köyü arasındaki bir bölge, Nurcu bir ağaya verildi. Alevilerle Sünniler arasındaki küçük sürtüşmeler zamanla büyüdü ve 5 Haziran günü, Alevilerin camilere saldırdığı yalanıyla 16 Sünni köyünden toplanan 1000 kadar silahlı kişi Ortaca’daki sinemayı basıp iki kadına tecavüz etti ve sinemayı kundakladı. Dönemin Ortaca Belediye Başkanı Ziya Çavuş makamında saldırganlarca yakalanıp darp edildi, saç ve sakalı kesildi ve kendisine zorla istifa dilekçesi imzalatılarak kendisine görevden el çektirildi. 12 Haziran’da ise odun toplamaya çıkan bir Alevi aile saldırıya uğradı ve erkek bağlanarak kadına tecavüz edildi. Bu olayın ardından Aleviler de Nurcu ağanın köyünü bastı. Basında Alevi kadınların silahlandığı haberleri yer aldı. Katliamlar sırasında güvenlik güçleri müdahalede bulunmazken Başbakan Süleyman Demirel ve Muğla Valisi Hasan Basa da yaşananların mezhep çatışması değil “münferit vaka” olduğunu iddia etti. Tanıdık gelmiş olsa gerek…

Mustafa Kemal heykellerine saldırı, Alevi katliamı, ilerici aydınlara saldırı… Ardından İTÜ’lü devrimci Vedat Demircioğlu’nun yurt binasından aşağıya atılarak katli (1968), Kanlı Pazar (1969), ODTÜ’lü devrimci Taylan Özgür’ün silahla vurularak öldürülmesi (1969)… Türkiye’de gericiliğin alışageldiğimiz eylem repartuvarı daha 1966 yılında kendini gösteriyor ve devlet politikası haline gelmeye başlıyordu. 1961 Anayasası’nın kazanımlarından DPT’nin başına ise 1967’de Nakşi olduğu bilinen Turgut Özal müsteşar atanıyor, Özal’ın müsteşarlığıyla birlikte DPT de “Takunyalılar” diye bilinen dinci bir ekip hakimiyet kurmaya başlıyordu Takunyalılar ilerleyen yıllarda TÜSİAD’da da etkin görevler alacaklardı11. Türkiye’de antikomünizmin temsiliyeti dinci gericiliğe geçerken egemen güçler de laikliğe sırt çevirip tercihlerini İslamlaşmadan yana kullanmaya başlamışlardı.

Antikomünizm, Allah’ın gericilere büyük bir lütfudur!

Cumhuriyetçi birikim ile sosyalizmin yukarda irdelediğimiz akrabalığı, gericiler tarafından işin başında fark edilmiş, Cumhuriyet düşmanlığı antikomünizm ile maskelenerek diri tutulmuştur.

(…) antikomünizm, iktidarın ürettiği politikalara karşı açık bir muhalefet göstermenin imkansızlığını aşmak için üretilen bir direniş sanatı ve siyasetidir. Açıktan laiklik uygulamalarını eleştirmek yerine, onunla aynı zihniyet dünyasından beslendiği düşünülen komünizm gibi bir siyasi, sosyal ve ekonomik düşünceler bütünü eleştirilmiş ve bu sayede laiklik uygulamalarından hoşnut olmayanlarda milli ve dini duygular, Tek Parti döneminden sonraki siyasal yaşamda önemli bir siyasal kutup olacak biçimde dinç kalmıştır. (…) din.(…) inkılap uygulayıcılarının öngördüğünden farklı bir anti-Kemalist ve antikomünist siyasal sosyalleşmenin yaşanmasını sağlamıştır.12

Gericiliğin antikomünizmi Cumhuriyet düşmanlığıyla örtüştürmesi ve bunu bir varlık yokluk sorunu olarak kavraması, solun stratejisi açısından da yeterli veriyi sunuyor. Türkiye solu, tarihsel olarak aynı zeminden doğduğu cumhuriyetçi birikimi özümsemek, sosyalizmin gündemlerini cumhuriyet kavgasının gündeminde oluşturmak ve bu birikimin burjuva kökenlerinden kaynaklanan zaaflarına devrimci müdahaleler geliştirerek çizgisini belirginleştirmek durumundadır 1960’lı yılların devrimci yükselişinde basarıkarı da bu olmuştu.

68 yükselişi üzerine sesli düşünceler

Türkiye’de sosyalist hareket 1960’larda kitleselleşmiş ve ciddi bir etki kazanmıştır. Bu zamanlama sürpriz değildir, çünkü söz konusu yıllarda sosyalizmle aynı tarihsel zeminin ürünü olan cumhuriyetçilik de büyük bir canlanma içindedir.

1960’lı yılların sol yükselişine 27 Mayıs’ın kazanımlarının radikal savunusu, antiemperyalizm ve Kemalizmle barışık bir siyasal dil damga vurmuştur. Solda Kemalizm eleştirisini merkeze koyan kimi yorumlar bu durumu ilgili dönemde Marksist klasiklerin henüz Türkçeye çevrilmemiş olması nedeniyle Marksizmin yeterince bilinmiyor oluşu ve sosyalizmin bağımsızlıkçılık ve Kemalizmle eş anlamlı sanılmasına bağlama eğilimindedir. Marksist klasiklerin henüz Türkçeye kazandırılmamış olmasının kimi zaaflara yol açtığı kesindir, ancak dönemin ideolojik yönelimlerine bir başka açıdan yaklaşmak da mümkündür. Tersten soralım: Ya dönemin solunun antiemperyalist ve cumhuriyetçi yönelimleri taşıyıcı kadrolarım siyasal deneyimlerinin getirdiği bir kazanımsa?

1960’lı yılların devrimcilerinin en yaşlı kuşağı Osmanlıyı görmüş olanlardan oluşuyordu. Daha genç kuşaklara gelindikçe ise Cumhuriyet’in en radikal yorumunun iktidarda olduğu 1930’lu yıllara, Cumhuriyet kazanımlarının bilfiil tehdit altında kaldığı 1950’li yıllara ve cumhuriyetçi bir canlanışın sola katkılarının bizzat deneyimlendiği 1960’lı yıllara canlı tanıklık söz konusuydu. Nasıl ki günümüz solunun Cumhuriyet kazanımlarının değerini anlamasında Saray rejimi denilen musibet belirleyici olduysa, dönemin solcusunun Cumhuriyetçi yönelimlerinde de kendi tanıklıkları belirleyici olmuş olamaz mı?

Antiemperyalizme gelince. Cumhuriyetin kurucu kuşağı ve öncesinin ihtilalci hareketlerinde antiemperyalist damarın o kadar da güçlü olduğu sanılmamalıdır. Osmanlı İmparatorluğu bağımsızlığını resmen hiç yitirmemiş ve dolayısıyla ilericilerin de sömürgecilikle mücadele gibi bir gündemi olmamıştı. Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa İngiltere’yle serbest ticaret anlaşmasını imzalamakta, Mithat Paşa gibi bir yenilikçi ise Abdülhamid’den kaçarken Fransız Konsolosluğuna sığınmakta sakınca görmemişti. Kurtuluş Savaşı sırasında dahi dönemin lider kadrolarının hedefi Batılı ülkelerle köprüleri atmak değil onları tavize zorlayarak Batı dünyasına eşit koşullarda dahil olmaktı. 1950’lere ve 1960’lara gelecek olursak NATO üyeliği, ülkenin dört bir yanındaki Amerikan üsleri, Kore’ye asker gönderilmesi vb. sosyalistlerden başka kimseye tuhaf gelmiyordu. Bu durumda 1960’lı yılların devrimci hareketi açısından antiemperyalizm, sosyalizmle Kemalizmi eş anlamlı sanmanın değil, aksine Türkiye ilericiliğinin sosyalist olmayan yorumlarına devrimci bir eleştiri getirerek kendi ayrım çizgilerini belirginleştirme çabasının ürünü sayılamaz mı?

Şimdilik burada duralım. Yukarıdaki soruları da Türkiye devriminin yolunu ararken peşinden gidilmek üzere ortaya atmış olalım.

Dipnot

  1. Immanuel Kant. “Aydınlanma Nedir” Sorusuna
  2. Antonio Gramsci. Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil. (İstanbul: Belge Yayınları, 2007), s.219.
  3. Alaeddin Şenel (ed.). Bilim ve Bilimsel Yöntem (İstanbul Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2012), s. 38.
  4. Machiavelli, Niccolo. Hükümdar, çev. H. Kemal Karabulut. (İstanbul: Sosyal Yay., 1998), s. 66.
  5. Afşar Timuçin ve Ali Timuçin. 50 Soruda Aydılanma, (İstanbul Bilim ve Gelecek Kitaplığı,2010), s. 21.
  6. Deniz Hakan. Rousseau’nun Toplum Modeli. Bilim ve Gelecek (103): Eylül 2012, s. 24-30, s. 25.
  7. Murat Sarıca. 100 Soruda Fransız İhtilali. (İstanbul Gerçek Yayınevi, 2000), s. 83. 8. Murat Sarıca, a.g.e., s. 82-109.
  8. Burjuvazinin sahipsiz bıraktığı Jakobenizm ve Robespierre’in savunusu ise sosyalistlere kalmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasındaki Kurucu Meclis tartışmalarında Fransız Komünist Partisi’nin 1793 Anayasası’nı benimsemesi çarpıcıdır (bkz. Murat Sarıca, age. s. 91).
  9. Deniz Yıldırım. 2015. Halkın Cumhuriyet Cephesi.İleri Haber, 29 Ekim. Kaynak: https://goo.gl/MRIFc Erişim tarihi: 2 Temmuz 2018.
  10. Deniz Hakan, Okan İrtem, Barış Zeren 2016. Yalçın Küçük’le söyleşi: Ve şimdi bir ordumuz yok… Odatv, 31 Ekim. Kaynak https://goo.gl/jRYSjz Erişim tarihi: 2 Temmuz 2016.
  11. Okan İrtem. TÜSİAD’ın İslam Arayışı Gündoğdu (1): May 2018, 58-65.
  12. Ertuğrul Meşe Komünizmle Mücadele Dernekleri (İstanbul İletişim Yayınları, 2016, s. 91. Türkiye’de antikomünizmle Cumhuriyet düşmanlığının daha ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. Deniz Ali Gür. 2016. Türkiye’de antikomünizm anti-Kemalizmdir. İleri Haber, 25 Aralık. Kaynak: https://ilerihaber.org/icerik/turkiyede-antikomunizm-anti-kemalizmdir-65313.html Erişim Tarihi: 4 Temmuz 2018.